...
“Elinden bu kadar mı geliyor!?” Kahkahalar atarak gülen, elinde talim kılıcıyla karşısında duran ve diğer askere vurarak ataklar yapan bir adam vardı.
Seslendiği asker oldukça öfkelenmiş olacak ki, elinde duran tahta kılıcı hiddetle yatay bir şekilde savurdu.
Ufak bir hamle ile sıyrılan adam sırıtırken, ani bir hareketle karşı saldırı yaparak askerin suratına doğru hafif sert bir şekilde kılıcın kabzasını vurdu.
[PAT!] Sert bir şekilde düşen asker acıyan yüzünü ovuştururken, kınayan gözler ile karşısındaki adama bakıyordu.
“Siktir git Bregon! Yaptıkların düzenbazlık ve hileden başka bir şey değil! Arh! Yüzümü mahvettin!” Yerde duran askere doğru hala gülmeye devam eden Bregon, elini uzattı ve arkadaşının yerden kalkmasına yardım etti.
“O kadar fazla mı kızdın? Ah, bir kız gibi davranıyorsun! Ufacık bir şişlik sadece, hadi ama!..” Gönlünü almaya çalışırken hızlıca sırtını da sıvazlıyordu arkadaşının.
Gri saçlara ve mavi gözlere sahipti, yaşıtlarına göre daha fit ve kaslı duran vücudu elbisesinin altından belli oluyordu.
2 metreye yakın uzun boyu da, bir hayli savaşçı olduğunu haykırmasını sağlıyordu.
Uzun, çift elli bir kılıç kullanıcısıydı ve herkes onu, bu kılıcı tercih etmesiyle biliyordu.
Kumdan tabana sahip büyük talim alanının etrafında duran banklara otururken, etraflarına doluşan diğer askerler de kıs kıs gülerek arkadaşını ellerinden almışlardı bile.
Sırıtarak yardım etmeyi kesti ve dalga geçmeler başlamadan önce “Bugünlük bu kadar yeter! Komutan gelmeden önce yapacaklarınızı yapın! Ayrıca yarınki seremoni için dikkatlerinizi verin!” diyerek doluşan askerlere seslendi ve çadırına doğru yola koyuldu.
O sırada kendilerine doğru hızla, saray yollarından gelen atlıyı görünce olduğu yerde durdu ve bekledi.
Son hız gelen atlı yaklaştıkça hızını kesti ve sonunda yanlarına vararak tamamen durdu.
Üzerinde soylu elbisesi olan bu adam, oldukça güçlü bir yapıya sahip gibi görünüyordu. Uzaktan tam olarak kestiremese de, yetkiye sahip biri olduğu kesindi.
‘Bir soylu puştun teki eksikti zaten, o da geldi tam oldu! Ne bokuma sarayından ayrılıp buraya kadar geldi ki bu şimdi!?’ İçinden öfkeli şekilde düşünürken yüzünü ekşitmişti.
Gelen adam atından atlayarak, kampın giriş kısmında bekleyen birkaç askere doğru ilerledi.
Askerlere birkaç şey sorarken, gözleriyle kampı da taramayı ihmal etmiyordu. Bregon çadırının yanında duran ağaca yaslanmış vaziyetteyken olan bitenleri izlemek için yer ayırmıştı bile kendine.
Askerlerden birinin, acele bir şekilde kendisine doğru koşarak gelmeye başlamasından önceydi tabi bu.
‘Ciddi olamazsın? Beni mi görecek? Lütfen olmasın!’ Endişeli bakışlarla önüne gelen asker zırhının içinde nefes nefese kalmış şekilde konuşmaya başladı.
“Efendim! Ünlü ‘Buz Şövalyesi’ Greaz kampı ziyarete geldi! Komutan Melina ile görüşmek istediğini de belirtti, şu anda komutanımız kampta değil. Ne yapmamı istersiniz?”
