Zırhlı iki atlı son sürat arabayı çekerek ilerlerken geri gelmeyen maceracıları aramak için yola çoktan çıkmışlardı. Eğer, bu hızda devam ederlerse sabaha kadar zindana gitmek için geçilen ormanın sonundaki dağa varacaklardı. Ve oraya vardıklarında tam üç gündür maceracılardan haber alınamadığı onaylanmış olacaktı. Zırhlı atlı arabanın içindeki en yüksek rütbeli komutan karşısındaki hadsiz dedektifin ukalâ bakışlarına karşılık verirken, “Dedektif?” diye seslendi. “Bu hadsiz tavırlarınız ve imalı bakışlarınızın nedeni nedir, sorabilir miyim?”
Marck, istifini bozmadan başındaki kovboy şapkasını hafifçe eliyle yukarıya doğru kaldırdı.
“On başı Alexander von Falkenhausen; sizin de bildiğiniz gibi kralınızın emriyle dokunulmazlığım var. Bu yüzden de hareketlerim sizi rahatsız etse dahi bana bir şey yapamazsınız. Sadece, ben size saldırırsam bana zarar verme veya öldürme hakkınız bulunuyor. Lütfen, bunu unutmayın.”
“Size zarar vermek istediğimi nerden çıkardın dedektif?”
Marck'ın yüzünde gergin bir gülümseme meydana geldi. “Ah... siz, Osweldliler. Gerçekten de karşınızdakileri aptal sanıyorsunuz. Sizce benden ne kadar nefret ettiğinizi bilmiyor muyum, Onbaşı?”
Onbaşı, dirseklerini dizlerine dayayarak dedektifin önüne doğru eğildi.
“Öncelikle ben Osweld Hanedanlığı'nın Kuzey Şehri Anakarta'nın buğdayıyla ünlü köylerinden Nokt Köyü'ndenim. Ailem dört kuşaktır çiftçidir. Ve bir komutan olarak kendi çıkarlarım için kralımın emrini çiğnemem. Kibirse en büyük düşmanımdır dedektif.”
Bu sözler Marck'ın hoşuna gitmiş gibiydi. Tıpkı Onbaşı gibi dirseklerini dizlerinin üzerine koyarak öne doğru eğildi, artık ikilinin yüzleri birbirine dip dibeydi.
“Duyduklarıma göre bundan üç yıl önceki o savaşta kralınızın emrine karşı gelmişsiniz. Ve bu yüzden de binbaşı konumundan aha bu onbaşı konumuna tenzil edilmişsiniz. İşte bu, sizin kibrinize ait en büyük kanıt.”
Onbaşı dişlerini sıkarak çene kaslarını bir anlığına belirtti ama bunun üzerinde çok durmayarak sırtını dikleştirerek doğruldu.
“Haddinizi aşmayın dedektif. Benim geçmişte yaptığım hiçbir şey sizi ilgilendirmez. Ben, yaptığımın bedelini çoktan ödedim. Sizse, daha ödemediniz. O yüzden, çenenizi kapayın ve işinizi yapın.”
Dedektif, Onbaşı’dan bir karşılık alamayınca o da doğruldu. Cebinden çıkardığı silindir şeklinde ki kâğıt parçasını dudaklarının ucuna koyarak, kibriti yaktı ve diğer elini de rüzgâra karşı cephe alarak kâğıt parçasını tutuşturduğu sırada derin bir nefes alarak burnundan duman çıkardı. Kibrit kutusunu pantolonunun cebine atarken elinde kalan kibrit tanesini hızla sallayarak söndürdü ve arkasında kalan sürgüyü açarak oluşan boşluktan kibrit çöpünü attı. Ardından, tekrar sürgüyü çekerek boşluğu kapattı.
“O içtiğiniz şey...” (Onbaşı)
Dedektif, iki parmağının arasından kâğıt parçasını alarak, “Batıdan gelen bir tüccardan aldım,” dedi. “Gerçi, sarması oldukça meşakkatli lakin yine de insanın sinirlerini yatıştırıyor.” dedektif komutanında ilgisini çektiğini görünce bir dalda ona uzattı. “İster misiniz? Merak etmeyin zararı yoktur. Sadece, duygularınızı dizginler.”
