“Canım acıyor…”
Karanlık labirentin içinde oldukça yavaş adımlarla yürüyen Paul sağ eliyle dirseğinden kopmuş sol kolunu tutarken acılı bir şekilde bağırıyordu.
Oldukça uzun zamandır karanlık testine devamlı olarak girmeye devam ediyordu. Her öldüğünde ölüme olan kavrayışı arttığı için biraz mutlu olsa da kaç kez olduğunu sayamadığı kadar büyük bir sayıda ölüm artık sinirlerinin bozulmasına neden olmuştu.
Ne zaman testte bir süre ilerlese ya bir tuzağa düşüyor ya kesici bir şey vücudunu bir anda ikiye bölüyor ya da vücudu mızraklar veya oklar nedeniyle delinip parçalanıyordu. Testi kaçıncı kez denediğini bilmiyordu ancak o anda yalnızca tek kolunu kaybetmesi oldukça iyi bir başarıydı.
Ayrıca fark etmişti ki testin içinde yaralarını iyileştirmesi imkansızdı. Yani ufak bir sıyrık alsa bile bu yara iyileşmiyor ve testi bitirene veya ölene kadar orada kalıyordu.
Elbette bu da sinirini epey bozan bir şeydi. Bu karanlık labirent onu iyice kızdırmaya başlamış olsa da kazanabileceği şeyleri düşündüğünden ilerlemeye devam ediyordu.
Derin bir nefes alıp ileriye bir adım daha attı.
“Boom!”
Bastığı yerden ortaya çıkan devasa, kare şeklindeki bir çekiç tüm vücudunu yere vurarak dümdüz etmişti. Sayısını bilmediği ölümlere bir tanesini daha ekleyen Paul yeniden sütunun önünde uyandığında öfkeyle bağırmadan etmemişti.
“Yeter lan! Nasıl geçeceğim şu lanet olası labirenti! Ben de insanım tamam mı!? Canım acıyor ve sinirim bozuluyor! Benim de bir sınırım var!”
Paul kendi kendine ufak çaplı bir öfke krizi geçirirken Spadia ruh sarayında kahkahalar atıyordu. Paul genel olarak soğuk bir yan gösterdiğinden onu böyle görmek onun için hoş bir şeydi.
Ancak artık Paul’e bir tavsiye vermesi gerektiğini de biliyordu. Onun sinir krizi geçirmesi eğlenceli görünse bile tamamen teste takmasını istemiyordu.
Derin bir nefes alıp kahkaha atmayı keserken yavaşça tahtında dikleşti ve boğazını hafifçe temizledikten sonra konuştu.
“Velet, labirenti iyice inceledin mi?”
Paul birden zihninde yankılanan sözler nedeniyle şaşırsa da biraz düşünmeye başladı.
“Yalnızca bir labirent, değil mi? Tuzaklar oldukça tehlikeli olsa da bir çıkışı olmalı. Özellikle incelemem gereken bir şey olduğunu…”
“Emin misin?”
Spadia hafifçe sırıtırken bunu söyleyince Paul yeniden düşünmeye dalmıştı. Bir süre düşündükten sonra seslice mırıldandı.
“O sis…”
Paul labirentin içinde ilerlerken her zaman koridorun sonunu görmesini engelleyen siyah bir sis oluyordu. Bu sis ona yaklaşmıyordu ancak uzağı görmesini her seferinde engelliyordu.
Paul kararlı bir şekilde elini siyah mücevhere uzattı ve bir kez daha teste başladı. Bu sefer başladığı yerden bir koridor seçmek yerine olduğu yere oturmuş ve gözlerini kapatmıştı.
“Ruh gücümü yayamıyorum. Ama eğer…”
Paul kaşlarını hafifçe çattı ve zihnini yoğunlaştırdı. Hemen ardından karanlık-ruhsal enerjisini oluşturup etrafa yaymaya başladı.
Hissetme gücü normal ruh gücünün altında olsa bile en azından yayabildiğini fark eden Paul hafifçe gülümsedikten sonra gözlerini açmadan en yakın koridoru seçti ve karanlık-ruhsal gücünün tamamını tüm hızıyla oraya yolladı. Sisin ne olduğunu incelemek istiyordu.