Gözleri soğuk bakışlar atan Bregon’a doğru, yutkunarak cümlesini tamamlayan asker içinden ‘Yanlış bir şey mi söyledim lan? Bu ne baskı...’ diye geçirdi.
Bregon bir süre girişte bekleyen adama baktıktan sonra yaslandığı ağaçtan doğruldu ve “Ben misafir ederim, yerine geç ve nöbete devam et” dedi.
Adımlarını girişe doğru atmaya başlarken boktan olayların hep kendisini bulmasına yakınıyordu.
Greaz giden askerden sonra uzunca süre kampı inceleyerek vakit geçirmişti.
Dizaynın kesinlikle Melina tarafından yapıldığına son kez emin olduktan sonra, kendisine doğru hareketlenen iki adamı da dikkatlice süzdü.
Askeri hatırlasa da, yanında duran iri yapılı adamın yüz hatlarını hiçbir anısında hatırlamıyordu.
Yeni atanmış bir rütbeli olabileceğini düşünerek çok umursamadı, Melina’nın kampta olmadığını söyleyecek ve biraz misafir edeceklerini anlamıştı bile.
‘Hmm her zamanki gibi dinlenmiyor demek... Şu aptal komutan bozuntusunun yanında mı hala acaba, o çöpte ne buluyor anlamadım’
Hoşnutsuz yüzünü belli ederken, çoktan yanına gelmiş adama baktı ve “Sanırım yeni yetkilisi sensin, Melina nerede?” acele yanıt vermesini ister gibi bir ses tonuyla konuştu.
Bregon, daha önce de gördüğü bu adamdan ölesiye nefret ediyordu. Yaptığı davranışlar ve komutanına olan ilgisi, kendisini kudurtmak için oldukça yeterli nedenlerdi.
Dişlerinin arasından tıslamadan konuşmak için kendini zorlarken cevap verdi.
“Komutanımız(!) Melina, şu anda oldukça önemli meseleler için sarayda toplantı yapmakta. Ama isterseniz onu beklemek için birkaç çadırı hazır hale getirebiliriz!” Nefretine engel olsa da tamamını yok edememişti.
Konuşurken kendisine adeta tıslayan adamı fark eden Greaz, ilginç bir şey bulmuş gibi sevindi ve gülümsemeye başladı.
Kaşlarından tekini kaldırırken, alaycı hareketlerle “Bak sen... Ne güzel, ayak işlerimi yapacak birini de arkasında bırakmış demek! Hahaha! Sevdim seni, 10 dakikaya çadırımı hazır istiyorum! Bizzat senin ellerinle!” cevap verdi.
Ses tonu kabalaşmış ve iğneleyen sözleri de Bregon’un damarlarına çoktan dokunmuştu bile.
Gözleriyle karşısında duran Greaz’ı öldürmek istercesine baksa da, çok geçmeden ağzını araladı ve tekrar dişlerinin arasından cevap verdi.
“Ne kadar ben yapmak istesem de, oldukça fazla teslim etmem gereken raporlara sahibim. Üzülerek bu isteğinizi reddediyorum, şimdi askerlerim size refakat ederek çadırınıza götürecek.”
Gerilmiş havayı fark eden askerler de hoşnutsuz ifadeler ile Greaz’e bakmaya başlamışlardı.
Silah tutan elleri sıkılaşmış bir şekilde tehditkar bir aura yayıyorlardı. Greaz daha fazla zorlamadan alaycı gülümsemesini kesti ve ciddi bir ifade takındı.
Karıncaya bakarmış gibi küçümseyen gözler ile askerlere ufak bir bakış attıktan sonra tekrar Bregon’a döndü ve “Peki... Melina geldiği gibi haber edersiniz. Şimdi biraz dinlenmek istiyorum, umarım güzel yemekleriniz vardır” dedi.
Hala kaba bir şekilde konuşmaktan vazgeçmemiş, aşağılayan tonda cümlesini bitirmişti.
