"G-Genç Efendi!"
"Ne istiyorsunuz!?"
Latai ona birden bağırıldığı sırada kitap okuyordu. Kitap okumak sevdiği birkaç şeyden biriydi ve kitap okurken rahatsız edilmekten hiç hoşlanmıyordu. Orta yaşlı kahya odaya girdi ve titrerken dizlerinin üzerine çöktü. Latai'nin sinirli bakışlarının altında konuşmaya başladı.
"G-genç hanımefendi H-Helen'in yaşam tableti..."
Latai kitabı kapatıp ayağa fırladı. Bağırarak konuştu.
"Helen'e ne oldu!?"
Kahya daha fazla titremeye başladı.
"Y-yaşam tableti, parçalandı!"
Latai olduğu yerde dondu. Bir süre hislerini kaybetti. Hislerini yeniden kazandığında ise kahyayı iterek hızlıca odadan ayrıldı ve yaşam tabletlerinin bulunduğu ana salona ilerledi.
Ana salon o anda bir karışıklık içerisindeydi. Helen henüz Ferrua Ailesine katılmamış biri olsa bile onların genç efendilerinin nişanlısıydı. Helen'e saldırmak Latai'ye saldırmak anlamına gelmiyor muydu?
Latai ana salondaki kalabalığı yararak ilerledi ve bir süre sonra odanın merkezinde, kendi yaşam tabletinin yanında duran parçalanmış taş parçalarını gördü. Parçaları gördüğünde tüm zihnini bir his kapladı. Bu his üzüntü değil, öfkeydi. Onun nişanlısına saldıracak kadar cesur olmak ona karşı gelecek kadar cesur olmak ile aynı şeydi. Kim ona karşı koyuyordu?
Gözleri öfkeden kızarırken birden omzunda narin bir el hissetti. Arkasını dönüp baktığında parlak yeşil gözleri fark etti. Annesi Vanna onun omzunu tutmaya devam ederken konuşmaya başladı.
"Küçük Latai, merak etme, Helen'e neler olduğunu bulacağız ve bunu yapan kişinin peşini bırakmayacağız. Annene güvenebilirsin."
Annesi gerçekten onun üzüldüğünü sanmış ve onu teselli edecek bir şekilde konuşmaya çalışmıştı. Latai ise bir tepki vermeden yeniden gözlerini parçalanmış taş tablete dikti.
O sırada arkasından gür bir ses yükseldi.
"Evlat, merak etmene gerek yok. Annen haklı. Helen henüz seninle evlenmemiş olsa bile bizim ailemizden sayılırdı. Bunun peşini kolay kolay bırakmayacağız."
Latai arkasını döndüğünde babasını gördü. Babasının sarı saçları da aynı onunkiler gibi uzundu. Yeşil gözleri parlaktı. Latai ile arasındaki fark ise vücudunun çok daha kalıplı ve yüzünün çok daha erkeksi olmasıydı. Latai ise annesiyle eş gibiydi.
Babası yavaşça Latai'nin yanına ilerledi ama Latai'ye bakmadı. Latai onun oğlu olsa bile onu umursamıyordu. Savaşçı bir ailenin genç efendisinin onun gibi zayıf biri olması sinirini bozuyordu ama ne olursa olsun o kendi oğluydu. Onu sevmese bile onurunu korumalıydı.
Ayrıca bu neredeyse tüm ailenin bir sorunuydu. Latai ailenin ikinci genç efendisiydi ve onun nişanlısı oldukça yüksek bir rütbeye sahipti. Onun gibi birinin ölümünün nedeni bulunmazsa bu ailenin şanını kötü etkilerdi.
Yavaşça parçalanmış taşlara yaklaştı ve bir süre eğilip onlara bakındıktan sonra ayağa kalktı. Toplanan kalabalığa döndü ve bağırdı.
"Yaşam Tabletinin gösterdiği ölüm yeri ormanın Karaağaç bölgesinde. Oraya neden gittiğini bilmiyorum ama bu önemli değil. Oraya gidin ve cesedi geri getirin. Ayrıca çevreyi araştırın ve ölüm nedenini bulun."
Kalabalık bir anda dağıldı. Onlarca savaşçı birden kapılara fırladı ve ormana yöneldi. O sırada Vanna eşine yaklaştı.
"Tuann, sence neler oldu?"
Tuann başını çevirdi ve başını sallarken hüzünlü bir sesle konuştu.
"Bilmiyorum Vanna, ama peşini kolayca bırakmayacağım."
O sırada dışarıdaki hüzünlü sesin aksine içinde kuduruyordu.
"Neler oluyor be! Önce Altı ve Dört'ü öldürebilecek kadar güçlü biri karşımıza çıkıyor, daha sonra oğlumun nişanlısı ölüyor! Şimdilik şu çocuğu bırakmam gerekiyor sanırım. Yoksa plan tamamen çökebilir. Ailemin adı kötüye çıkarsa kurduğumuz her şey boşa gider!"
