564.Bölüm – Cennet, Cehennem ve Yabancılar (2)
Kara Hükümdarlık, Paul ortadan kaybolduktan sonra 81 Küçük Cehennemin bütününe verilen bir isimdi. Bir ‘birlik’ veya bir ‘konsey’ değildi. Adından da belli olduğu gibi, bir Hükümdarlıktı ve en başında yalnızca bir Hükümdar vardı.
Ama bu Hükümdar, Kara Büyücü, 10 yıldır ortalarda yoktu ve onun yokluğunda 81 Cehennem Habis Lordların hükmünde gerçekten gelişmişti. Her bir Cehennem güçlü uzmanlar tarafından korunuyordu ve özellikle ankalar büyük klanlara dönüşmüşlerdi.
Asillik kavramı Cehennemde yer almıyordu. Rütbeyi belirleyen tek şey güçtü ve bu vahşi bir sistem olsa da aynı zamanda en mantıklı olanıydı. Kaos içinde yaşamaya karar veren bu ırklar için güce saygı duymak en mantıklı şeydi ve eğer bir kişi zayıfsa bile Cehennemlerdeki okullardan birisine katıldığı sürece güçlü olma şansı olurdu.
O sırada, Üç Tanrıça olarak da bilinen Grim, Wulian ve Aleena üçlüsü İlk Küçük Cehennemde yapay olarak yaratılmış oldukça hoş bir gölün yanına kurulmuş bir çardağın içinde oturuyorlardı. Wulian ve Aleena yan yana oturuyorlardı ve Grim de onların karşılarındaydı.
Muhabbetleri oldukça sıradandı. Zaten birbirleri hakkında birçok şeyi biliyorlardı ve Paul’ün eşleri oldukları için Aleena onları biraz daha yakınlaştırmak için genelde Grim ve Wulian’ı buraya çekiştirirdi. Bu sayede Grim ve Wulian eskisi kadar atışmıyorlardı ve en azından normal bir sohbeti devam ettirebiliyorlardı. Ama Aleena’nın takıldığı tek bir nokta vardı…
-Anlıyorum, hepimiz Cehennemin Derebeylerinden biri sayılıyoruz ve yönetimde gücümüz var bla bla bla ama neden bütün konular bunun hakkında dönüyor!?-
Konuşma başladığından beri açılan tek konu Cehennemlerin gelişimi, durumu ve böyle şeylerdi. Habis Lordlar olarak bilinen kimlikleriyle böyle bir konunun açılması oldukça normal görünüyordu ama Aleena’nın onları sürekli buraya çekiştirmesinin nedeni Habis Lordlar olarak değil Paul’ün eşleri olarak yakınlaşmak istemesiydi…
-Ana Saraya gelin. Sizleri bekliyorum.-
O anda, her birinin zihninde tanıdık bir ses çınlamış ve bir anlık heyecanla kalkan Grim fazla hızlı kalktığı için önceden oturduğu yer çökmüştü.
…
Uzay Tanrıçasının Geçidinde, devasa boşlukta süzülen ana uzay gemisinde artık yalnızca en güçlü generaller ve eğitilen askerler bulunuyordu ve yakında da başka daha küçük uzay gemileri vardı. Bu uzay gemileri güçlü bariyerlerle kaplılardı ve Yabancıların ana okulları sayıldıklarından direkt olarak saldırıya uğramıyorlardı. En azından… normal kişiler veya öğrenciler tarafından.
“S*ktir! Silahları çevirin! Koruma birlikleri ne halt yiyor!?” Küçük gemilerden birisinde emirlerini veren en yetkili asker, o yeri yönetmesi için atanan bir Tuğgeneral’di. O anda geminin bariyerindeki devasa bir yarığa bakarken etrafa bağıran Tuğgeneral’in yüzü tamamen kızarmıştı.
-Siktiğimin ayında bu üçüncü kez oluyor!!! Saldıranlara geri cevap veremeyen avellere neden ihtiyacım olsun ki!?-
“Efendim!” O sırada yakınındaki bir askerin bağırışı ile Tuğgeneral gözlerini ona çevirmişti. “Ne var, asker? Eğer saldıranlarla ilgili değilse o zaman umurumda değil.”
“Saldıranların görüntüsünü yakalamayı başardık efendim.” Asker bunu söyledikten sonra Tuğgeneral anında en yakın monitöre doğru fırlamış ve askeri daha fazla önemsememişti. Gemiye saldırmaya cüret edenin kim olduğunu gerçekten de merak ediyordu.
“Bu… bu… Siktir!” Tuğgeneral ekrana bakarken saldırganların fotoğraflarını görmüş ve küfretmişti. Monitör büyük olduğundan arkasında duran bazı askerler de fotoğrafı görebilmişlerdi ve çoğu dişlerini sıkıyordu.
Monitörde siyahlara bürünmüş bir adam duruyordu. Bu adamın gözleri ve saçları da siyahtı ve yanında gri saçlı, mor gözlü genç bir kadın vardı. Genç kadın fotoğrafta yalnızca uzağa kaçıyor gibi görünüyordu ama siyah kıyafetli adam belli bir şekilde fotoğrafı çeken kameraya orta parmağını kaldırmıştı.
