Seri düzenlenmiştir.
Osman bir anda yere yatan Mete’yi görünce afalladı ve içgüdülerinin çığlık atmasıyla kendisi birden yana attı.
Fiyuv.
Üzerinden siyah renkli bir kunai geçip duvara saplandı. Kunai böcek kanadı kadar inceydi. Siyah renkli görünüşü geceyi andırıyordu. Ancak parlak ve iyi aydınlatılmış dojoda bir güneş kadar belirgindi.
Bu kunai son değildi. Bir anda onlarca kunai ardını takip etti ve hepsi Mete ve Osman’ı ıskaladı. Hepsi öldürmek için atılmış, sessiz ölüm makineleriydi.
Osman nefes alacak kadar beklemeden nereden çıkardığı belli olmayan bir tabancayı eline aldı. Kartalı andıran gözleri öfkeyle titriyordu. Kim olduğunu anlamıştı. Hızlıca Akın Melih’in üzerinden kalkan Mete’ye baktı.
İkisinin de gözleri kesişti.
“Okanawa Tapınağı… onu buldular. “ Mete dilini tıklattı.
“13 kişiler. Hepsi de Özel Yüksek Seviyeli… Kalıntının peşinde olmalılar.” Osman konuştuktan sonra hızlıca Mete ile sırt sırta verdiler ve Akın Melih’i ortalarına aldılar.
O sırada vücudu siyah örtülerle kaplanmış on üç kişi onları bir daire biçiminde sardılar. Yokluktan varolurcasına belirmişlerdi. Bir anda ortaya çıkan kişiler, Okanawa Tapınağı’nın en elit takımıydı. Hepsi Özel Yüksek Seviyeli Ninjalardı.
On üç kişiden en uzun gözüken kişi akıcı bir Türkçe ile konuştu. “Çocuğu bize verin. Bizde sizi rahat bırakalım. Onun gibi birisi sizin gibi 3. Dünya ülkesi için fazla!”
Mete ve Osman birbirine baktılar.
“Siktir git.”
“3. Dünya ülkesiymiş. Götüm.”
Mete ve Osman tereddüt dahi etmeden bir yıldırımı andırırcasına patladılar. O kadar hızlı hareket etmişlerdi ki arkalarındaki ardıl görüntü dahi belirmemişti.
Mete bir yıldırım misali ilerledi. Ayakları yerden bir saniye bile kesilmemişti. Sanki kayarak gelmişti. Akın Melih’in üşengeçlikten dolayı temizlemediği minderin üzerindeki tozlar havaya kalkmıştı. Bunun sebebi Mete’nin pürüzsüz hareketiydi.
Osman, Mete’ye göre daha yavaş olsa da, görmezden gelinemezdi. Bir kartal pençesini andıran elleri ona en yakın olan ninjayı hedefledi. Elinde olması gereken silah yerini demir gibi ellere bırakmıştı.
İki insan ve on üç Ninja çarpıştı.
Crack.
Kırılan kemikler ve havaya yükselen tozlar arasında sıçrayan kanlar bir sanat eseri oluşturdu. On üç kişiden dördü birkaç saniyede ölürken, Mete ve Osman’ın vücudu kanlar içinde kaldı.
Her şey çok hızlı ve kesin olmuştu.
Bir insandan beklenmeyecek kadar hızlılardı. Bu yüzden dövüşte çok hızlı ve kesin olmuştu.
“Hah.” Mete dudaklarını büzerek karşısındaki uzun adama baktı. O bu takımın başıydı. Baş düşmandı. Muhtemelen de en güçlüleriydi.
“Ah… sizler çok hızlı gaza geliyorsunuz. Akıncılar.” Uzun adam yavaşça yürümeye başladı. Adamların üzerinden geçmesine rağmen vücudunda en ufak bir toz zerresi yoktu. Kendisi asyanın bir numaralı suikastçisiydi. Bir Bölük Komutanı onun için bir çocuktan farksızdı.
Mete’nin gözlerinde ciddi bir ifade belirdi. Adımlarını sağlamlaştırırken, kemerine asılmış iki komando bıçağını çıkardı. Nefesi ağırlaştı ve duyuları en üst düzeye çıktı.
Güneşli gökyüzü birden karardı. Şimşek çakmaya, gökyüzü kükremeye başladı. Sıradan dojonun içinde iki adam birbirine baktı.
Bir bakış.
Ssssss.
