Altın işlemelere sahip kırmızı bir at arabası ağaçların arasındaki bir patikada hızlıca ilerliyordu. Arabanın etrafında on atlı asker duruyordu. On iki askerin hepsi gümüş zırhlarla donanmıştı. Zırhların göğsünde kırmızı bir güneş arması vardı.
At arabasının içinde sarı bir elbise giyen genç bir kız vardı. Kızın parlak sarı gözleri ve açık kahverengi saçları parlıyordu. Beyaz teni ve kıvrımlı vücudu ona göz alıcı bir görünüm veriyordu. O sırada karşısında oturan çocuğu bıkkın bir şekilde dinliyordu.
Karşısındaki çocuk ufak bir erkekti. En fazla 11 veya 12 yaşındaydı. Aynı kız gibi parlak sarı gözlere ve açık kahverengi saçlara sahipti. Üzerinde kırmızı bir ceket ve siyah bir pantolon vardı. Heyecanla kıza bir şeyler anlatmakla meşguldü.
Bir süre sonra kız sıkılmış bir sesle konuştu.
"Ah, Pete. Yeter artık. Aynı şeyi onuncu kez anlatıyorsun."
Pete hızlıca cevap verdi.
"Ama anlamıyor musun? Eğer Fluia çiçeğini ve Alfandia otunu arıtıp Gargarot kanıyla birleştirebilirsem ve bunu bir ilaç haline getirebilirsem sahip olduğu mana miktarı inanılmaz olur!"
Kız sinirli bir yüzle cevap verdi.
"Evet, haklısın. Mana miktarı o kadar inanılmaz olur ki ilacı içen kişi anında ölür. O üç malzeme arıtılmadan yense bile aşırı bir mana miktarına sahip ve hepsini birleştirirsen içerdiği mana yasaklı ilaçları bile geçer."
Pete hemen cevap verdi.
"Eğer tek hap olarak yapmazsam olmaz ama! Hepsini birleştiririm ve birkaç hap oluştururum. Bu sayede içerdiği manayı da bölmüş olurum."
Kız alaycı bir sesle konuştu.
"Tek seferde birden fazla ilaç yapmak mı? Sen ne ara bir Simya Büyükustası oldun bakalım?"
Çocuk dudaklarını büzdü.
"Şimdi değil ama olacağım. Ve o zaman sende göreceksin Selia Abla."
Selia çocuğun haline ufak bir kahkaha attı ve çocukla tartışmaya devam etti. Bunlar olurken ise gittikleri patikanın ileri kısımlarında ağaçların arasında 21 maskeli adam saklanmıştı. 20'sinin maskeleri beyazdı ve birininki ise sarıydı.
Sarı maskeye sahip olan at arabası onların menziline girdiği anda eline bağlı birkaç teli çekiştirdi. Beyaz maskeli olanlar telleri hissettikleri anda ağaçların arasında yerlerini değiştirdi ve kendilerini sakladılar. O anda askerlerde bir şey görememişti.
At arabası hızlıca ilerledi ve kısa bir süre sonra adamların saklandığı bölgenin merkezine geldiler. Tam o anda birden 20 maskeli adam at arabasına doğru atıldı.
Askerler hemen kılıçlarını çekti. Askerlerden biri bağırdı.
"Dikkat edin! Bu maskeler Hayalet Kılıç Loncası'nın maskeleri! Silahları zehirli olabilir!"
Bir başka asker anında bağırdı.
"Ne yaparsanız yapın at arabasına yaklaşmalarına izin vermeyin!"
Maskeli adamlar askerlere ulaştığında hepsi silahlarını çekmişti. Bazılarının ellerinde bıçak vardı. Bazıları ise biraz daha uzun olan kısa kılıçları kavramışlardı.
Askerler ise uzun gümüş kılıçlarını çekmişlerdi. Hepsi at arabasının yakınında duruyorlardı.
Maskeli adamların yarısı at arabasını tamamen çevirip kaçacak yerleri kapatırken diğer yarısı ileri atılıp saldırmaya başlamıştı.
