"Dur... Dur... Yalvarırım dur..."
Deri zırhlı adam zar zor nefes alıyordu. Çünkü her nefes alışında burnuna başlarıyla birlikte farklı uzuvları da koparılmış adamlarının kan kokusu ve yanan çimlerle cesetlerin ağır kokusu geliyordu.
Elbette, kesilmiş sol kolunun acısı da bunun bir nedeniydi.
Paul ise hâla adama doğru ilerliyordu. Son ceseti de yaktıktan sonra soğuk bir şekilde gülümseyerek konuştu.
"Senin şu 'Patron' nerede?"
Adam yutkundu ve sessiz kaldı. Paul kaşlarını çattı ve kılıcını adamın boynuna dayadı.
"Konuş artık. Vaktim yok."
Adam derin bir nefes aldı. Daha sonra hala titrerken konuştu.
"K-Kara Ova'nın merkezinde bir s-sığınağımız var. Oradadır."
Paul kılıcını çekti. Daha sonra adamı deri zırhının boynundan tutarak kaldırdı.
"Beni götürmeye ne dersin?"
Adam zaten başka seçeneği olmadığını bildiğinden başını hızlıca sallayarak kabul etti. Zaten böyle birine karşı ne yapabilirdi ki?
Paul bir süre adamı takip etti. Adam sol kolunun acısı ve Paul'e olan korkusu yüzünden tökezleyerek yürüyordu ama hızlı sayılırdı. Bir süre sonra Paul ve adam Paul'ün ormana ilk girdiği siyah çimlerle dolu alana geçti.
Paul sessiz kalıp adamı takip etmeye başladı. Yaklaşık yarım saat boyunca ilerledikten sonra ise görüş alanlarına bir bina girdi.
Bina, daha çok bir kaleye benziyordu. Etrafı duvarlarla çevriliydi ve duvarların üzerlerinde insanlar vardı.
Paul keskin gözleriyle insanları görüyor olsa bile insanlar onu kolay kolay göremezdi. O sırada adam parmağıyla kaleyi göstererek konuştu.
"O-orası."
Paul zaten bunu anlamıştı. Elini adamın omzuna koydu ve iki kez vurdu. İkinci vuruşunda alevler adamın tüm bedenini sardı ve yaktı.
Bundan sonra Paul hızlıca kaleye ilerlemeye başladı.
Kısa sürede kalenin kapılarına varan Paul kalenin önündeki gardiyanın bakışlarına maruz kaldı. Daha sonra gardiyan konuştu.
"Velet, neden buradasın?"
Paul dişlerini sıktı. Bu gardiyan ondan güçsüz olmasına rağmen ondan güçlüymüş gibi davranıyordu. Yine de aklına gelen bir şey yüzünden sessiz kalmayı tercih etti.
Endişeli bir ifade takındı ve konuştu.
"Ormana gönderilen bir takımdanım. Patron'a iletmem gereken büyük bir haber var."
Gardiyan Patron sözünü duyunca yutkundu. Daha sonra bağırdı.
"Senin gibi bir velet nasıl Patron'la konuşmak isteyebilir! Toz ol!"
Paul vazgeçmedi.
"Bu önemli. Ormandaki canavarlarla ilgili. Biz bir canavar yuvası bulmuş olabiliriz."
Gardiyan "canavar yuvası" sözlerini duyunca cevap veremedi. Karanlık Sürgün Alanı'nda canavarlar oldukça önemliydi. Bir yuvanın önemini ise kendisi de anlıyordu. Geriye çekildi ve kapıyı açtı.
"İçeriye girince konuyu oradakilerden birine söyle. Seni Patron'a yönlendirirler."
Paul başını salladı ve hızlıca içeri girdi.
İçerisi dışarısının aksine oldukça canlı bir yerdi. Bahçe gibi görünen kısımdaki çimler her şekilde siyah olsa da etrafın görüntüsü oldukça hoştu. Elbette, bu sadece alanın kalanıyla kıyaslayınca bu şekilde oluyordu.
Paul hızlıca kalenin iç kısımlarına doğru ilerlemeye başladı. Bir süre dolaştıktan sonra büyük bir kapı görünce ona ilerledi.
Kapının önüne geldiğinde bir başka koruma onu durdurdu.
"Buraya giremezsin."
Paul telaşlı bir ifade takınıp konuştu.
"Patron'a iletmem gereken bir şey var."
Koruma şaşırmış göründü. Daha sonra Paul konuştu.
"Bu ormandaki canavarlarla ilgili. Onu hemen görmem lazım."
Koruma bir anlığına tereddüt ettikten sonra çekildi. Paul kapıyı açarak içeriye girdi.
İçerisi göz alıcı olarak tanımlanabilecek bir yerdi. Hatta alanın dışında bile.
Yerde kırmızı renkli halılar parlıyor, duvarlarda ise odaya farklı bir hava katan ışık taşları bulunuyordu.
Odanın ilerideki kısımlarında bir adam tahtın üstünde oturuyordu. Paul adamın yüzünü göremedi. Çünkü o sırada adam kucağında oturmakta olan bir kadınla yiyişmekle meşguldü.
Kapıyı kapattığında çıkan ses adamın ilgisini çekmiş olacak ki kadını üzerinden çekti ve siyah gözlerini Paul'e dikti. O sırada Paul'de onun görünüşünü inceliyordu.
Adam yaklaşık 30 yaşlarındaydı. Teni bronzdu. Siyah saçlara ve sakallara sahipti. Gözlerinde Paul'ü süzen bir bakış vardı ancak birkaç saniye sonra bu bakış yerini şaşkınlığa verdi.
