İki yıllık tecrübe ve zekasının getirdiği yeteneği sonucu birçok demircilik işlerini artık ustasız halledebiliyordu. Kolları ve göğsü şişmiş, başı kalkmış, huzur dolu hayallerinin yerini çekiciyle dövdüğü demirler almıştı. Elbette bu unutulan hayallerin gerisinde hiçbir zaman vazgeçemeyeceği bir arzusu kalmıştı. Belki simyager olamayacaktı ama artık Ater'in elindeki kılıcı dövebilmek istiyordu. Bu kadarcık köyde de bunu yapamayacağının farkındaydı.
Şehre açılması lazımdı.
Birazcık gücüyle birazcıkta ikna kabiliyetiyle Agop Usta'sını ikna edebilmiş, yanına aldığı ufak bir çuval, az biraz kuru etle köyden ayrılmış, çekicini ustasının yanı başında bırakmıştı. Çekicini kaybetmiş bir çırak olarak köyden ayrılırken kafası onu uğurlamaya bile gelmeyen babasına takılmış, düşünmüş ve artık bunun öneminin olmadığına kanaat getirmişti.
Babasının önemini çok daha sonradan anlayabilecekti. Sadece şu an kalbi kırılmış bir evlattı.
Dağlar, bayırlar, tepeler sonucu kocaman iki haftayı geçirmiş, elindeki yemekleri tüketmiş, nice ormanlarda yarı uyumaklı kamplar kurmuş, sonunda kendi köyüne en yakın şehre gelmeyi başarmıştı.
Beyaz zambakları ve tatlı ekmeğiyle ünlü umut ve güzellik şehri Ramboss... Kimi şairler beyaz mermerlerine, hiç tükenmeyen kuş seslerine mest olmuş, burada koca bir yaşamı silip süpürmüştü. Kimileri ise her tarafından taşan tarihi dokusuna, hiç kesilmeyen deniz esintisine hayran kalmış, üzerine on binlerce şiir yazmıştı.
Ramboss dördüncü aşama bir kıyı kentiydi. En baştaki dörtlü olmak üzere on altı mezhepten meydana geliyordu. İki tane ana girişi, bir tane ise önemsiz tüccarlar ve gezginler için yan girişi bulunuyordu. Ortasından geçen ufakta bir nehre de ev sahipliği yapıyordu. Bir insan imparatorluğu olan Raiden İmparatorluğu'nun gözbebeği dense yanlış olmazdı.
Hem mezhepleriyle hemde o bölgeden geçen binlerce çeşit tüccar ve gezginiyle Ramboss Şehri mükemmel bir demirci ve ticaret şehriydi. Yanına gireceği usta ararken Enrir'in işi zor olmayacaktı.
En azından Enrir öyle sanıyordu.
Şehre girdiği ilk günler kıyafetleri ve sürekli guruldayan karnı yüzünden hiçbir iş yerine kabul edilmemiş, sokaklarda uyumak zorunda kalmıştı. En sonunda girebildiği bir demircide ise taşımacılıktan başka bir şey yapamıyordu. Çekicinin verdiği hissi özlemesine rağmen aç karnını doyurmak için bunları çekmek zorunda olduğunun farkındaydı. Ama bu kadar hızlı pes etmeyecekti.
Az biraz zaman sonrası uzun uğraşlar sonucu elde ettiği ufak geliri görünüşüne yatırmış ve işten ayrılmıştı. Üzerindeki resmi ve değerli kıyafetlerle bu sefer tanınmayan ve fazla iş yapmayan bir demirci bulması hiçte zor olmamıştı. Hemen görevini benimsemiş, girdiği işletmenin gelirlerini arttırmış ve çoğunluğun beğenisini kazanmıştı. Kendine güveni tam, sırtı dikti. Böylesine bir güvenden gelen cesaretle bir haber sonucu bir kavramı farketmişti.
Mezhepler!
Normal bir demirci en fazla ikinci kademe olan ki aktarımı kullanıcısına bir silah üretebilirdi. Ondan sonrası demirci ne kadar yetenekli olursa olsun bir silaha element aktaramayacağı için hiçbir şekilde bir ürün üretemezdi.
Ater'e bir silah üretmek isteyen Enrir'in ise tek çaresi sadece mezhepler adı altında öğrenebileceğin gelişim teknikleriydi. Ama o bile garanti değildi.
Elbette Enrir bir mezhebe katılabileceğinden ve gelişeceğinden adı gibi emindi.
Haftalar birbirini kovalamış ve sınav haftası gelip çatmıştı. Her yıl olduğu gibi bu yılda her yerde şenlik havası vardı. Her mezhep kendi renklerini ve bayraklarını ellerine almış, tezgahlarını kurmuş, kendi bölgelerinde gerçekleştirecekleri sınav alanlarını hazırlamıştı. Enrir'in ise alt sınır olan on üç yaşına gireli birkaç gün anca olmuştu.
Sınava girmeye artık hazırdı.