Askerler kendilerine saldıran bıçakları kılıçlarıyla engellediler. Bir yandan da etraflarını saran diğerlerine bakıyorlardı. Sadece önlerindeki savaşa odaklanırlarsa at arabasını korumaları imkansız olurdu.
Yaklaşık on dakika boyunca bu şekilde sürdü. Arada saldıran ve at arabasını çeviren maskeliler yer değiştirerek saldırdı. Askerler bunun nedenini anlamıştı. Maskeliler enerjilerini koruyarak onları zayıflatıyorlardı. Ancak bunu fark etmelerine rağmen yapabilecekleri bir şey yoktu. At arabasını, daha doğrusu içindeki kişileri korumaları lazımdı.
Orada askerler ve maskeliler savaşırken sarı maskeli adam ise patikanın etrafındaki ağaçların arasında ilerliyor ve bazı ağaçlara bir şeyler saplıyordu. Birkaç kez patikanın karşısındaki ağaçlarda da aynısını yaptı ve son olarak at arabasının sıkıştığı yerdeki patikanın girişindeki ve çıkışındaki ağaçlara da sapladı. İşini bitirdikten sonra bir süre daha savaşı izledi ve sonra tiz bir ıslık çaldı.
Islığı duyan maskelilerin hepsi geri çekildi ve saldırmayı bıraktı ancak hepsi hala arabanın etrafını sarmış halde bekliyordu.
Sarı maskeli adam savaşı izlediği ağcaın tepesinden aşağı atladı ve yavaşça arabaya yaklaşmaya başladı. Bu sırada ise askerlere bakıyordu.
Beyaz maskelilerin biraz arkasında durdu ve konuşmaya başladı.
"Bir kez söyleyeceğim, bu alan çoktan benim tellerimle kaplandı yani kaçmanız imkansız. Ya Selia Halpis'i verip hayatta kalırsınız ya da burada ölürsünüz. Sizin seçiminiz."
Askerlerin arasından biri haykırdı.
"Genç Hanımefendi'yi almak? Rüyanda görür- Aaah!"
Asker daha konuşmasını bitiremeden sarı maskeli adamın fırlattığı ufak bir bıçak miğferin göz kısmından geçmiş ve gözüne saplanmıştı. Sarı maskeli adam atından düşen askere bakarken konuştu.
"O bıçak zehirliydi."
Daha sonra hala atlarının üzerindeki dokuz askere döndü.
"Ve birden fazlasına sahibim."
Askerler yutkundu. O sırada askerlerden birisi kendi kendine mırıldanıyordu.
"Silah olarak tel ve zehirli bıçaklar, sarı maskeli bir suikastçi... Yılandiş!"
Yılandiş Hayalet Kılıç Loncası'nın tanınan suikastçilerindendi. Hayalet Kılıç Loncası'nın seviyelendirmesine göre yalnızca 2.seviye bir suikastçiydi ama şu ana kadar elinde birçok savaşçı ölmüştü. Onu tanıyan askerler bir kez daha yutkundu ve kılıç tutan elleri hafifçe titremeye başladı.
Yılandiş bir adım daha ileri attı ve konuştu.
"Pekala, yeterince bekledim. Geberin."
"Hayır!"
Birden at arabasının kapıları açıldı ve Selia dışarı fırladı. Gözleri hafifçe dolmuştu.
"Diğerlerine dokunmayacaksın. Ölen tek kişi ben olacağım."
"Hanımefendi!"
Askerler reddettiklerini belirten sesler çıkardı. Zaten korumaları gereken kişiyi koruyamamaları onların ölümünü getirirdi.
Askerler onu vazgeçirmeye çalışırken at arabasının içinden ufak bir çocuk da çıktı. Hemen ilerleyip Selia'nın bacaklarına sarıldı.
"Hayır... Olmaz... Gidemezsin..."
Selia elini uzatıp yavaşça çocuğun başını okşadı.
"Pete, buradan çıkmanız gerekiyor. Hadi, içeriye gir."
Pete yaşlarla dolu gözlerini Selia'ya dikti.
"O halde ben de dışarıda kalacağım."
Selia'nın yüzünde buruk bir gülümseme belirdi.