Onbaşı, bir süre dedektifin gözlerinin içine baktıktan sonra bir dal aldı ve yaktı, bir nefes aldı.
[Gerçekten de dediği gibiymiş. Ah... inanılmaz bir rahatlama.] (Onbaşı)
Yolculuk boyu sigara sayesinde tartışmayan ikili ormanın önüne geldiklerinde arabadan indiler. Ardından, sıkışık ormanın içinde cebelleşerek ilerliyorlarken maceracıların geçtikleri rota önlerine çıktı. Bu rotayı takip ederek kolaylıkla zindanın önüne vardıkları gibi Onbaşı elini dedektifin sırtına bastırarak, “Hadi bakalım,” dedi. “Bundan sonrası sende Dedektif.”
Marck, ağzı açık kapıyı görünce pantolonun ön cebinin içindeki küçük cepten köstekli saatini çıkardı. Saatini açtığında zincirinden tutarak saati serbest bıraktı. Birkaç saniye sağa-sola sallandıktan sonra kapının önünde bir şeyler belirmeye başladı. Süt beyazı renginde parıl parıl parıldayan tozları gören askerler oldukça şaşırmışa benziyordu.
Onbaşı, “Büyü kırıntısı dedikleri bu herhalde,” diye söylendi.
“Aynen öyle Onbaşı. Bu, büyü kırıntısı. Bunun sayesinde büyüyü kullananın nasıl bir sınıf olduğu hakkında üstün körü bir fikir elde edebiliyoruz.”
“Peki, buradan çıkardığınız sonuç nedir?”
“Öncelikle toz ne kadar beyaza dönükse o kadar saf demektir. Yani, bunu yapan ya Kutsal Kahraman sınıfından biri, ki bunun olası bir tarafı yok, diğer seçenekse bir rahibe veya papaz olmalı. Kapının önünde kullanmasıysa... oldukça tuhaf. Üstelik, heykelin alnındakine bakın. Buraya girmek için ona ihtiyaçları varmış. Eğer, onu oradan alırsanız kapı kapanır. Almazsanız kapı asla kapanmaz. Anlaşılan biri tarafından saldırıya uğradılar ve içerlere kaçtılar. Şimdiyse ya ölümün eşiğindeler ya da çoktan öldüler.”
Onbaşı, “Kendilerini bulmadan tam bir teşhis koymak mümkün değil gibi,” diye ekledi. “Asker! İkili sıra hâlinde zindana giriş yapın ve ikili gruplar arasında bir buçuk metrelik mesafe olsun. Uzun kılıçları atın, kısaları alın. Boş yere ağırlık yapmasınlar.”
Askerler, komutanlarının emirlerini harfiyen yerine getirerek içeriye girdiler. Uzun bir koridor yolculuğundan sonra kapının önüne geldiklerinde Marck ve Alexander kapının önünde dikili durdular.
Onbaşı kaşlarını çatarak sesini soğuttu.
“Bu uğursuz koku...”
“İçerisinde sandığımızdan çok daha büyük sorunlarla karşılaşabiliriz. Zaten, bu kadar tuhaf bir zindan hayatımda ne gördüm ne de duydum. Tek bir koridordan oluşuyor ve bizi çıkardığı yer ise bu uğursuz oda. Maceracılar bu oda da olmalı.”
“Veya arkalarına bakmadan kaçtılar ve içeridekilerle ilk biz karşılaşacağız.”
“Bilmem, içeriye girmeden bilemeyiz.”
Onbaşı askerlerine dönerek, “Asker!” diye seslendi. “Şu an, her şeye hazırlıklı oldun. Siz de fark etmiş olacaksınız ki, birçoğumuz buradan sağ veya tam çıkamayacak. O yüzden, elinizden gelenin en iyisini yapın ve hayatta kalın. Onlara gücünüzü gösterin!”
