- GAVAT SADO'ya ithafen -
"Efendim, canavarlar dağılmaya başlıyorlar. Görünüşe göre o timsahı öldürmek cidden iyi bir fikirdi."
Ejderyiyen Şehri'nin duvarlarının tepesinde, orta yaşlı bir asker saygılı bir şekilde George'la konuşuyordu. George onun sözünü başıyla onaylarken savaş alanına bir bakış attı.
Alevler, toprak dikenleri ve oldukça fazla kanla süslenmiş bu savaş alanının ortalarında devasa, mavi pullu bir timsahın cesedi duruyordu. Toprak çivileri tarafından beş farklı yerinden delinmiş cesedin üzerinde kesikler ve yanıklar da olduğundan timsahın ölmeden önce zor bir savaş vermiş olduğu kolayca söylenebilirdi.
Bu timsah savaş alanına giren en güçlü iki canavardan biri olduğundan onun ölümü oldukça fazla şeye neden olmuştu. Şehrin askerleri bu canvarın ölümüyle moral kazanırken canvarların birçoğu korkmaya ve dağılmaya başlamışlardı.
Timsahı takip ederek gelen bazı su canavarları zehre karşı olan dayanıklılıkları sayesinde manyamış durunlarından erken bir şekilde kurtulmuş ve liderlerinin ölümüyle beraber anında yaşam alanları olan ormana geri dönmüşlerdi. Onların kaçışıyla beraber şehir ordusunun üzerindeki baskı oldukça düşmüştü.
Dört kollu kızıl goril de zehrinin neredeyse tamamını temizlemişti ve zihnini geri kazanmaya başlamıştı. Aurası hâlâ bir karmaşa içinde olsa bile basit kararları verebilecek bir seviyedeydi.
Timsahın ölümünü gördüğü anda o da gür bir sesle bağırmış ve hayatta kalan dört kollu maymunları da peşinden sürükleyerek ormana geri dönmüştü. En sonunda, orada savaşmaya devam edenler yalnızca D veya C seviyeli başıboş canavarlardı.
Bu canavarları yenmek kolay olduğundan ordu bir süre daha savaşmaya devam etmişlerdi. En sonunda kalan canavarlar da korkmuş ve geri çekilmişlerdi.
O sırada, askerler son önlemleri de alıp geri çekiliyorlardı. Savaş o kadar uzun sürmese de birçok yaralı ve ölü vardı. Ölenlerin cesetlerinin ailelerine gönderilmesi ve yaralıların iyileştirilmesi gerekiyordu.
George kanlı savaş alanına bakarken yavaşça iç çekti. Bu saldırıda kendi askerlerinden birçoğu ölmüşlerdi. Bu onun yüreğine büyük bir yük bindiriyordu. Savaş alanına arkasını döndü ve yavaş ancak sert bir adım attı.
O anda, tüm savaş alanını ve ve geri çekilen orduyu bir aura sardı. Bu baskıcı ve ölümcül aurayı hisseden ordudaki askerlerin yüzü düşerken yaralı olanlar hariç her biri yeniden silahlarına davrandı.
Kıdemli olanlar hemen yeniden savunma pozisyonlarına geçme emri vermişlerdi. Az önceki orduda böyle bir aura hissetmemişlerdi ve bu auraya karşı koyamayacaklarını düşündüklerinden birçok deneyimli savaşçı ve büyücü terler içinde kalmışlardı.
George anında arkasını döndü ve bağırmaya başladı.
"Herkes pozisyonlarına! Olası bir saldırıyı engellemek için-"
Ancak bir anda belinde bir acı hissetmiş ve sözlerini kesmişti. Acının geldiği tarafa baktığında Sylvia'nın iki parmağıyla belini sıktığını fark etti.
"Sylvia, ne yapıyorsun?"
"George, oğlunu bir savunma düzeniyle mi karşılayacaksın?"