Askerler artık nefret eden bakışlar ile Greaz’e bakıyordu, bu bakışlara aldırış etmeden kampın iç taraflarına doğru yürümeye başlayan generalin arkasından istemsizce takip ederek refakat etmeye başladılar.
Bregon daha fazla cevap vermek istemediğinden ağzını bile açmamıştı. O da birkaç saniye durduktan sonra hışımla kendi çadırına doğru yola koyuldu.
Greaz yürürken onu gören onlarca asker, ilginç bir sahneyle karşılaşmış gibi kendisine bakıyorlardı.
Ne de olsa ünlü bir generalin neden kamplarında olduğunu her asker merak ederdi. Greaz fazla beklemeden çimlerle kaplı arazide hızla kendisine gösterilen çadıra girdi.
Oldukça büyük ve ferah gözüken çadırın önemli kişiler için ayrıldığı oldukça barizdi.
Keyfi yerine gelmiş şekilde dışarıda çadırın önünde beklemeye başlayan askerlerden birine doğru seslendi.
“Eee! Nerede benim yemeklerim!?”
------- 1.5 Saat Sonra -------
Hava hafiften kararmaya başlamıştı.
Melina’nın sahip olduğu kamp bölgesinde çoktan kamp ateşleri oluşturulmaya başlanmıştı.
Her ne kadar sarayın büyük bahçesinde ateş yakılması uygun olmasa da, şu dönemlerde kral için çok büyük bir önem arz etmiyordu bu durum.
Önemli olan dışarıda bekleyen onlarca askerin kendisini korumasıydı ve bunu en az 1 ay boyunca sürdüreceğini de göz önünde bulundurulduğunda, bu tarz durumların önemi artık pek de kalmamıştı.
Kampın ortalarında büyükçe boş bir alan vardı. Büyük bir kamp ateşi de bu boşluğu dolduran tek şeydi.
Etrafa yayılmış, bıçaklarını bileyen ve savaş talimi yapan onlarca asker bulunuyordu. Kendi aralarında fısıldaşarak konuşan askerler de göz ucuyla alanı kontrol ediyor ve tarıyordu.
Herkes kendi halinde görevlerini yaparken, oldukça gür sesli bir adamın bağırmasıyla herkes dikkatini ona topladı.
“Dikkat! Komutan Melina teşrif etti! Herkes kampın ortasına düzen alsın!”
Anında kıpırdaşan ve ayağa kalkan askerler hızla kampın ortalarına doğru birikmeye başlamışlardı. Aceleyle tabur düzeni alırlarken herkes merakla konunun ne olduğunu bilmek istiyordu.
O sırada çadırından çıkan Greaz meraklı gözler ile Melina’ nın kendisini göstermesini bekledi.
Yanında duran askere elinde tuttuğu üzüm tabağını verirken dişlerinin arasında kalmış et parçasını da diliyle koparmaya çalışıyordu.
‘Sonunda, yemekten göbeğim patlayacaktı! Saray yemeklerini özlemişim ah...’
Çadırların arasında bulunan yollardan hızla yürüyen bir grup asker vardı. Askerlerin ortasında bulunan bir kadın da mevcuttu.
Etrafta bulunanlar çoktan o kişinin Melina olduğunu anlamışlardı bile.
Görkemli bir şekilde askerlerin arasında yürüyen Melina, hızlı adımlarını büyük ateşin yanına doğru attı.
Birkaç dakikada bütün kamp düzen almış bir biçimde Melina’ nın ne emredeceğini beklemeye başlamışlardı.
Ciddi yüzünün arkasında saklanan, güzel ve zarif biçimi kendisini hafiften belli ediyordu. Esmer yüzü hafif çillere sahipti.
Üzerinde bulunan soylu elbisesi de ayrı bir hava katıyordu.
Ağzını yavaşça araladı ve sakince bir nefes aldı. Kulağa hoş ve nazik gelen sesiyle askerlere doğru seslendi.