Hemen üzerindeki hafif sararmış beyaz gömleğe, siyah pantolonuna bir göz attı. Bir mezhebe girmek istiyorsa olabildiğince şık olmalıydı. Fazlasıyla uzamış kahverengi saçlarını taradı, siyah bir tokayla bağladı. Son bir defa yaşlı ustasıyla selamlaştıktan sonra yeniden çekicini bıraktı ve sınav alanlarına doğru yol almaya başladı.
Deneyeceği ilk mezhep herkesin favorisi olan Zümrüt Erdem Mezhebi'ydi.
'' Adın? '' Görevli oldukça suratsız yaşlı bir adamdı.
Enrir göğsünü şişirerek cevap verdi.'' Enrir. Enrir Gladiur. '' Görevli önündeki kağıtları karıştırdı, Enrir'e bakmadan sorularına devam etti.
'' Doğudan geliyorsun değil mi? ''
'' Evet. Alasazan Köyü'nden geliyorum. '' Görevli kaşını çatarak '' Bir köylü ne zamandır soy isim alıyor? ''
Enrir köydeki hiç kimsenin soy ismini bilmediğini fark etti ve utanarak '' B-bilmiyorum. '' diye ekledi. Adam iç çektikten sonra bir bileklik verdi ve '' Bu bilekliği koluna tak. '' diye söylendi. Üzerinde yuvarlak saydam bir taş bulunan tuhaf bir tahta bilezikti.
Enrir koluna takar takmaz bilezikten bir anda açık gri renginde bir ışık parladı. Adam kirli sakalını biraz kaşıdıktan sonra '' Mezhebe kabul edilmedin, çıkabilirsin. '' dedi. Enrir'in sorgulayan bakışlarıyla ayrılamadığını farkedince ekledi '' Bu taş içindeki iyi niyete bakar. Eğer beyaz değilse en ufak bir hatada kötü yola başvurursun demektir. Ne kadar açık gri olursa olsun farketmiyor. ''
Enrir ilk bozgunun moralini bozmasına izin vermeden hemen bir sonraki hedefi olan İki Kuyruklu Tilki Mezhebi'ne yöneldi.
'' Üzgünüm vücudunun sadece sağ tarafını kullanıyorsun. ''
'' Ezberi bu kadar kötü olan adam bizim mezhebimizin daha kurallarını aklında tutamaz. ''
'' Arkanda hiç zengin bir akraba falan yoksa niye bu mezhebe başvuruyorsun? ''
'' Fazla güçsüzsün. ''
'' Fazla yeteneksizsin. ''
'' Fazla... fazla... fazla... yok..... olmaz.......... '''
Çoktan altı gün geçmiş, birçok mezhep kontenjanı kapanmış, tezgahlar toplanmıştı. Geriye kalanlar ise oldukça seçici davranıyordu. Enrir'in ise tek çaresi kalmıştı.
Acımasızlığıyla ve kuralsızlığıyla tanınan Kızıl Orda mezhebi...
Halkın küfürlerini ve öfkesini kazanmış lanetli bir mezhepti. Hiç kimse tarafından sevilmez, hor görülür, birçok etkinlikte davet bile edilmezdi.
Enrir'in başka bir çaresi olsa kesinlikle denerdi. Ama bu onun son umuduydu. Ve kesinlikle bir yıl daha ertelemek istemiyordu.
Mezhebin tezgahı kötücül isminden nasibini almış, ilk günden beri taşlarla ve sopalarla parçalanmıştı. Geriye kalan kan kızılı yırtık çadırın içerisindeki gencecik bir kız çadırın önündeki ufak sırada çıkan ve bitmek bilmeyen kavgalarla uğraşıyordu.
Dövüşürken üzerindeki elbisenin eteği bile oynamıyordu.
'' Bu kabadayılarının sonu da yok ki. '' Kız iç çekti, karşısındaki Enrir'e bir göz attı. Ortalama bir tip, fakir bir arka plan. Sağ kolu sol kolundan bir tık daha güçlüydü. Demircilikle ya da taşımacılıkla uğraştığı belliydi. Dolayısıyla pek zeki de değildi.
Nazik bir sesle sordu. '' İsmin ne? '' Enrir'i karşısındaki bu sert ve keskin yüzden çıkan narin ses şaşırtmıştı.
'' Enrir Gladiur. Doğudaki Alasazan Köyü'nden geliyorum. Arkaplanım yok ve demircilikle uğraşıyorum. ''
Kız esnedi. '' Adını sordum sadece niye herşeyini anlatıyorsun? Neyse yarın mezhebin içerisinde ol. Alındın. '' Enrir şaşırmıştı. '' D-dur nasıl? '' Kız şikayetçi bir sesle söylendi '' Alındın işte üzümünü ye bağını sorma. Şu az önceki kabadayı gibiler yüzünden mezhebin ismi kötüleniyor. Elbette normal bir insan görünce alacağım. Mezhepte daha fazla sapığa hiç gerek yok. ''
Enrir'in kafası kesinlikle çok karışmıştı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..