George şaşkın bir ifade gösterirken Paul çoktan duvarların önüne varmıştı. Aura duvarını kurmayı unuttuğunu askerlerin korku dolu ifadelerinden fark eden Paul başını kaşıyarak gülümsedikten sonra aurasını kapladı.
Az önceki baskıcı ve ölümcül aura ortadan kaybolduğu anda askerlerin hepsi derin bir nefes almıştı. O auranın kendisi normal kişilere karşı ölümcül bir silah gibiydi.
Ancak az önceki auranın önlerinde duran genç adamdan yayıldığını ve ona geri döndüğünü fark ettiklerinde hemen saygılı bir ifadeye büründüler. Buna yalnızca askerler değil kiralanmış savaşçılar ve büyücüler de dahildi.
Az önce canavar ordusu yerine bu genç adama karı dövüşmüş olsalardı kesinlikle kazanamazlardı. Bunu her biri biliyordu.
Paul kendisine yöneltilen saygılı bakışlara cevap vermek yerine sert bir adım attı ve Haies'in Adımları'nı kullanarak şehrin içine doğru fırladı. Direkt olarak malikaneye ilerliyordu.
Onun malikaneye gittiğini fark eden Sylvia'nın omzundaki Grim ve başındaki Wulian da hemen ayaklanıp peşinden koşturmaya başlamışlardı. Hızları yüzünden siyah ve beyaz renkli iki bulanıklık olarak görünüyorlardı.
Paul arkasından ona bakan birçok kişi olduğunu bilmesine rağmen hızını kesmeden malikaneye girmişti. Babası ne olur ne olmaz şehirdeki kişilere toplanmalarını söylediği için hizmetçi ve çalışanların da hepsi toplanmışlardı ve malikane tamamen boştu.
Paul direkt olarak odasına gitti ve derin bir nefes çektikten sonra yatağının üzerine uzandı. Nefesleri oldukça hızlanmıştı ve yorulmuş gibi görünüyordu.
Haies'in Adımları'nın ilk hamlesi, Düzlemsel Işın Adımları, oldukça enerji harcayan bir teknikti. Buna Paul'ün teknik üzerinde hâlâ yeterince ustalaşmamış olması eklenince Paul daha önceki bir savşta olmadığı kadar yorulmuştu.
Ancak kalbi rahattı. Shijin'i öldürebildiği için mi, sevdiklerini koruduğu için mi yoksa bir düşmanını yok ettiği için mi bunu bilmiyordu ama mutlu olduğu kesindi.
O yavaşça gözlerini kapatırken Grim ve Wulian odasının camından içeri girmişlerdi. İki ufaklık onun yanına yatarlarken Paul hafifçe gülümsemişti.
O sırada, birden Spadia'nın bağırışını duydu.
"Velet!"
Paul Spadia'nın bağırışı yüzünden bir anlığına şaşırsa da hemen oturan bir pozisyona geçti ve cevap verdi.
"Ne oldu usta?"
Spadia bir süre sessiz kaldıktan sonra konuştu.
"Veda etmen gereken kişilerle konuş. Bu gece ayrılacağız."
Paul kaşlarını çatmış olsa da saygılı bir sesle konuşmuştu. Spadia'nın bir şeyi yaparken bir nedene sahip olacağını biliyordu ama bu nedeni merak ediyordu.
"Usta, neden?"
Spadia bir süre sessiz kaldıktan sonra derin bir iç çekti ve konuşmaya devam etti.
"Güçlenmen için. Seni büyükusta seviyesine geçmen için zorlamamın iki nedeni vardı. Bunlardan biri, yalnızca buradan uzak, çok uzak bir yerdeki bir fırsatı değerlendirmen için. İkinci neden ise..."
Paul ciddi bir şekilde Spadia'nın ikinci nedenini beklerken Spadia bağırarak konuştu. Bu sefer onun sesinde bile heyecan vardı.
"Kılıç Tekniğini seçmen için!"
'Kılıç Tekniği' sözünü duyan Paul'ün gözleri anında heyecanla büyümüştü. Spadia o ana kadar herhangi bir Kılıç Tekniği çalışmasına izin vermemiş ve Kılıç Enerjisi ile Kılıç Niyeti'ni saf durumunda tutmasını söylemişti.