“Pekala beyler, öncelikle kamp durumunda bulunduğumuzdan bir çoğu ne zaman ayrılacağımızı falan merak ediyordur. Önce bu konuya bir açıklık getirelim”
Zeytin gözleriyle birkaç askere baktıktan sonra devam etti. “En az 1 ay boyunca kamp durumunda kalarak kralın güvenliğini sağlamamıza karar verilmiştir. Gücümüzü bize bahşeden Kral Joes Da Fredrick’e minnettarız!”
Askerler ‘1 Ay’ lafını duyunca anında homurdanarak şikayet etmişlerdi.
Melina hızla öfkelenen askerlerini sakinleştirmek için “Ama tabii bu durum bir çoğunun canını sıkacağından, haftada 1 olacak şekilde izin alabilecek ve haftalık maaşlarınız iki katına çıkacak! Kral Joes’ den gelen emirler tam olarak bu yönde!’ diyerek hızla cümlesini tamamladı.
Maaş artışı ve izin lafını da duyan askerlerin, somurtan yüzleri yerini memnun ve tatminkar ifadelere bırakmıştı.
Melina iç çekerek sağa sola kafa sallarken, askerlerin bu kadar ucuz olmalarına içten içe yakınıyordu.
Kafasını eğdi ve bir müddet cümlesine nasıl başlayacağını düşündü. Daha sonra kafasını kaldırdı ve dudaklarını ıslatarak konuşmaya devam etti.
“Bir başka konu olarak...” Askerlerin bütün odağını tekrar üzerine çekerek konuştu.
“Şu anda yanımda gördüğünüz beyefendi, Lebis Fer Vrechlord olup ülke genelinde oldukça saygın bir sanatçıdır”
Askerler neden askeri bir kampta sanatçı bir adamın olduğunu sorgulamadan Melina tekrar hızla devam etti.
“Sanatçı olması bir yana, oldukça usta bir mimar ve mühendistir de. Soylu bir aileye sahip ve oldukça da saygın bir kişidir. Dolaysı ile şu anda duyacaklarınızı can havli ile dinlemenizi istiyorum!”
Melina’nın arkasında duran mavi bir elbiseye sahip, bol parçalı şeyler giyen oldukça yakışıklı yüze sahip bir adam Melina’nın yanına doğru yaklaştı.
Kahverengi hafif uzun saçları ve derin bir çekicilikle parıldayan zümrüt yeşili gözleriyle, bir çok kadının kalbini rahatça çalabilirdi.
Güçlü gözüken komutanın yanında bile ışığının sönmesine izin vermemişti.
Melina’nın lafını ağzından alarak ufak bir öksürmeyle konuşmaya başladı. “Beni bu kadar övse de, naçizane bir adamdan başka biri değilim. Lütfen... Bütün bunlar bir kenara, oldukça değerli bir eşya, bir isyan günü çalındı! Benim koruduğum ve oldukça değerli bir eser!”
Konuşurken çıkan sesi oldukça öfkeliydi. Çatılan kaşları da bu öfkenin birkaç yanılsamasından biriydi.
“Bu çalınan eser, benim yarattığım bir şey olmamakla beraber! Bütün krallığa ait olan, oldukça güçlü bir zırh setiydi! Evet, şimdiden aklınıza gelmiş olmalı! Büyük Suikastçı Agathri Leo Noimardi’ ye ait!”
Askerler arasında oldukça büyük bir kıyamet kopmuştu. Bir kaçının yüzünde korku belirirken, diğerlerinin yüzünde şaşkınlık ve heyecan belirmişti.
Büyük bir hengameyle birbirlerine bakıp fısıldaşan askerleri gören Melina, sinirli bir şekilde bağırarak askerleri susturdu.
“Kesin sesinizi! Diyecekleri henüz bitmedi! Çabuk toparlanın!”
Askerler zor da olsa eski düzenlerine kavuştuktan sonra, Lebis sözüne devam etti.
