“GİTMEYİN!”
Sağ elini ileriye doğru uzatarak bağırdı ve yatağından hızla doğruldu. Kötü bir kabustan fırlamış gibiydi. Terler içinde kalmış, uzattığı sağ eline anlamsızca bakakalmıştı.
“Gitmeyin mi? Ne, neden böyle bir şey söyledim? Kim gitmesin?”
Niye bu şekilde bağırdığını düşünürken bir anda başına inanılmaz bir ağrı girdi ve ileriye doğru uzattığı sağ eliyle başını tuttu. Gözleri kısılırken birkaç saniye içerisinde baş ağrısı geçti ve etrafına bakındı.
Küçücük bir odada, sert bir yatağın üzerinde doğrulmuş bir şekilde duruyordu. En ufak hareketinde bile yatağında oluşan gıcırdama sesi kulağını tırmalıyordu. Yatağının önünde küçük tahtadan yapılmış bir masa gördü. Masanın üzerinde hiçbir şey yoktu. Masanın iki ucunda duran tahtadan yapılmış sandalyeler vardı. Ve bu masa ile sandalyelerin köşelerinin aşınmış, ufaktan kırılmış olduğunu gördü. Eski oldukları belli oluyordu.
Odanın duvarları tuğlaya benzeyen bir şeyden yapılmıştı. Masa ve sandalye dışında ise sadece bir kapı bulunuyordu. Yatağından kalktı, aniden kalkmanın verdiği kısa baş dönmesi geçtikten sonra üzerine bakındı.
Gri bir gömlek ve siyah bir pantolon giyiyordu, ayağında ise siyah bir ayakkabı vardı.
Hareketsiz şekilde ayakta biraz durdu. Nerede olduğu hakkında hiçbir fikri bulunmuyordu. Yataktan, “Gitmeyin.” diye bağırarak uyanmış. Neler olduğunu anlamamıştı. Bomboş etrafına bakmaya devam etti. Aklında, birkaç dakika önce arkasındaki yataktan kalktığı dışında hiçbir anı yoktu.
Biraz düşünse de aklına hiçbir şey gelmemişti. Sadece tek bir şey biliyordu.
“Benim adım… Yuzhou Kami.”
Kendi adını tekrar etti, kendisine dair bildiği ve aklında olan tek şey buydu.
Odada bulunan kapıya doğru ilerledi. Her bir adımında yerdeki tahtaların gıcırdaması duyuluyordu. Sağ elini kapının koluna götürüp kavradı ve yavaşça aşağıya çekerek açtı.
Karşısında aynı şekilde bir kapı daha bulunuyordu. Kapıdan dışarıya doğru bir adım attı ve sol tarafına baktı. Duvar dışında hiçbir şey yoktu, sağ tarafında ise dört adet kapı daha bulunuyordu.
Sağ taraftaki kapılardan sonra ilerideki duvarda bir ışık yansıması gördü. O taraftan gelen birkaç erkeğin gülme, konuşma seslerini duyuyordu. Oraya doğru yavaş bir şekilde ilerlemeye başladı.
Işığa yaklaşınca bir masa ve masanın etrafında altı adet sandalye olduğunu gördü. Bu sandalyelerde oturan dört erkek bulunuyordu. Masanın üzerinde birkaç tane tabak vardı ve tabaklarda yemeklerden artakalan birkaç parça mevcuttu. Masanın arkasındaki duvarda ise oraya konulmuş birkaç tane kılıç bulunuyordu.
Bu dört adamın elinde büyük bardaklar bulunuyordu ve arada bu bardaklardan yudum alıyorlardı. Güzel vakit geçirdikleri belliydi. Yuzhou bu dört adamı incelediğinde hepsinin orta yaşlı olduğunu fark etti. Yaşları hakkında bir tahminde bulunması gerekseydi en küçüğüne otuz yaşında diyebilirdi.
Yuzhou adamları incelerken, aralarından birisi onu fark etti ve ayağa kalktı. Yüzündeki mutluluk ifadesinin yanına şaşkınlık ifadesi de eklenmişti.
“Sonunda uyandın genç adam. Neredeyse bir hafta oldu, nefes almasaydın öldüğünü düşünecektik.”
Yuzhou içinden düşündü.
“Bir hafta mı?”
Ayağa kalkan adam konuşmaya devam etti.
“Benim adım Fel Gnomes, yanımdakiler de kardeşlerim Reuben Gnomes, Kian Gnomes ve Marc Gnomes. Senin adın nedir?”
“Benim ismim, Yuzhou… Yuzhou Kami.”
Yuzhou, yüzündeki duygusuz ifade ile kendisini tanıttı.
Daha sonra Fel Gnomes konuşmaya devam etti.
“Gel, otur öyle konuşalım.” dedi.
Yuzhou yavaş adımlarla masaya doğru ilerledi ve boş sandalyelerden birine oturdu. Fel, gülümseyen bir yüzle,
“Aç mısın, bir şeyler yemek ya da içmek ister misin?” diye sordu.
Yuzhou kafasını iki yana salladı. Daha sonra Fel’de kendi yerine oturdu ve konuşmaya devam etti.