Bir kılıç tekniği, kılıç enerjisini ve kılıç niyetini düzenleyebilir, onlara çok daha büyük güçler katabilirdi. Düz bir kılıç tekniği bile enerjinin gücünü oldukça artırırdı.
Spadia o zamana kadar Paul'ün herhangi bir savaşçı kılıç tekniğine çalışmasını yasakladığından Paul'ün savaşçı olarak gücü büyücü olarak olan gücüne göre gerideydi. Paul bu gücü dengelemek için bir kılıç tekniğine çalışmak istese de Spadia her seferinde ona karşı çıkmıştı. Ancak şimdi, Spadia onun bir kılıç tekniği seçeceğini söylüyordu!
Paul'ün kalbini bir heyecan dalgası sararken Spadia bir kez daha konuştu.
"Dediğim gibi, bu geceye kadar kime veda edeceksen vedanı et. Çünkü bir kez gittikten sonra Aziz seviyeye ulaşmadan önce geri dönmeyeceksin!"
Paul bu sözü duyunca derin bir iç çekti ancak bir şey demedi. Aziz seviyeye geçişin oldukça zor olduğundan haberdardı ve bunun için birkaç yıl bile harcaması gerekebileceğini biliyordu.
"O halde..."
Paul elini savurdu ve boyutundan siyah, şeytan kafası şeklinde bir işarete sahip olan rozeti çıkardı. Bir süre sessizce rozete baktıktan sonra yavaşça konuştu.
"Yaşlı adam."
"Hm?"
Rozetten gelen sesin üzerine Paul derin bir nefes aldı ve konuşmaya başladı.
"Bu gece ustamla beraber bir yolculuğa çıkacağım. Ne zaman geri döneceğimi bilmiyorum ama kesinlikle kısa bir süre içerisinde olmayacak. Şey... Görüşürüz demek istedim."
Paul sessizleşirken birden rozetin diğer tarafından Yaşlı Klaus'un sesi yükseldi.
"Hey hey, bu da ne velet? Duygusallaşıyor musun yoksa? Ay, kıyamam ya..."
"Sen!"
Paul birden gelen sinirle rozeti yere vurmamak için kendini zor tutarken Yaşlı Klaus'un kahkahaları rozetin ardından geliyordu. Paul sinirli sesiyle konuştu.
"Yaşlı adam, geldiğim zaman seni bulup yeneceğim. O zaman benimle düello etmekten kaçınmasan iyi olur!"
"Peh, bu yaşlı adamın epey bol zamanı var. Geri geldiğinde seni iyice ezeceğim velet!"
Paul hafifçe gülümserken Yaşlı Klaus bir kez daha konuştu.
"Rozetin içine birkaç eşya koydum. Senin işine yarayacaklardır. Ne işe yaradıklarını ustan sana söyleyecektir zaten. Neyse, yeter."
Ardından Yaşlı Klaus'un sesi kesildi. Paul ise bir süre rozete baktıktan sonra tam onu boyutuna atıyordu ki Spadia'nın sesi zihninde yankılandı.
"Hey, önce sana neler verdiğine baksana."
Aslında Paul de bunu merak ediyordu ama sonraya bırakmaya karar vermişti. Ancak ustasının da isteğinden sonra artık sonraya bırakması için bir sebep kalmamıştı.
Rozeti havada bir kez savurduktan sonra dört eşya önünde belirdi.
Bunlardan biri, saf siyah renkli uzun bir paltoydu. Bileklerinde gümüş işlemeler olan bu paltodan etrafa herhangi bir aura yayılmasa da Paul ona bakarken garip hissediyordu.
Paltonun hemen yanında bir çift siyah renkli eldiven vardı. Eldivenler oldukça normal görünselerde onlardan etrafa hafif bir ışık manası yayılıyordu.