Karanlık-ruhsal enerjisi sisin içine girdiği anda zorla dışarıya fırlatılan Paul gözlerini açarken kaşlarını çatmıştı. Atılmadan önce bir anlığına hissetmiş olsa da ne olduğunu anlamıştı.
Sis ve gönderdiği enerji aynı yapıdalardı. İkisi de karanlık-ruhsal enerjiydi!
Bunu fark eden Paul bir başka olasılığı düşünürken gözlerini kapattı ve karanlık ruhsal gücünü bir kez daha yayarak duvarlara doğru ilerletti.
Yaklaşık birkaç dakika sonra derin bir iç çekerek gözlerini açtığında kendini yumruklamak istemişti. Aptallığı nedeniyle böyle bir şeyi düşünememiş ve zaman kaybetmişti. Bu onu cidden üzmüştü.
Ayaklandığı anda gözlerini sonuna kadar açtı ve ruhsal gücü ile aurasını sonuna kadar zorlarken karanlık ruhsal gücünü de yaydı. Labirent şiddetle sarsılmaya başlarken o da gür bir şekilde bağırdı.
“KIRIL!”
“Crack!”
Labirentin duvarlarında koyu siyah çatlaklar oluştu ve birkaç saniyede tüm duvarlara yayıldı. Birkaç saniyenin sonunda tüm labirent birden havaya karışmıştı.
“Bir illüzyona o kadar öldüğüme inanamıyorum.”
Evet, labirent en başından beri bir illüzyondu.
Paul bir illüzyonun öldürebilme yeteneği olup olmadığını bilmediğinden yaptığı şey yalnızca bir denemeydi ancak en sonunda başarılı olmuştu ve canı cidden sıkkındı. Gökyıldırım Adasına giderken hazırlanabileceği zamanın tümünü bir illüzyonun içinde harcamıştı.
Bir kez daha derince iç çekerken artık geriye dönemeyeceğini bildiğinden ne alabileceğini görmek istedi. Az önce labirentin merkezinin olduğu yere döndüğünde siyah, Paul’ün vücudunun yarısı uzunluğunda bir sütunun üzerindeki çiçeği gördü.
Bu çiçek saf siyah bir kristalden oyulmuş usta işi bir menekşeydi. Paul hafifçe yutkunup elini uzattı ve menekşeyi kavradı. Aynı anda, menekşeyi tuttuğu yer çatladı ve birden menekşeden etrafa siyah bir sis yayılmaya başladı.
Bu sahneyi hatırladığını fark eden Paul anında geri çekilmeye çalışsa da kaçınamadı ve siyah sis vücudunu sararak direkt olarak ruhuna işlemeye başladı. Paul keskin bir acı hissederken kulağında yeniden sesler yankılanmaya başlamıştı.
“Karanlık bir ruh… Karanlıkla bir ve bütün…”
Paul acı dolu bir çığlık attı. Ruhunun saniyeden saniye değiştiğini ve güçlendiğini fark ettiğinden biraz mutlu olsa da bu acı dayanılmazdı.
“Mükemmel bir ruh… Mükemmel bir fizik…”
Paul siyah sisi desteklemek için sisi ruhuna doğru çekmeye başlamıştı. Bu sayede acı bir miktar artsa da işlem hızlanmıştı.
“Kara menekşe… Kryiop…”
Paul daha önceki gibi anlamsız sözler duyduğundan artık umursamamaya karar vermişti. Anlayabileceği tek şeyin son söz olacağını biliyordu.
“Karanlığın kendisi…”
Şimdi, ruhu ve sis %80 kadar bütün olmuştu. Paul kalan tüm gücünü kullanarak ruhunu birleştirmeye devam ederken acı hâlâ kesilmemişti.
En sonunda, sis ve ruhu tamamen birleştiğinde zihninde bir ses yankılanmıştı.
"Karanlıktan bir ruh ve karanlıktan bir fizik, bu karanlığa hükmetmenin değil, karanlık olmanın yoludur! İlk parça senin için tamamlandı, ikinci parça için ise Kryiop’u bulmalısın.”
Sesin bitişiyle birlikte Paul de bilincini kaybetmişti.
-------------------------------
Veuria Krallığı başkentinin güney kapısında at arabaları ve atlı askerler sıralanmışlardı. Bu at arabalarının etraflarını ise büyük bir kalabalık sarmıştı. Kalabalığın içindeki genç çocuklar veya gelişimciler fark etmeksizin her biri tezahürat ediyorlardı.
