Paul çekildiği odaya bakarken gözlerini yavaşça kıstı.
O sırada bulunduğu yer en fazla 100-120 adım çapa sahip daire şeklindeki bir platformdu. Platform siyah renkli ve oldukça sert bir topraktandı. Onun bulunduğu üst kısmın zemini oldukça sertti.
Platformun etrafı ise sonunu görmeyi başaramadığı bir lav denizi ile kaplıydı. Platform lav denizinden yalnızca üç veya dört metre yüksekti.
Lav denizindeki tek katı parça platform olmasa da üzerinde durulabilecek tek parça buydu. Lav denizinin bazı yerlerinden çıkan sivri kayalar lav denizinin kendisinden daha tehlikeli görünüyorlardı.
Havadaki boğucu sıcaklığı hisseden Paul kan soyunu direkt olarak aktifleştirdi. Eğer aktifleştirmeseydi bu sıcağa dayanamayabilirdi.
Bu sırada Ellen ve Gram da etrafı incelemeye başlayabilmişlerdi. Ancak ikisinin de durumları oldukça kötü sayılırdı.
Gram zar zor ayakta duruyordu. Vücudunu saran sıcak hava tüm vücudunun kızardığını hissettiriyordu. Az önce %70 olan savaş gücünün yarısından fazlasını çoktan kaybettiğini hissedebiliyordu.
Ellen ise ondan da beter bir durumdaydı. Ayaklanmaya çalıştığı anda yeniden dizlerinin üzerine çöken genç kız sertçe öksürmeye başlamıştı. Sıcak hava vücuduna ve özellikle yarasına işlerken çektiği acı oldukça yüksekti. Bir ruh gelişimcisi olduğundan vücudunun dayanıklılığı Gram’ınkiyle karşılaştırılamazdı.
“Ellen!”
Endişeli bir şekilde Ellen’in yanına giden Gram onu desteklerken Paul hâlâ çevresine bakınıyordu. Bu odanın nasıl bir yer olduğunu bilmese de iyi veya kolay geçilen bir yer olmadığından emindi.
Bunu düşünmesinin ilk nedeni kapının herhangi bir duvar yerine direkt olarak basit, arena benzeri bir yerde havada ortaya çıkmış olmasıydı. Normalde bir odaya geçtiğinde odayı istediği gibi gezebiliyor olurdu ancak bu odada tek yapabileceği aynı daireyi dolaşmaktı.
İkinci nedeni ise onu en çok ürküten şeydi. Paul odaya giriş yaptığı anda, bir anda Spadia’yla olan bağlantısı tamamen kesilmişti.
Ruh Sarayını hâlâ hissedebiliyordu. Hatta ruh sarayını saran dokuz kuleyi bile hissedebiliyordu ancak Spadia’yı hissedemiyordu. Ruhunun en ufak parçasını bile bulamıyordu.
İstemsizce titreyen Paul odayı daha temkinli ve dikkatli bir şekilde incelemeye başladı. O anda içinde olduğu tehlikenin ne kadar büyük olduğunu hiç bilmiyordu.
Arkasına döndü ve Ellen ile Gram’a bir bakış attı. O sırada Gram tarafından desteklenen Ellen’in yüzü oldukça solgundu. Odaya girdiği anda yarası kötüleşmişti.
Gram ise zar zor nefes alıyor gibi görünüyordu. O sırada kendisinden düşük seviyeli biriyle bile dövüşemezdi.
Hafifçe iç çeken Paul o ikisinin herhangi bir işe yaramayacağını anlamıştı. Bir savaşçı olan Gram zar zor dayanıyordu ve ruhsal gelişimci olan Ellen yaralı durumdaydı ve ruhu ile saldırabilmesi için rahat bir zihne ihtiyacı olurdu.
Sağ eliyle belindeki Karaşafak’ın kabzasını sıkıca kavrayan Paul ruhsal gücünü etrafına yayabildiği kadar yaymıştı. O sırada Gram veya Ellen’i korumakla ilgilenmek aklının ucundan bile geçmiyordu.
Normal bir şekilde ilerleyebilselerdi kendisini kötü bir duruma düşürmemek için ikisini de korumaya çalışırdı. Ancak bu oda farklıydı. Bu oda gerçekten de tehlikeliydi.
Bir anda, ruhsal gücü lav denizinde bir hareketlenme yakaladı. Kılıcını hızla çeken Paul Gram ve Ellen’in endişeli olmalarına sebep olmuştu.
Ruhsal gücünü geri çeken Paul az önce hissettiği yere bakarken o bölgenin yavaşça sarsılmaya başladığını fark etmişti. Lav denizi o bölgede bir miktar yükseliyordu ve oradan yayılan sıcaklık da normal sınırları aşmıştı.
Gram ve Ellen onun döndüğü bölgeyi fark ettikleri anda oraya bakmak için başlarını çevirmişlerdi. Ancak onlar daha herhangi bir şeyi göremeden tüm mağarayı boğucu bir aura sarmıştı.
Ateş, güç ve ölüm bu auradan kolayca hissedilebilen varlıklardı. Bu üç şeyin en sarsıcı ve en zarar verici özelliklerini gösteren aura yalnızca ‘boğucu’ olarak tanımlanabilirdi. Sardığı her şeyi yavaş ve acılı bir şekilde öldürebilecek kadar boğucu ve yakıcıydı.