Üçüncü eşya ise siyah renkli bir yan flüttü. Diğer iki eşyanın aksine hissedilebilir bir şekilde karanlık manayla dolup taşan bu flütün üzerinde kırmızı renkli işlemeler vardı.
Son eşya, dört eşyanın arasından en garibiydi. Bir maskeye benzeyen bu ne olduğu bilinmeyen şey kuaşımsı bir yapıya sahip olmasına rağmen bükülmüyor veya kırılmıyordu. Beyaz renkli olan bu 'maske'nin üzerinde herhangi bir renk veya delik yoktu. Üzerinden herhangi bir mana akışı da hissedilmiyordu. Yalnızca beyaz, maske şekilli bir kumaş parçası gibiydi.
Ama Paul bu şeye bakarken istemsizce yutkunmuştu. Nedenini bilmese de bu şeye oldukça yakın hissediyordu. İlk başta bunun kanıyla ilgili olduğunu hissetse de kanını herhangi bir tepki vermediğini görünce şaşırmıştı. Bu maske, direkt olarak ruhuna tepki veriyordu.
Paul bu maskenin ne olduğunu bilmese de onu takma isteği vardı. Yavaşça maskeyi kavradı ve yüzüne yerleştirdi.
Beyaz maske yüzüne yapıştığı anda Paul yüzünde yakıcı bir his hissetmeye başlamıştı. Ancak bu yakıcı his onu rahatsız etmiyor veya canını yakmıyordu. Daha çok, rahatlatıcı bir histi.
Bu sırada, maskenin dış kısmı da değişmeye başlamıştı. Normalde saf beyaz olan maske bir anda simsiyah bir renge brünmüştü. Ardından, Paul'ün gözlerinin olduğu bölgede düz, kızıl renkli bir çizgi belirmişti.
Bir başka kızıl çizgi maskenin tam ortasından dikey bir şekilde yükselerek bu çizgiyi böldü ve maskeyi dört siyah parçaya böldü. Ardından, maskenin değişimi durmuştu.
Paul bir anda maskenin ardını görebildiğini fark edince şaşırsa da fazla bir tepki vermedi. Arkasını göremeyecek olsaydı bu maske bir maske olmazdı zaten.
Elini yavaşça kaldırdı ve yüzündeki maskeye dokundu. Bir anda, maske siyah bir sise dönüşerek Paul'ün boynuna sarıldı.
Paul boynunda birden beliren kızıl, dörtgen şeklinde bir taşa sahip kolye şeklindeki dövmeye bakarken şaşırmış bir durumdaydı. Bu sırada Spadia konuşmaya başladı.
"Bu şey Ruh Mührü yeteneğine sahip bir ekipman. Tam etkisinin ne olduğunu bilmiyorum ama yapan kişi ona Ruh Mührü'nü eklediyse basit bir şey olamaz. Ele geçirdiğin iyi oldu."
Paul hafifçe başını salladıktan sonra maskeyle alakalı düşüncelerini bir kenara attı. Derin bir nefes aldıktan sonra diğer üç eşyayı boyutuna attı ve malikanenin yemek salonuna doğru indi.
Anne ve babasının gelince yemek yemek isteyeceklerini biliyordu. Elbette, onlara yemek pişirecek kadar iyi olmasa da onlar için lezzetli bir yemek malzemesi getirebilirdi.
-2 Saat Sonra-
Savaşın bitişinin üzerinden iki saatin geçmesinden sonra birçok asker rahatlamış ve kutlamalar yapmaya başlamışlardı. George kutlamalar yapan savaşçılar ve büyücülere bir süre katılmış olsa da ardından Sylvia'yla beraber eve dönmeye karar vermişti.
İkili eve vardıkları anda burunları hoş bir kokuyla karşılandı. Fazla olmasa da aç olan mideleri bir anda guruldadığında ikisi de yavaşça yutkunmuştu.