Soğuk nefesler verildi.
Ardından.
Kanlar yükseldi.
On beş kişi bir anda infilak ederek dojoyu kana buladı.
En ufak bir et parçası daha kalmadı. Kemik, beyin parçası, ya da herhangi bir organ yoktu. Saf kırmızı kan. Akın Melih’in çevresi bir gülü andırırcasına kızardı.
Kalbinin hemen üzerinde ağlayan gelin isimli çiçeği andıran bir simge belirdi.
Derisinin üzerine kazınmış bir dövme gibiydi. Akın Melih bunu görseydi, babasının kendi dövüş sanatını aktarırken verdiği kolye ile aynı simgeyi taşıdığını anlardı.
Parladı.
İsyan etti.
Gökyüzü öfkesini belli etti.
Mor bir yıldırım düşerek dojoyu deldi ve Akın Melih’i yuttu.
İsyan bastırıldı.
Dünya galip geldi.
Akın Melih’in ruhu dünyadan kayboldu.
Büyük güneşin yakıcı görüntüsü, göğe yükselen kan bulutları yüzünden kızıldı. Savaş başlamıştı.
Akın Melih, vücudunun çeşitli yerlerindeki delici acılar yüzünden uyandı. Tanıdık olmayan bir görüntü karşısındaydı. Ne olduğunu bilmiyordu. Hafif dönen başı, omzundan ve çeşitli uzuvlarından yükselen acılar yüzünden patlarcasına ağrıyordu. Tüm vücudu acısa da belirli bölgelerdeki ile karşılaştırılamayacak gibiydi.
Antrenman yaparken kendini parçalarcasına çalıştığından acı çekmeye alışıktı. Ancak bu acı; onun günlerce ağır şekilde yaptığı eğitimlerin verdiği sağlıklı acıyla kıyaslanamazdı. Onlar şuan da deniz kenarında yudumladığı tatlı bir kahve gibiydi. Oysa ki bu acı vücudunun her yerine saplanmış on santimlik gümüş iğneler gibiydi. Tüm vücudunu sarmıştı.
Akın Melih dişlerini sıktı ve bu acıya direnmeye çalıştı. Durumu değerlendirmeli ve her şeyi hatırlamalıydı. Neredeydi? Kiminleydi? Çevresinde herhangi bir tehlike var mıydı? Bu soruların cevaplarını bulmalı ve başka cevaplar aramalıydı.
Akın Melih acılara direnerek güç bela doğruldu. Tüm vücudunu lanet olası bir acı sarmalamıştı. Ancak yılmaz ve sarsılmaz iradesi sayesinde direnebiliyordu. Çünkü başka bir şansı yoktu. Direnmeliydi. Duruma bakılırsa kimse onun için acısını yüklenmeyecekti.
Soğuk bir nefes verdi ve etrafa bakındı. Bulunduğu yer bir çadırı andırıyordu. Çok büyük değildi, en fazla birkaç metre boyutunda ve genişliğindeydi. Kalın bir malzemeden yapılmıştı. Güneş ışıkları içeriye giremiyordu. Odayı güçlü bir gaz lambası aydınlatıyordu. İlkel çağlardan kalma bir tarz ve hissiyat veriyordu. Teknolojinin sürekli geliştiği bir zamanda bulunamayacak bir görüntüydü.
Bir savaş alanında mıyım? En son Mete ve Osman’ın onu korumak için harekete geçtiğini hatırlıyordu. Bundan sonrası yoktu. Bu yüzden bir savaş alanına dönmüş dojosundan kaçırılmış olduğunu düşünüyordu. İlk aklına gelen yer Suriye sınırıydı. Ya da özel bir eğitime tabii tutulmuş olabilirdi. Ondan beklenen görevler olabilirdi.
Etrafı incelerken kaşlarını çattı ve vücudunu inceledi. Hafif ince ve bir porselen gibi kırılgan bir vücut. Bir yeşim gibi pürüzsüzdü. Bir kadından daha narin ve güzeldi. Hiç erkeksi gözükmüyor, aksine narin gözüküyordu.
Akın Melih’in hareketleri bir anda dondu.
??????!!! Gözlerini kapatıp tekrar açtığında bir halüsinasyon görmeyi umdu. Çünkü yıllardır bir silah misali eğittiği vücudu ortada yoktu. Bunun yerine lisenin başlarında gördüğü zayıf kızları andıran bir vücut vardı. Büyük ihtimalle biraz sert asan rüzgarda yön değiştirirdi. O kadar zayıftı.