Daha sonra zihni sakinleşti.
"Pekala, şimdilik Helen'in olayıyla ilgileneceğim. Zaten Gren yakında gelecek. O ve suikastçiler o çocukla ilgilenirler."
Tuann karısının ve oğlunun yanından ayrıldı ve odasına doğru ilerledi.
O sırada Paul çoktan ormandan çıkmıştı ve şehre doğru ilerleyen patikada hızlıca koşuyordu.
Kendini geliştirmek için haplara ihtiyacı vardı ve şu anda hapları alacak parası vardı. Bu yüzden acele ediyordu.
Kısa bir süre sonra şehir kapılarına ulaştı ve yavaşça içeriye girerken birden bir asker önüne çıktı. Daha sonra asker Paul'ün üzerindeki kan lekelerini ve belindeki kılıcı gördü ve konuştu.
"Bu lekeler ne oluyor?"
Paul durdurulmaktan hoşlanmamıştı ama yine de sakin kaldı. Omzunu silkti ve konuştu.
"Ormanda canavar avlıyordum. Onların kanı. Bir sorun mu var?"
Asker'in yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Daha sonra dik bir duruşa geçti ve sağ eliyle belinde duran kılıcı kavradı. Kibirli bir şekilde konuştu.
"Evlat, o kanın nereden geldiğini bilmiyorum ama senin canavar avlamış olman imkansız. Bak, gerçekten avladıysan bana birini göster ve onu bana bırak. Ben de içeri girmene izin vereyim."
Paul kaşlarını çattı. Daha sonra karşısındaki adamın sadece orta seviye bir savaşçı olduğunu anladığında yavaşça konuşmaya başladı.
"Bak, şimdi fazla zamanım yok yani..."
O sırada asker birden içten bir korku hissetti. Gözleri karşısındaki çocuğun kan kırmızısı gözleriyle buluştuğunda titremeye başladı. Sanki karşısındaki kişi, var olan en acımasız ve en güçlü hükümdarmış gibi hissediyordu. Çocuğun aurası sarsıcı, öfkeli ve asildi.
"Çık git."
Çocuğun son sözlerini duyduğunda karşı gelmeye cesaret edemedi ve hemen yolundan çekildi. Paul hızlı adımlarla yoluna devam ederken asker olduğu yerde nefes nefese kalmıştı.
Spadia ise kahkahalar atıyordu.
"Hahahaha... Hey, yüzünü gördün değil mi? Çok komik değil miydi? Hahahaha..."
Paul de biraz güldü ama ilerlemeyi kesmedi. Kısa bir süre sonra ise Engin Gökyüzü Salonu'nun kapılarına ulaştı. Aslında direkt olarak ilaç almak için Halpis Ailesinin Dükkanına gidecekti ama ormanda topladığı eşyaları satmayı unuttuğunu fark etti. Kendisi canavar avlamamış olsa da Vinn ve Cren'in üstünde avlanmış yaklaşık 16 canavar vardı. Ayrıca ormanda parçalanmış olarak bulduğu canavarlardan aldığı birkaç parça da vardı.
Yavaşça salona girdi ve bir süre etrafa bakındı. Eşyaları nereden satacağını bilmiyordu. O sırada mavi gözlü bir kadın gülerek ona yaklaştı.
"Sizi yeniden görmek çok güzel. Engin Gökyüzü Salonuna hoşgeldiniz Bay..?"
Ruos bu genç adamı hatırlıyordu. Latai'ye karşı gelip bir de kazanmak herkesin yapabileceği bir şey değildi. Ayrıca onun Huan'ı engellediğini de görmüştü.
Paul gülerek konuştu.
"Adım Paul. Paul Veussia."
Ruos gülerek konuştu.
"Bay Paul, Engin Gökyüzü Salonuna hoşgeldiniz. Size yardım edebileceğim bir şey var mı acaba?"
Paul başını kaşırken konuştu.
"Aslında birkaç şey satmak istiyorum ama nereden satacağımı bilmiyorum."
"Ah, beni takip edin Bay Paul. Sizi satım alanına götüreyim."
Ruos ilerledi ve salonun ana tezgahının yanındaki sarı bir kapıdan içeri girdi. Paul'de onu takip ederek içeri girdi.
İçeride büyük bir masa duruyordu. Masanın üstü Paul'ün ne olduğunu bilmediği birkaç alet dışında tamamen boştu. Masanın arkasında bıyıklı, kısa bir adam dikiliyordu. Adam gülümseyerek Paul'e yaklaştı.
"Hoşgeldiniz efendim. Ben William Freunord. Engin Gökyüzü Salonu'na yapılan satışlarda eşyaları inceleyen birkaç kişiden biriyim. Lütfen, satmak istediğiniz eşyaları masaya yerleştirin. Onları incelemem gerekiyor."
O sırada William yeni hatırlamış gibi konuştu.