George ve Sylvia hızlı adımlarla kokunun geldiği yer olan yemek salonuna vardıklarında bir saat kadar önce geri dönmüş hizmetçilerin pişmiş etleri ve çeşitli yemekleri masaya dizdiklerini görmüşlerdi. İkisinin de iştahı açık olduğu için bu masa oldukça güzel görünüyordu.
Masada oturan Paul'ü gördüklerinde Paul hafifçe gülümsemiş ve masayı göstermişti.
"Gelin, büyülü canavar eti normal etlerden çok daha lezzetlidir."
"Büyülü canavar eti!"
Bir büyülü canavarın vücudunun neredeyse her parçası gibi eti de oldukça değerliydi. Normal etten birkaç kat daha fazla doyuran bu et uzun yolculukara çıkacak kişilere veya büyük restoranlara satılarak iyi bir para kazanılabiliyordu.
Bugünkü savaşta öldürülen canavarların etleri de bu şekilde kullanılıp kazanılan para ölen askerlerin ailelerine bağışlanacaktı. Bu nedenle George denemek istese de canavar eti yiyemezdi.
Paul George'un düşünceli ifadesini gördüğünde yavaşça gülümsedi ve konuştu.
"Merak etmene gerek yok baba. Bu canavarları kendim avladım. Ayrıca..."
Mutfağı işaret ederek konuştu.
"Size epey bir süre yetecek kadarı da hâlâ duruyor."
Paul iki saatlik bu sürede boş durmamış ve kuzey kapısından çıkıp ormana girerek avlanmıştı. Hızı arttığı için artık canavarları daha kolay avlayabiliyordu ve ailesine oldukça uzun bir süre yetecek kadar canvar toplamıştı.
Bu canavarlardan aldığı tek şey çekirdekleriydi. Onların kürkleri, kanları ve kemikleri hâlâ yerlerinde durduklarından oldukça değerlilerdi. Ancak Paul bu parayı istediği bir anda kazanabileceği için bunu sorun etmiyordu.
George ve Sylvia onun sözlerine cevap vermeden masaya bakarlarken Luke ve Selia da yemek salonuna girdi. Luke salona girdiği anda konuşmaya başladı.
"Küçük kardeş doğru söylüyor. Bir saat önce o kadar avlandığını gördüğümde ben bile şaşırmıştım ama bunlar gerçekten de ayrı yaratıklar. Şimdi, ne bekliyoruz ki?"
George ve Sylvia Luke'un sözlerinden sonra masaya geçtiler. George masanın hemen başına oturmuştu. Onun soluna Sylvia geçmiş, sağına ise Paul oturmuştu. Paul'ün hemen yanında Luke otururken Selia Sylvia'nın yanına geçmişti.
Onlar yemeklerini yemeye başladıkları anda George ve Sylvia canavar etinin tadını almış ve mutlu bir ifade göstermişlerdi. Canavar etine alışık olan Paul normal bir ifade gösterirken Selia ve Luke da alışkın ifadeler gösteriyorlardı. Onların birlikteki ve ailelerindeki pozisyonlarından dolayı canavar etini daha önce de yemişlerdi.
Yemek memnun olmuş sesler ve hafif konuşmalarla devam ettikten sonra en sonunda George büyük bir şarap şişesini çıkardı ve herkes için bir bardak şarap koydu. Paul büyücü olduğundan normal şaraplar ona herhangi bir şekilde zarar veremezdi. Bu nedenle ona şarap vermesinde bir sıkıntı yoktu.
Herkes şarabını içerken George genelde büyük kahkahalar atıyor ve bazen Luke ve Selia'ya anlamlı bakışlar atıyordu. Selia bu bakışlar altında kızarıp gözlerini elindeki şarap bardağına dikerken Luke bir şekilde bakışları geçiştiriyordu.
Paul bu canlı atmosfere bakarken gülümsese de en sonunda yavaşça iç çekti. Bu gece buradan ayrılması gerekeceğini biliyordu.
Onun iç çekişini yakalayan Sylvia kaşlarını buruşturmuş ve sesli bir şekilde konuşmuştu.
"Küçük Paul, bir sıkıntı mı var?"