Nedeni belliydi. Karşısındaki çocuk, kendisi Zirve seviye bir savaşçı olmasına rağmen ondan daha güçlü bir aura yayıyordu!
Ayağa kalktı. Paul'le göz göze geldi.
O sırada Paul iç çekti. Bu adamların "Patron"larının daha güçlü olacağını sanmıştı. Sadece zirve seviye bir savaşçı görmeyi planlamıyordu.
Patron yavaşça konuştu.
"Sen de kimsin? Birliğimde senin gibi birini hatırlamyorum."
O sırada bıraktığı kadın şehvetli bir sesle konuştu.
"Juo, işini hızlı bitir, Sabırsızlanı-"
"Kapa çeneni!"
Juo Patron'un gerçek ismiydi. Bilen kişiler ise sadece onun kadını olanlardı. Kadın Juo'nun sert çıkışına bir anlam veremeden geri çekildi ve köşeye sindi.
Juo ise Paul'ü incelemeye devam etti. Bu gencin neden burada olduğunu anlamamıştı. Eğer "o şey" için buradaysa kesin olarak kaybetmediği sürece bunu yapamazdı. "O şey"i ele geçirmek için birçok adamını feda etmişti.
O sırada Paul yavaşça kılıcını çekti. Karşısındaki adam güçlü biri olmasada burada bulabileceği uzman biriydi. Yapabileceği tek şey onunla yetinmekti.
Juo hemen geri çekildi ve tahtın yanında duran baltasını kavradı. Düşmanının aurası güçlü olsa bile savaş gücünü bilmiyordu. Savaşırsa kazanma şansı vardı.
O sırada Paul ileri atıldı ve kılıcını savurdu. Juo kılıcı hemen baltasıyla engelledi.
O sırada Paul Juo'nun gücünü anlamıştı. Juo denen bu adam burada "Patron" olarak anılsa da aslında güçsüzün tekiydi! Bir savaşçı olmasına rağmen kol gücü oldukça düşüktü. Hatta Paul'ün saldırısı yüzünden kolları titremeye başlamıştı!
Juo ise bunu kendi güçsüzlüğüne değil rakibinin gücüne bağlamayı seçmişti. O sırada aklı karmaşa içindeydi. Alana ne zaman böyle biri gelmişti ki!?
Daha sonra karşısındaki çocuğun gücünü tam olarak kullanmadığını hissetti. Çocuğun rahat görünüşü de bunu kanıtlıyordu zaten. Yavaşça sordu.
"Buraya neden geldin?"
Bu çocuğun amacı "o şey" olmayabilirdi. Zaten oldukça güçlüydü ve yaralanması zordu. Neden "o şey"e ihtiyacı olsun ki?
O sırada Paul nasıl bir cevap vereceğini bilmiyordu. Sadece dövüşmek ve kendini güçlendirmek için gelmişti ama bu Juo denen adam güçlü bile değildi! Nasıl kendini güçlendirecekti ki!?
"Senin için gelmediğim kesin."
Bu sözleri Juo yanlış anladı ve Paul'ün "o şey"in peşinde olduğunu düşündü. Daha sonra bağırdı.
"Seni kim yolladı!? Emin ol "o şey"i hiç kimseye vermeyeceğim!"
"O şey?"
Paul gülümsedi.
"Buradan bir şeyler kazanabilirim."
İleri atıldı ve kılıcını savurdu.
"Ufuk Çizgisi!"
Juo baltasını kaldıramadan önce Paul'ün kılıcı onun sol kolunu kopardı. Elbette çift elli bir balta kullanan Juo için bu dövüşün sonu anlamına geliyordu.
O sırada Paul kılıcını Juo'nun boynuna dayadı.
"O şey nerede?"
Aslında, "o şey"in ne olduğunu hiç bilmiyordu. Ama Juo onu ilk neden olarak gösterdiyse önemli bir şey olmalıydı.
Juo yutkundu ve sessiz kaldı. Paul aurasını onun üstüne yöneltirken bir kez daha sordu.
"Nerede?"
Juo titremeye başlamıştı. Zaten baskın olan aura sadece ona yöneltilince nefes almakta bile zorlanmıştı. Titreyerek konuştu.
"T-t-tahtın a-altındaki bölmede."
"Ver bana."
Kılıcını geri çekti. O sırada Juo hemen tahtın yanına ilerledi ve tahtın altındaki ufak bir delikten parmağını soktu. Daha sonra yavaşça kavrayarak geri çekti.
Açılan bölmeden ufak bir şişe çıkardı.
Şişenin içinde parlak kırmızı bir sıvı vardı. Paul şişenin içindeki sıvının enerjisini hissedebiliyordu. Oldukça saldırgan ama yenileyici, farklı bir enerji yayıyordu.
Sıvı yaklaşık 10 damla gibi görünüyordu ama yine de muazzam bir enerji taşıyordu. Paul şişeyi alırken Juo'ya baktı.
"Bu o mu?"
Juo Paul'ün sorusuna ilk başta anlam veremedi. Daha sonra Paul'ün ona güvenmeyebileceğini düşündü. Bu yüzden böyle bir soru sorabilirdi değil mi?
Sessizce konuştu.
"Bu o. Zaten onun için gelmedin mi? Birliğimin en büyük hazinesini kopyalayacak bir yeteneğim yok! O 10 damla Hayat Damlası!"
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..