"Ayrıca, şu anda özel bir siparişimiz var. Triall Ailesi için bir zehir kesesi arıyoruz. Zarar görmemiş olması gerekiyor. C seviyeli bir yılandan alınmışsa 100, B seviyeli olandan alınmışsa 500 altın olacak. A seviyeli ve üstü için direkt olarak aileyle irtibata geçmeniz gerekiyor."
Paul William sözlerini bitirdiği anda boyutundaki zehir kesesini çıkardı ve masaya koydu. William masaya yaklaştı ve büyüteç gibi duran bir aleti alarak bir süre zehir kesesini inceledi. Daha sonra gülerek konuştu.
"B seviyeli bir yılandan alınmışa benziyor ve zarar yok. 500 altın satımınız bittiğinde size verilecek."
Paul başını salladı ve William zehir kesesini bir evren yüzüğüne attıktan sonra boyutundaki tüm canavar cesetlerini masaya çıkardı. Masa zar zor dayanmıştı ve neredeyse çökecek gibi duruyordu.
William'ın ağzı açılmıştı. Paul'e baktı. Bu gencin bu kadar fazla canavar avlaması pek inandırıcı gelmiyordu.
Ruos da şaşırmıştı ama Paul'ün onları avlayamayacağını düşünmüyordu. Gözlerinde sadece saf şaşkınlık vardı.
William yavaşça konuştu.
"Eh, bu biraz sürebilir Bay..."
Paul gülerek konuştu.
"Adım Paul. Ayrıca zamanım var ama yine de hızlı olmak daha iyidir."
William başını salladı ve hemen canavar cesetlerini incelemeye ve farklı parçalarını ayırmaya başladı.
Bir süre sonra tüm cesetler farklı parçalara ayrılmış ve parçalar farklı yüzüklere konulmuştu. Ufak bir yüzük yığını masanın üzerinde oluşmuştu ve William da gülüyordu.
"Bay Paul. Getirdiğiniz 17 cesedin içinden çoğu hala sağlam kürklere ve kemiklere sahip. Panter haricindeki hayvanların kürkleri kemikleri ve satılabilecek diğer malzemeleri tamamen alındı ve özel siparişlerden ikisi daha tamamlandı. Şu anda toplam kazancınız 47850 altın ediyor."
Paul gülümserken başını salladı. Canavarların hiçbirinin kendisi tarafından avlanmadığını varsayarsak oldukça iyi bir kazancı vardı.
William odanın arkasındaki bir kapıya girdi ve kısa bir süre sonra geri döndü. Elindeki altın renkli yüzüğü Paul'e uzattı.
"Bay Paul, salonumuz size Altın Gökyüzü Yüzüğü'nü vermeyi teklif ediyor. Kabul ediyor musunuz?"
Ruos'un ağzı sonuna kadar açıldı. Daha sonra anlamamış gibi gözüken Paul'ün yanına gitti ve fısıldayarak konuştu.
"Bay Paul, Altın Gökyüzü Yüzüğü sadece önemli müşterilere verilen bir yüzüktür. Onun sayesinde Engin Gökyüzü Salonu'nun her şubesinde gerçekleşen açık arttırmalara özel müşteri olarak katılabilir ve aldığınız her üründe %20'lik bir indirim yaptırabilirsiniz."
Paul'ün gözleri parladı. Gülümseyerek William'ın ona uzattığı yüzüğü aldı ve yüzüğün üzerindeki yeşil-mavi taşa bir kez baktıktan sonra yüzükteki altınları kendi boyutuna attı. Yüzüğü de onların yanına yolladı.
William Paul'ün yüzüğü nasıl kullandığını umursamıyordu. Avladığı canavarlar yeterince üst düzeydi ve eğer daha fazlasını avlayıp Engin Gökyüzü Salonu'na samaya devam ederse bu salona büyük kazanç getirirdi. Elbette ona yüzüğü vermeyi William önerdiği için ona da büyük bir kazanç getirirdi. William o anda geleceğe yatırım yapıyordu.
Paul daha sonra hafifçe gülümseyerek konuştu.
"Umarım ileride daha fazla iş yaparız. Şimdi, ayrılmam gerekiyor."
"Evet, evet."
William ilerledi ve Paul için kapıyı açtı. Paul ise gülümseyerek odadan çıktı ve yavaş adımlarla salondan ayrıldı. Salondan ayrıldığı anda birden adımları hızlandı ve koşmaya başladı.
O sırada düşünüyordu. Helen'in yüzüğünden 120000 altın almıştı. Cren ve Vinn'inkilerden toplam 38000 altın almıştı ve yüzüklerden aldığı cesetleri ise satmıştı.
Paul'ün bu seferki "av"ından toplam kazancı 205.850 altındı. Hafifçe gülümsedi ve zaten hızlı olan adımlarını daha da hızlandırarak Halpis Ailesinin Dükkanına ilerlemeye başladı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..