Başı dönmeye başladı.
Halüsinasyon değildi!
“Akhan!” o sırada çadırın girişi açıldı ve bir adam içeri girdi. Yüzü sert bir kayayı andırıyordu. Gözleri bir kurdun gözleri gibiydi. Asil ve yılmaz. Uzun saçları ince ve ipeksi değil, aksine onu bir kurt gibi gösteren kürktü. Heybetli ve ihtişamlı figürü, Akın Melih’in kalbini titreten bir duvar gibiydi. Onu görünce içinde eşi benzeri olmayan bir saygı oluştu.
Yoban urugunun başı Yobanay.
Akın Melih adama tekrar baktığında tüm vücudu ona saygısını göstermesi için ayağa kalkmasını söylüyordu. Kanının derinliklerinden gelen bir emir gibiydi.
Emre uydu ve daha doğrulmaya çalışarak güçsüzlüğünün üzerini örttü. Vücudundaki acı belirsiz bir nedenden dolayı yok oldu ve kanı kaynamaya başladı.
Yobanay’ın taşı andıran suratında gururlu bir gülümseme belirdi. “Akhan… o alçak kahpelere direnerek çok büyük bir iş başardın! Yoban urugunun gururusun!”
Akın Melih ne olduğunu anlamasa da neden yaralandığını anlamıştı. Ancak bir anda zihnine bir yıldırım düştü.
O neredeydi?
Bu kişinin konuştuğu dil kendi konuştuğu Türkçe ile aynı değildi. İngilizce ve Uzak Doğu dillerine de benzemiyordu. Kaldı ki asıl soru bu da değildi…
Akhan kimdi?
Bunlar sorulması gereken kendine sorması ve öğrenmesi gereken sorulardı.
Tam bir şey soracaktı ki vücudunu sıcak bir his sardı. Yaraları daha az acırken vücudu rahatlamıştı. Kendini daha enerjik hissetmeye başladı. Gerçeği fark ettiğinde az kalsın kalbi atmayı bırakacaktı.
Yaraları iyileşmeye başlamıştı?
“Bu…” Akın Melih şaşkınlıkla mırıldandı.
Yobanay onun şaşkın ifadesini görünce güçlü bir kahkaha attı. “Bu Buyan enerjisidir, oğul. Gök Tengri’nin bize bahşettiği yüce güçtür! Onurlu bir savaşçı olunca hissedeceksin!”
Gök Tengri mi? Diye düşündü Akın Melih. Gök Tengri inancı islam öncesi dönemde Türklerin inandığı en yaygın dindi. Tek bir Tanrı’nın evreni yarattığına ve gökte oturduğuna, sonsuz olduğuna ve herhangi bir şekle sokulamadığına inanırlardı. Bundan dolayı Türkler de putçuluk olmamış, bu yüzden bir tapınaklarda yapılmamıştı.
Sanılanın aksine tek tanrılı bir dindi.
Akın Melih’in yabancısı olduğu bir şeydi.
Kayra Han ve Kızagan hariç hiçbir tanrıyı bilmiyordu. Onlarda yaratıcı ve savaş tanrısı olduklarından dolayıydı. Kendi milletinin mitolojisi olmasına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti’nde Yunan, İskandinav ve Asya mitolojilerine göre popüler bile değildi. Ve savaş sanatları haricinde hiçbir şeyle ilgilenmeyen Akın Melih’te bilmiyordu.
Bu yüzden dikkatini ‘Savaşçı’ kelimesi çekmişti.
“Savaşçı mı? Buyan enerjisi mi? Nasıl savaşçı olunur ki?” Akın Melih, Yobanay’ın yüzüne bakarak sordu. Kafası karışmıştı. Karşısındaki adamın yaptıklarına bakılırsa; ya bir rüyadaydı ya da başka bir dünya da… ilki daha olasıydı. Ancak hissettiği acılara bakılırsa aşırı derecede gerçekçi bir rüyaydı.
Yobanay Akın Melih’in sorularını duyduktan sonra daha da gülümsedi. “Buyan Enerjisi eşlikçi ruhun uyandığında hissedilecektir. Böylelikle savaşçı olursun!” Gözlerini Akın Melih’in yaralarının üzerine gezdirdi ve kafasını salladı. “Yaralarına bakılırsa buyan aktarsam bile iyileşmen; üç gün sürecektir. Ancak maalesef ki o kadar fazla zamanım yok. Ayrıca o alçakların yerimizi bulması pek uzun sürmez.”