Onun sözleriyle beraber diğer dörtlünün de gözleri ona dönmüştü. Paul ona dönen gözlerdeki endişeyi hissettiğinden kalbi biraz ısınmıştı.
"Bu gece, ustamla beraber buradan ayrılacağım. Bunun eğitimim için oldukça önemli olduğunu ve tam olarak bilmediğim bir süre boyunca geri dönemeyeceğimi söyledi. Bu yüzden..."
Sözlerinin sonuna doğru başını eğmiş ve gözlerini şarap bardağına dikmişti. Gözlerinde belirgin bir yalnızlık ve üzgünlük vardı.
Bu sırada, George omzuna iki kez sert şekilde vurdu ve bağırarak konuştu.
"Sanki sonsuza kadar gidiyor gibi konuşuyorsun evlat. En sonunda geri döneceksin, değil mi? Geri döndüğünde aileni ziyaret etmeyi unutmasan iyi olur!"
O bunları gülerek söylerken Paul hafifçe gülümsemişti. Masada oturan diğerleri de hoş ifadelere sahipti.
Paul sıcak bir şekilde gülümserken bir bardak daha şarap doldurdu. Bu yemekten sonra ailesiyle uzun bir süre görüşemeyeceğini biliyordu.
-Gece-
Ay tepeye yükseldiğinde, Veussia Malikanesinde George, Sylvia, Luke ve Selia çoktan uyumuşlardı. O sırada birkaç hizmetçi dışında ayakta kalan tek kişi malikanenin etrafındaki duvarların üzerinde oturan Paul'dü.
Paul'ün üzerinde siyah pantolonu, gömleği ve gömleğin üzerine geçirdiği siyah paltosu vardı. Siyah eldivenler ellerindeydi ve o anda derisini gösteren tek bölgesi yüzüydü.
Bir süre malikaneyi inceledikten sonra derince iç çekti ve Grim ile Wulian'ı omuzlarından indirerek paltonun iç ceplerine yerleştirdi. İkisi de oldukça küçük olduklarından ceplere kolayca sığabiliyorlardı.
Paul malikaneye son bir kez baktıktan sonra boynundaki kolye şeklindeki dövmeden siyah bir sis yayıldı ve yüzünde ince, kırmızı çizgilere sahip siyah maskeyi oluşturdu.
Ardından Paul malikaneye arkasını döndü ve hızla ilerledi. Bir kez daha durduğunda, Abyss'in hemen kenarında duruyordu.
Derin bir nefes aldıktan sonra Grim ve Wulian'ın başlarını okşadı. Ardından, kendini Abyss'in sonsuz gibi görünen karanlığına doğru bıraktı.
--------------------
"Velvaât, ayağa kalk."
Dizlerinin üzerine çökmüş bir şekilde bekleyen Velvaât ayağa kalkmasına rağmen önündeki figüre direkt olarak bakmaya cüret edemiyordu. Bu sırada onun önüne beyaz renkli bir tablet uçtu.
"Bu..."
"Onu yanına al. Unutma, yalnızca Habistanrı'nın varisini öldürmelisin. Ölümlü dünyaya fazla karışma. Eğer karışacaksan, bunu bir başka ölümlünün eliyle yap. Eğer bunu da yapamazsan kendi gücünü kullanabilirsin. Ayrıca, Habistanrı'nın varisinin ruhunun sağlam olduğundan emin olmalısın. Yalnızca fiziksel bir ölüm geçirmeli. Habistanrı'nın varisi olsa da ölümlülük sınırlarını hâlâ aşmadı. Onu ruhsal olarak öldürmek gereksiz olacaktır."
"Anlaşıldı."
Velvaât saygılı bir şekilde cevap verdikten sonra bir anda ortadan kayboldu. Onunla konuşan kişi ise kendi kendine mırıldanmaya başlamıştı.
"Şeytan Kral'ın varisi ne olursa olsun ölmeli. Onun küçük dünya ile büyük dünya sınırını aşmasına izin verilmemeli!"
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..