“Ben ve kardeşlerim avcılıkla uğraşıyoruz. Ormanda avlanırken seni yerde hareketsiz bir şekilde yatarken bulduk. Yattığın yer canavarların yuvasına yakın olduğu için yaralandığını düşünmüştük. Üzerindeki kıyafetlerde ufak birkaç yırtık bulunsa da herhangi bir yaran yoktu. Nefes alıyordun ama ne yaparsak yapalım seni uyandıramadık. Bu yüzden en azından kendine gelene kadar seni burada tutmaya karar verdik.” dedi.
Daha sonra birkaç saniye boyunca ortamda bir sessizlik oluştu. Yuzhou aynı duygusuz ifadeyle bakarken, bir yandan da Fel’in anlattıklarını düşünüyordu. Ama nedense ormanda hareketsiz bir şekilde yattığına dair herhangi bir anısı aklına gelmiyordu.
Fel tekrar konuşarak ortamdaki sessizliği bozdu.
“Ailenin nerede olduğunu hatırlıyor musun? Seni geri götürebiliriz.” dedi.
Yuzhou, birkaç saniye daha düşündükten sonra konuştu. Aile… Düşününce aklına hiçbir şey gelmiyordu.
“Benim bir ailem yok.” dedi.
Bunu duyan Gnomes kardeşler ilk başta şaşkın bir yüz ifadesiyle birbirine baktı.
Fel dışındaki üç kardeş aralarında fısıldamaya başlamıştı. Fel, Yuzhou ile konuşmaya devam etti.
“Peki neden ormanda olduğunu hatırlıyor musun? Neler yaşadığını?” dedi.
Yuzhou’nun duygusuz ifadesi hiç değişmiyordu. Ormanda olduğuyla ilgili herhangi bir anısı yoktu.
“Ben ormanda değildim, arkadaki odada yatıyordum.” dedi.
Fel bir şey demeden kardeşlerine döndü, hepsi bir araya yaklaştı ve kendi aralarında fısıldamaya başlamıştı. Yuzhou da onları izliyordu. Ne konuştukları hakkında tek bir kelime duymuyordu.
Fel, kardeşlerine “Bir hafıza kaybı yaşıyor olabilir. Ormanda neler yaşadığını hatırlamıyor, büyük ihtimal bir ailesi var ama onları da hatırlayamıyor.” dedi.
Kian konuştu.
“Bence bir süre yanımızda dursun. En azından bir şeyleri hatırlayana kadar. Daha sonra ailesine geri götürürüz.”
Fel bunu duyduktan sonra diğer kardeşlerine baktı. Onlar da kafasını olumlu anlamında salladı ve geri doğruldu, Yuzhou’ya baktı ve
“İstersen bir süre bizimle birlikte yaşayabilirsin. Dediğim gibi avcılık yaparak geçimimizi sağlıyoruz. Senin için uygunsa sana da bu ormanda hayatta kalmayı öğretebiliriz.” dedi.
Yuzhou adamın dediklerini düşünmeye başladı. Yaklaşık beş saniyelik bir sessizlikten sonra,
“Lütfen bana öğretin.” dedi.
Fel gülümsedi ve ayağa kalktı.
“O zaman hadi gidelim.” dedi güler bir yüzle.
“Nereye?” diye sordu Yuzhou.
Fel Gnomes, arkasındaki duvara yaslı kılıçlardan bir tanesini aldı ve
“Avlanmaya, akşam olmadan yemeğimizi bulmalıyız değil mi?” diye sordu.
Bunu demesiyle birlikte diğer kardeşleri de kalkıp kendisine bir kılıç almıştı. Masada tek oturan kişi Yuzhou’ydu.
Fel, bir kılıcı da Yuzhou’nun önüne koydu ve
“Hadi.” dedi gülümseyen bir ifadeyle.
Yuzhou, ayağa kalktı ve önündeki kılıcı sağ eli ile aldı. Kılıcı kolay bir şekilde kaldırmıştı ve hareket ettirebiliyordu.
Kılıcı eline alıp inceledi, basit bir demirle yapılmış gibiydi. Kahverengi kabzası vardı. Oldukça sıradan görünen bir kılıçtı.
Yuzhou incelerken başına birkaç saniyelik keskin bir ağrı girdi. Ağrısı geçtikten sonra içinden konuşmaya başladı.
“Basit, başlangıç seviyesinde bir malzemeden yapılmış bir kılıca benziyor. Dört, beş gümüşten pahalıya satılmaz. Demircilik hakkında küçük bir bilgiye sahip olanların bile yapabileceği sıradan bir kılıç. Ekstra herhangi bir özelliği yok.”
Aklına gelen bu şeylerden sonra duraksadı.
“Bunları nereden biliyorum?” diye düşündü.
Fel ve kardeşleri kapıya doğru yönelmişti. Fel’in, Yuzhou’ya
“Ne bekliyorsun, hava kararmak üzere.” demesiyle birlikte Yuzhou kendine geldi ve onların yanına doğru ilerlemeye başladı. Daha sonra hepsi birlikte kapıdan dışarıya çıktılar ve ilerlemeye başladılar.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..