Gram ve Ellen aynı anda dizlerinin üzerine düşmüşlerdi. Ellen saniyesinde bayılırken Gram birkaç nefes daha dayanabilmişti. Göz kapakları sertçe kapanırken yavaşça mırıldanabilmişti.
“Canavar…”
Bu sözler lav denizindeki şeyi açıklamak için kullanılmamıştı. Hatta lav denizinden herhangi bir şey hâlâ çıkmamıştı. Bu sözleri, Paul’ü tanımlamak için kullanmıştı.
Paul kanatlarını herhangi bir şekilde ortaya çıkarmamıştı veya maskesini çıkarmamıştı. Bu ‘Canavar’ tanımının tek nedeni mağarayı saran aurayı bastırmak için kullandığı kendi aurasıydı.
Mağarayı saran aura ile kendi aurası oldukça benzer sayılırlardı. Mağarayı saran aura Paul’ünkinden bir miktar daha güçlü olsa da Paul’ün aurasında bulunan kibir, gurur ve en önemli olarak asil his sayesinde diğer aura bastırılabiliyordu.
Bu sırada sonunda lav denizinin sarsılan bölgesinden bir şey çıkmaya başlamıştı. Gözlerini direkt olarak orada yoğunlaştıran Paul bunun siyah, keskin kenarlı ve sivri uçlu bir şey olduğunu görebiliyordu. Bir kayaya benzeyen bu şey neredeyse bulunduğu platformun yarısı kadar büyüktü!
Siyah şey yavaş yavaş lav denizinden ayrılırken Paul onun ne olduğunu anlamış sayılırdı. Bu şey, kesinlikle bir kaya değildi. Bu şey bir boynuzdu!
Boynuzun sahibi olan canavarın başı lav denizinden çıkarken Paul sertçe yutkunmuştu. Canavarın boynuzu uzun ağzının hemen üzerinde yer alıyordu ve hemen arkasında iki kapalı göz seçilebiliyordu. Bunun dışında, başının arkasında bir çift daha boynuz vardı ve tamamen koyu kırmızı pullarla kaplıydı.
Canavarın vücudu tamamen lav denizinden ayrılırken Paul kendini zorlayarak kılıcı tutuşunu sıklaştırdı. O anda karşısında gördüğü şeye nasıl bir duygu beslemesi gerektiğini bilmiyordu.
İki yüz metrelik vücudu baştan aşağıya koyu kırmızı pullarla kaplı olan bu canavar ağzından fırlayan keskin, beyaz dişlere sahipti. İki devasa, siyah pençesinin ortasında garip bir işaret vardı. Sırtından fırlayan kara-kızıl bir çift kanat Paul’ün karşı tarafa olan görüşünü tamamen engelliyordu. Bu, bir ejderhaydı!
Ejderhayı iyice inceleyen Paul onun uzun boynunun vücuduna bağlandığı yerde başlayan yerde bir çeşit kristal olduğunu fark etmişti. Ejderhanın geri kalanının aksine parlak kırmızı bir renge sahip olan bu kristal altıgen şeklindeydi ve oldukça pürüzsüzdü.
Paul ejderhayı incelerken bir anda tüm hislerinin ona tepki verdiğini hissetti. Hızla geriye doğru bir adım atarken ejderhanın ne yaptığını görmek için iyice incelemişti.
Ve gördüğü şeyle kalbi iyice soğumuştu. Ejderha parlak kızıl gözlerini sonuna kadar açmıştı!
“Roar!”
Ejderha başını kaldırıp gür bir şekilde kükrerken Paul kükremenin oluşturduğu rüzgâr dalgaları yüzünden geriye doğru fırlamıştı. Hızla lav denizine ilerlediğini fark eden Paul paltosunu ve içindeki Wulian ile Grim’i anında Yaradan Yetiştirme Zindanına göndermiş ve anka kanını tamamen aktif etmişti.
Kan kızılı tüylerle kaplı kanatlar gömleğinin sırtını parçalayıp dışarıya fırladığında hızla yükselmeye başlayan Paul maskesini geri çekmişti. Siyah pençeleri ortaya çıktığından kılıcı biraz daha farklı şekilde kavrarken ince bir çizgi şeklindeki göz bebeklerini ejderhaya dikmişti.
Aynı anda, ejderha da kızıl renkli gözlerini Paul’ünkilere dikmişti. Paul ve ejderha göz göze geldiklerinde ikisi de bir anda durdu.
İkisi de hissedebiliyorlardı. Birbirlerinin vücudundan yayılan savaş ve ölüm aurasını hissedebiliyorlardı. Auraya işleyen kişiliklerini, savaş arzulayan kişilikleri hissedebiliyorlardı.
Paul istemsizce gülümsedi. Kanatlarını hızla çırparken tüm vücudunu büyüleri ile kapladı ve kılıç niyetini saldı. Karaşafak’ı boyutuna atarken sağ elini göğsüne getirdi.
Sağ eliyle havayı kavrayıp çektiği anda Bin Şeytan Kılıcı elinde belirmişti. Saf siyah kılıcı anında ileriye, ejderhanın başına doğru uzatan Paul o anda bile gülümsemeye devam ediyordu.
Nedensizce, ejderhanın ağzının da bir gülümsemeye kıvrıldığını hissedebiliyordu.
Kanatlarını hızla çırptı ve ejderhaya doğru fırladı. Bin Şeytan Kılıcı çoktan birden fazla katmanla kaplanmıştı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..