“O alçaklarda kim?” Akın Melih sordu. Öncelik vermesi gereken şey hayatıydı. Sorularının cevaplarını elbet bulurdu. Düşmana odaklanmalıydı.
“Sanırım yaptıkları senin için biraz fazla ağırdı. Hah… zihinsel olarak bir sıkıntın olmasından endişeleniyorum.” Yobanay endişeli bir şekilde mırıldandı. Akhan’ı bulduklarında yoğun bir işkence gördüğünü belli edercesine yaraları vardı. Ölümün eşiğine gelmişti. Neyse ki çeşitli doktorlar ve savaşçılar sayesinde ölmesini engellemişlerdi. Ancak fiziksel yaralara takıben, zihinsel yaralar vardı. Zihinsel yaraları iyileştiremezlerdi. Bundan korkuyordu.
“O alçak haydutlar, bizim Kuçkar Boyu ile birleşmemizi engellemeye çalışıyorlar.” Yobanay eski haline döndü ve o taş suratını geri kazandı.
Kuçkar Boyu Gökyüzü Kağanlığı’nın ortalama bir boyuydu. Şuan ki kağanın emri ile kabileler bir yerde toplanıyordu. Yoban uguru da buna katılmak istiyordu. Ancak düşman ülkelerin karanlık eli olan haydutlar tarafından hedef alınmıştı. Bu haydutlar görmezden gelinecek bir güç değildi.
Basitti.
Herkes kurtların bir sürü olarak birleşmesinden korkuyordu. Gölgelerde gizlenen akbabalar, kurtları avlayarak olabildiğince güçsüzleştirmeye çalışıyordu.
Akın Melih durumu kabaca anladı.
Bir hayatta kalma mücadelesi altındaydılar ve Akhan adı verilen kişi haydutlar tarafından ele geçirilmişti. Yoğun işkencelere direnerek Yoban Soyuna ihanet etmemiş, yerlerini söylememişti. Bunun sonucunda da yaralar almıştı.
Buyan enerjisi… Ruhsal Bütünlük’ün zirvesine erişince ele geçirileceği söylenen kuvvetle benzer. Saldırı içinde kullanılabiliyor olması gerekli. Bu da savaşçıların gücünün kaynağını gösteriyor. Ancak eşlikçi ruh isimli bir değişken olaya girdi. Sadece onlar aracılığı ile kullanıldığını düşünsem de, ne olacağı belli değil. Sanırım dünya da değilim. Diye düşündü Akın Melih. Durumun ne olduğu fark etmezdi. Ve önemsizdi. Hayatta kalması mühim konuydu.
“Ah… Bu savaştan uzak durmalısın. Vücudun çok güçsüz. Böyle bir işkenceye direnmen ve delirmemen bile bir lütuf. Uzak durmalısın.” Yobanay son cümleyi bastırarak söyledi. Tartışmaya kapalı bir konuydu.
“Anladım.” Akın Melih onayladı.
Durum hakkında ki bilgisi yetersizdi. Yeterli bilgi edindiğini düşünene kadar hareket etmeyecekti. Bilimin güç olduğu bir yerden gelen bir vatandaş olarak, Buyan enerjisi hakkında şüpheleri vardı. Her şey bir tuzak olabilirdi. Ya da halüsinasyon. Durumu anlaması gerekiyordu.
Yobanay kafası salladı. “Pekala… iyice dinlen ve kendine gel. Yakında tekrardan harekete geçeceğiz.”
Yobanay konuşmasını bitirdiği gibi odaya uzun, ince bir vücuda sahip bir adam girdi. Adamın yüzünü endişe ve korku sarmalamıştı. Akın Melih’e bir kere bile bakmadan Yobanay’ın kulağına bir şeyler fısıldadı.
Akın Melih neler söylediğini duymamıştı, ancak Yobanay’ın değişen yüz ifadesine bakılırsa iyi bir şey söylemediği kesindi.
Yobanay, Akın Melih’e tekrardan bakmadı ve aceleyle çadırdan dışarı çıktı.
Vücudunu saran Buyan Enerjisi kaybolunca Akın Melih’in gözleri karardı ve acıdan dolayı bayıldı.
***
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..