"Sen az önce büyükusta olacağım demiyor muydun? Olsan iyi olur. Hadi, içeri."
Askerlere gözleriyle işaret etti ve iki tanesi Pete'i tutup geri çekti. Onu arabanın içine koyduktan sonra kapıları sıkıca tutmaya başladılar. Pete içeriden kapılara vuruyordu.
Selia derin bir nefes aldı ve elleriyle dolu gözlerini hafifçe sildi. Sonra Yılandiş'e doğru birkaç adım attı.
"Ben öldükten sonra onları bırakacaksın."
Askerler hala tereddütteydi. Hiçbiri buna izin vermek istemiyordu ama Yılandiş'le savaşsalar da kazanamazlardı. Sadece kendilerini boş yere öldürürlerdi.
Yılandiş belinden bir bıçak çekerken ilerledi.
"Pekala, doğru kararı verdin. Sen öldükten sonra onları bırakacağım ve seni de acısı-"
Bir anda adımları durdu ve arkasına baktı. Selia ani tepkisine şaşırmış ve geriye birkaç adım atmıştı. Yılandiş yanındaki iki beyaz maskeli'ye baktı.
"Orada birisi tellerimi kesti. İşi tehlikeye atamayız. Kontrol edin."
İki beyaz maskeli hızlıca Yılandiş'in gösterdiği yere ilerledi. Yılandiş'se orada bekliyordu ve kendi kendine mırıldanıyordu.
"Kızdan sonra hepsini öldürmeyi planlıyordum ama bir tanık daha olursa loncaya sıkıntı çıkarırım. Loncanın cezasındansa ölmeyi seçerim."
O düşüncelere dalmışken birden sağ elindeki bilekliğin üzerindeki iki beyaz taş kırıldı ve yere düştü. Yılandiş bir an hafifçe tereddüt etti ve yine beyaz maskelilere döndü.
"O ikisi öldü. Gelen kişi bir uzman olabilir. Burada bekleyip birlikte saldıracağız. Zaten kaçamaz. Bir kez tellerimi görebilmesi her zaman görebileceği anlamına gelmez."
Suikastçiler beklemeye başladı. Bir süre sonra ağaçların arasından siyah cübbeli bir genç çıktı. Siyah cübbesinin bir kısmı kanla kaplanmıştı. Elindeki kılıcı kaplayan kan kılıcın parlaklığını engelliyordu. Siyah saçları hala topluydu ve kan kırmızısı gözleri bir süre Yılandiş'i süzdü.
Bu genç Paul'dü. Ormanda kaybolmasının üzerinden sadece birkaç saat geçmişti ve o süre boyunca bir patika aramıştı. Sonuna bir patikaya yaklaştığını anladığında ise saldırıya uğramıştı ve bu onun sinirini bozmuştu. Ve şimdi ise karşısında ona saldıran adamlardan 18, hayır, eğer sarı maskeli olanı da sayarsak 19 tane vardı. Elbette kolay kolay bırakmayacaktı. Bir süre sarı maskeli adama baktı.
Gencin gözlerini hisseden Yılandiş hafifçe titredi. Gencin az önce iki kişiyi öldürmesine rağmen sakin ve umursamaz bir şekilde kendini süzmesi hoşuna gitmemişti. Ayrıca o anda nedense tüm hisleri bir tehlike uyarısı veriyordu. Bağırarak konuştu.
"Kimsin ve neden buradasın!?"
Paul adamı süzmeyi bıraktı ve kılıcını omzuna dayadıktan sonra konuştu.
"Ormanda kaybolan ve Altın Güneş Şehri'nin yolunu arayan bir adamım ve yanılmıyorsam sen de kendilerini gizlediklerini sanıp arkamdan saldırmaya çalışan iki salakla bağlantılı birisin."
Yılandiş öfkeli bir sesle konuştu.
"Ben Yılandiş'im! Sarı maskeli bir suikastçiyim ben! Her neyse, ölecek birinin saygısına ihtiyacım yok zaten. Sarın etrafını!"