Bugün Gökyıldırım Adasının ineceği yer olan Keln’e gidecek yarışmacıların yola çıkacakları gündü. Onlarla birlikte korumalar ve krallıktan elçiler de gidecekti. Aynı şekilde bu sene özel olarak Prenses elçi olarak Keln’e gidiyordu.
O sırada katılacak beş kişi de oraya toplanmışlardı. Semia ve Alice bir arabada gideceklerdi. Ethan, Osian ve Awais ise bir başka arabada gideceklerdi.
Elit olarak katılacak olan Paul, Prenses ve asıl elçinin de ayrı bir arabada ilerlemeleri gerekiyordu ancak Paul hâlâ oraya varmadığından bu büyük bir sıkıntı oluyordu.
Paul oldukça büyük bir güç farkıyla elit kısma seçilmiş biriydi ve kralın takdirini de almıştı. Onu başkasıyla değiştirmek neredeyse imkansız bir şeydi bu nedenle oradaki herkes onu bekliyordu.
Ethan havaya bakarken hafifçe esnedi. Paul’ün neden gelmediğini bilmese de artık yola çıkmaları gerektiğini biliyordu. Güneş çoktan tepeye varmıştı ve yola çıkacakları zaman çoktan geçmişti.
Bu sırada, birden siyah kıyafetlere bürünmüş Paul at arabalarının ortasında belirerek oradaki askerleri şaşırttı ve atların ürkerek çekilmelerine neden oldu. Yüzündeki maskeyi hafifçe düzelten Paul at arabasının dışına çıkmış ve ona bakmaya başlamış Prensese bir kez bakıp başını sallamıştı.
Ardından at arabasının içine geçen Paul sessizce otururken zindandan çıkarken yanına aldığı Grim ve Wulian’ın paltosunun iç ceplerinde kaldıklarından emin olduktan sonra hafifçe yaslandı. Yaklaşık on beş günlük bir yolculuk olacağı için oldukça boş zamanı olacaktı.
------------------------
Keln’in başkenti, ülkenin içindeki diğer şehirlerden çok daha gelişmiş ve güçlü bir şehirdi.
Gökyıldırım Adasının iniş yeri olan Tanrı Platformunu içinde barındıran bu şehir içinde hâlâ yerlilerin kurduğu yeraltı organizasyonlarını bulundursa da genel olarak suçlardan uzaktı.
Elbette bunun nedeni diğer dört ülkenin Tanrı Platformuna ve Gökyıldırım Adasına verdiği önemdi. Başkentin herhangi bir şekilde başka bir ülke tarafından ele geçirilmesi söz konusu olursa o ülke daha fazla katılımcısını adaya sokabileceğinden güçsüz olan Keln’in bu bölgeye sahip olması daha mantıklıydı.
Elbette platformu Keln’e bıraksalar bile tamamen onların işletmesine izin vermiyorlardı. Dört ülkenin elçileri sürekli olarak başkenti ziyaret eder ve buradaki yeraltı organizasyonları ve büyük aileleri incelerlerdi. Bu sayede kendi zararlarına olabilecek durumlardan kaçınırlardı.
Gökyıldırım Adasının iniş tarihi yaklaştığından birçok gizli ajan çoktan başkente yerleştirilmişti. Çoğu o sırada başkenti iyice inceliyor ve herhangi bir olayın çıkmaması için hazırlıklar yapıyorlardı.
Bu sırada ‘gizli’ bir ajanın bir olay çıkarmayı planlayan bir çete liderinin işini bitirmesini izleyen Simon hafifçe gülümserken oradan ayrıldı. Farklı ülkelerden gelen kişiler ona ilginç gelseler de o anda zamanı yoktu.
Yarım ay kadar bir zamanı kalmıştı ve babası iyice çıldırmıştı. Onu öldürmesi için yollanan suikastçılar arasında zirve usta seviye savaşçılar bile vardı. Keln gibi küçük bir ülkede bu kişiler uzman kişilerdi ve Simon son suikastçıyı ancak birkaç hileyle yenebilmişti.
Bu nedenle kalan yarım ay boyunca saklanabilirse saklanmayı düşünüyordu. Amacı Gökyıldırım Adasından yeterli kazancı sağladıktan sonra ülkeden ayrılmak olduğundan babasıyla ilgilenmesine gerek yoktu.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..