“Evet, çalan kişinin bu zırhı kullanıp kullanmayacağı bir muamma. Şayet kullanırsa ve zırh onu kabul etmezse, büyülü bir güce sahip bu zırh giyen kişiyi katlanılmaz bir acıyla boğup, sıkarak öldürecek!”
Askerlerin gözünde beliren rahatlama kayda değer bir şekilde gözüküyordu.
Lebis içten içe bu dediklerine pek inanmasa da, kayıtlarda zırhın böyle bir özellikle lanetlendiği yazmaktaydı.
‘Çalan kişi bunu bilerek çalmış olmalı, belli ki uygun aday o! İyi ki çalmış diyebilirim umarım... Ne zamandır atalarım bu an için o zırhı korunaklı ve kullanıma uygun şekilde muhafaza ediyordu! Böyle bir şerefin bana kalmasını isterdim tabii!’
Yutkunarak sözüne kaldığı yerden devam etti.
‘Gene de, sizden bu hırsızı bulmanızı ve zırhın görüldüğü yerde el koyularak alınmasını istiyorum! Zırhın çizilmiş resimlerini her birinize dağıtmak için birazdan uşaklarım gelecek ve verecek! Umarım bu hazine bir an önce krallığın deposuna tekrar ait olduğu yere gelir!”
Bağırarak son sözlerini de söyleyen Lebis, daha fazla uzatmadan Melina’ya baktı ve eğilerek komutanın elini kaptı ve zarifçe öptü.
Zarif hareketi üzerine kızaran ve hiç beklemeyen Melina utanarak elini çekerken kekeleyerek konuştu.
“A-ah... Efendi Lebis! Lütfen ortama uygun davranın!” Diyerek şikayet etse de, Lebis gülümseyerek cevap verdi.
“Mazur görün efendim, güzelliğiniz dillere destan. Şehrin göbeğinde kalan villama beklerim! Sizin gibi savaşçı ve zarif bir güzellik kesinlikle benim evimde misafir edilmeli! Şimdi izninizle, çalışmalarıma dönmek için ayrılıyorum”
Daha fala kızardığını göstermemek için kafasını eğerek selam veren Melina, arkasında duran uşağına doğru seslendi.
“Ziyaretçimize kampın çıkışına doğru eşlik et lütfen! Daha fazla zamanınızdan çalmak istemem, sağlıcakla kalın efendim!”
Mutlu bir şekilde yüzünü kıvıran Lebis, son bir kez daha baktıktan sonra yavaşça arkasını döndü ve alandan ayrılmaya başladı.
O sırada arkalardan olayı izleyen Greaz, gözleri yerinden çıkacakmış gibi bakıyordu.
Öfkeden deliye dönen gözleri ve sürekli hareket eden elleriyle tir tir titriyordu. Yanında duran askerin yakasından tutarken tek eliyle kaldırarak yukarı çıkardı.
Asker ne olduğunu bile anlamamıştı. Aniden kendisini efor sarf etmeden kaldıran generale korkuyla bakıyordu.
“Efendim! E-efendim! Lütfen, lütfen indirin beni!” Zırhın ağırlığı ve acıyan yakası yüzünden yakınan asker, zor da olsa kelimelerini Greaz’ ın kulağına işittirmeyi başararak yere sert bir şekilde düşmüştü.
Dişleriyle dudaklarını kemiren Greaz ve onun arkasında bir yerlerde bekleyen, aynı şekilde sinirden köpürerek çığlık atmamak için duran Iworick’de bulunmaktaydı.
“Orospu çocuğu!” Kısık sesle bağıran Iworick’e dönen ve şaşkınlıkla bakan Greaz’da ağır bir küfür ederek ona bağırdı.
Öfkeden çıldırmışken, arkasından küfreden şahısın kim olduğunu umursamadan yürümeye başladı.
“Hassiktir git lan oradan! Kime dedin sen onu!”
...
------------------------------------------------------------
Bu Bölüm Toplam 2000+ Kelimeden Oluşmaktadır.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..