10 suikastçi Paul'ün etrafını sardı. Paul ise o sırada derin bir nefes verdi ve Yılandiş'in arkasını döndüğü askerlere baktı. Askerler onları saran 8 suikastçi ve Yılandiş yüzünden bir şey yapamıyorlardı.
Ondan sonra Paul'ün gözleri Yılandiş'in arkasındaki kıza döndü. Monoton bir sesle konuştu.
"Altın Güneş Şehrine giden yolu biliyor musun?"
Kız bir anda şaşırdı ama sadece başını salladı. O sırada Yılandiş öfkeyle bağırdı.
"Beni görmezden geliyorsun ha? Öyle olsun, öldürün!"
10 suikastçi aynı anda Paul'ün üzerine atıldı. Paul ise hala hareket etmemişti. O sırada etrafındakilerin gücünü inceliyordu.
"Beyaz maskelilerin en güçsüzü düşük derece bir savaşçı, en güçlüsü ise orta derece. Şu sarı maskeli olan ise zirve derece olmalı."
O anda bir anda Paul ona doğru atılan 10 suikatçiye odaklandı.
"Kaybolun."
Sakince çıkan bu sözcüğün ardından Paul'ün etrafını yoğun bir ateş kapladı ve ona saldıran suikastçileri hazırlıksız yakaladı.
10 suikastçinin bedenleri parlak alevlerin arasında yanarken birden Yılandiş'in bilekliğindeki 10 beyaz taş kırıldı. O sırada ise Yılandiş korkuyla alevleri inceliyordu.
"Büyücü, hassiktir..."
Yılandiş o anda korkmuştu. İlk başta Paul'ü bir savaşçı sanmıştı ve onu hemen yenebileceğini düşünüyordu ama şu anda bir tereddüte düşmüştü. Eğer aynı seviyedeki büyü ve kılıç enerjisi karşılaşırsa kazanan büyü olurdu. Bunu neredeyse herkes biliyordu.
Geriye doğru bir adım atarken tek yapabileceği Paul'ün seviyesinin fazla yüksek olmaması için dua etmekti.
O düşünürken arkasında duran Selia ve askerler ise şaşırmıştı. Anında 10 suikastçiyi öldürebilen biri onları da kurtarabilirdi. İçleri umutla doldu.
O sırada ise parlak alevlerin arasından Paul çıktı. O sırada şaşkınlıkla zarar görmemiş olan cübbesine bakıyordu.
"Gerçekten yanmadı demek. Sanırım 100 altına değermiş."
Daha sonra gözlerini Yılandiş'e dikti.
"Geliyorum."
Yılandiş bir anda tehlike hissinin nedenini anladı. Karşısındaki çocuğun seviyesini bilmiyordu ama o anda kendisinden güçlü olduğunu anlamıştı. Hemen bağırdı.
"Herkes saldırsın!"
Diğer 8 suikastçi de ileri atıldı. O sırada ise Yılandiş Selia'nın boynuna doğru bıçağını savurdu.
Selia'nın gözlerindeki umut yavaşça sönerken birden bir bağırış duydu.
"O kadar çabuk değil!"
Keskin bir rüzgar ileri fırladı ve Yılandiş'in sağ kolu dirseğinin hafifçe üst kısmından koparak yere düştü. Birden Yılandiş acıyla haykırdı.
Arkasına dönüp baktığında az önce gönderdiği sekiz kişiden dördünün çoktan öldüğünü, diğer dördünün ise Paul tarafından kılıç ile kolayca engellendiğini gördü.
"Lanet olsun!"
Ayağa kalktı ve görevi boş verip anında kaçmaya başladı. Paul onun kaçmasını umursamadı. Ona saldıran dördüne konuştu.
"Lideriniz kaçtı. Kaybolun."
Suikastçiler hemen kaçıştılar. Yılandiş aralarındaki en güçlü kişiydi. O bile kaçmak zorunda kalıyorsa onlar nasıl karşı çıkabilirlerdi ki?
Paul suikastçilerin ayrıldığını görünce kılıcını kınına geri soktu ve şaşkın gözlerle onu izleyen kıza döndü.
"Şimdi, şehre nasıl gideceğimi söyler misiniz acaba?"
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..