“Uzay Serserisi! İllüzyonlar Prensesi! Siktir! Sizin peşinizi bırakmayacağım!”
Tuğgeneral bu şekilde kükrese de bu ikili onunla dövüşmek istemediği sürece onları bulamayacağını biliyordu. Shuan’ın zaten muhteşem olan saklanma yetenekleri Amelia’nın illüzyon gücüyle birleştiğinde ikisini neredeyse bulunamaz bir hâle getiriyordu ve aslında bu ikili bir süredir diğer küçük gemilere de saldırıp kaçıyorlardı…
“Patron tam da döneceği zamanı seçmiş. Bu son gemiydi ve hızlıca dönmek için kendimi ele vermek zorunda kaldım.”
“Hehe… merak etme Shuan Amca. Ustam geri döndüğüne göre zaten kısa bir süre içinde gerçek bir savaş başlayacak yani her türlü kendini göstermen gerekecekti.” Amelia hafifçe sırıtırken konuşmuş ve Shuan da hafif bir gülümseme göstermişti.
“O da doğru gerçi. Artık kendimi gizlemeden etraftaki kişileri öldürebileceğim yani. Hehe… bu güzel olacak.”
…
“Hm?” İlk Küçük Cehennemde, şehirlerden uzak olmasına rağmen oldukça güzel bir malikanenin bahçesinde kırmızı kıyafetler içerisinde bir adam bir anda başını kaldırmış ve o sırada onun kucağında oturan küçük kız çocuğu onun ani hareketi yüzünden şaşırmıştı.
“Bir şey mi oldu, baba?”
“Sayılır. Babanın bir işi çıktı, Coure. Şimdilik annenin yanına git tamam mı?”
Eğer İlk Küçük Cehennemdeki herhangi birisi Dünya Yiyen olarak bilinen bir Habis Lordun o anda gösterdiği ifadeyi görseydi gerçekten şok olabilirdi. Çünkü bir baba olmak Cain’i en azından kızının yanındayken tamamen 180 derece değiştirmiş ve her zaman ona eşlik eden öldürme niyetini dağıtmıştı.
“Tamam. Ama hızlı ol, tamam mı?” Coure başını hafifçe sallamış ve Cain’in kucağından indikten sonra büyük gözleriyle ona bakmıştı. Cain ise hafifçe gülmüş ve onun başını okşadıktan sonra malikanenin girişine gitmişti.
“Haydi gidelim. Burada uyumak rahat olsa da savaşmayı özledim, Cain.” Malikanenin girişinde İnfirmi anında hazırlanmıştı ve normalde tembel olan ejderhanın bu halini gören Cain büyük bir gülümseme göstermişti. Evet, kendisi de gerçekten savaş alanlarını özlemişti.
“Baba! Bay bay~”
“Görüşürüz, Cain! Çabuk geri dönsen iyi olur!” Coure olduğu yerden ellerini hızla sallarken Cain’in eşi, Shuan daha önce onu takip ettiğinde gördüğü anka, Sylph de elini hafifçe sallıyordu. Cain ise yüzünde bir gülümsemeyle onlara el sallamış ve İnfirmi’nin sırtına çıkmıştı.
“Gidelim!”
…
Üzerinde hayat olmayan bir küçük dünyada, o anda Catherine ve birkaç güçlü figür dövüşüyorlardı.
“Vord, saldırıların güçlü ama diğerleriyle koordine olmayı beceremiyorsun!”
“Sabatha…”
“Alpras…”
“Astra…”
O sırada, Ascher Ailesinden herkes oradaydı ve Vord, Sabatha ve Alpras da oradaydı. Catherine özellikle bir bölgeyi kontrol etmekle uğraşmak istemediği için bu kişileri kendi başına eğitmeye başlamıştı. O bir Habis Lord olduğu anda zaten Ascher Ailesinin Cehennem tarafına geçtiği kesinleşmişti.
Bu yüzden Catherine onları yaklaşan bir savaş için eğitiyordu. Ascher ailesindeki herkes güçlü figürlerdi ve en zayıf olan Arad bile hiç zayıf sayılmazdı ama Konseydeki Tanrılar da aşırı güçlülerdi ve Yabancıların güçleri bilinmiyordu. Bu yüzden Catherine herkesi özel bir antrenmana başlatmıştı.
“Hoo… yaşlı kemiklerimin buna bu kadar dayanması gerçekten inanılmaz.” Vord, öldürülse bile tamamen ölmeyen ve neredeyse sınırsız canlılığa sahip olan bir varlık, o anda yere oturmuştu ve derin nefesler alıyordu. Diğerlerinin durumu ise ondan daha iyi değildi. En enerjik Ascher Ailesi üyesi olan Vayne bayılmanın eşiğindeydi.
“Hadi dev- Oh, Hükümdar geri döndü. Daha sonra devam edeceğiz o halde. Sizler de İlk Küçük Cehennem’e gelseniz iyi olur.” Konuşması bir anda zihnine gelen mesajla kesilen Catherine yorgun olan gruba son bir kez gülümsemiş ve ortadan kaybolmuştu. Gruptakiler ise birbirlerine birer bakış attıktan sonra yere yığılmış ve ortak olarak geri dönmeden önce en azından biraz dinlenmeye karar vermişlerdi…
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..