Askerler savaş naraları atarak kapıya yüklendiler ve kapı açılınca yüzlerine vuran soğuk hava akımıyla karışık çürümüş ceset kokusu mideleri altüst etti. Maceracılardan ikisine ait cesetlerden biri odanın sağında diğeriyse kapının hemencecik önündeydi. İç balkon çökmüş zemin tamamıyla parçalanarak siyah renkte bir ziftle kaplanmıştı. Ve bu kaosun ortasında yaklaşık bir doksan boyunda gece kadar karanlık bir zırhla kaplanmış, elinde koca kılıcıyla bir kara şövalye olduğunu; miğferinin yüz kısmındaki ızgaralardan çıkan sıcak dumanla da yaşadığını belli ediyordu.
Kudretli ve bir insana ait olamayacak kadar kibirli sesi odanın içinde, “Görev,” diye seslenerek yankılanmaya başladı. “Öldür. İblisleri... öldür. İblis Kiiroi Hinata'yı öldür. Tanrı... adaletini tecelli edecek. Vakit geldi.”
Yabancının bu cümleleri oldukça karmaşık ve anlamsızdı. Onbaşı, dişlerini sıkarak biran tereddütte kalsa da öne doğru kendinden emin bir adım attı.
“Hey! Bunu sen mi yaptın? Bu maceracıları seni mi öldürdün?” Onbaşı Alexander kılıcını çekerek silahını şövalyeye doğrulttu.
Dedektif olayların pek de iç açıcı gitmediğini anlamayacak kadar aptal değildi. Bir boşluğunu bulduğunda buradan kaçmalıydı. Odanın köşesine doğru usul usul kaçarken sol omzuna zift düştü.
Marck yüzünü çemkirerek, “Lanet olsun,” diye bağırdı. “Nerden geldi bu?” merakla başını yukarıya kaldırdığında tavana çakılmış iki ucube cesedi görünce aklını kaçıracakmış gibi oldu. Dedektif, acı dolu bir çığlık kopartınca askerler de bir an olsun dedektifin baktığı yere baktı ve olanlar oldu.
Cesedi gören askerler tüm cesaretlerini ve savaşma azimlerini oracıkta kaybetti. Böyle bir düşmana kafa tutamazlardı.
[Lanet olsun... bununla nasıl baş edeceğiz? Üstelik, kapıyı biz açt-]
Onbaşı'nın kafasında şimşekler çaktı ve alelacele yüzünü askerlerine doğru döndüğü sırada, “Çabuk kapıyı kapatın,” diye bağırdı. Ve tam o sırada başının üzerinde hızla geçen bir karaltı koridordan gezinerek hızla gözden kayboldu.
“S*ktir! Hey, dedektif çabuk kendinde gel. Aynı şekilde sizler de. Onun peşine düşmeliyiz.”
Dedektif, yaşadığı kısa süreli şoku atlatmış gibiydi. Yakasını düzelterek Alexander'in dibinde bitti.
“Neden böyle bir şey yapalım Onbaşı? Sonuçta, onun ne suçu var? Şu ucubeleri öldürmek bir suç mu?”
“Mace-”
“Olayı çözdüm sayılır Onbaşı.”
“Nasıl?”
Dedektif, ortama son bir kez daha göz attıktan sonra, “Bunu dışarda konuşsak nasıl olur?” diye bir öneride bulundu. Herkes dışarıya çıktıktan sonra heykelin alnındaki kuru kafa desenli taş parça alındı ve kapı kapandı. Etraf oldukça sakindi. Sanki, buradan kimse geçmemişti.
Onbaşı kollarını göğsünde birleştirerek, “Evet, Dedektif. Sizi dinliyoruz?” diyerek balıklama konuya girdi, zerre sabrı yoktu.
“Şöyle ki, eğer o yabancı maceracıları öldürdüyse bizi de öldürmesi gerekmez mi? Ama, bizimle ilgilenmedi bile. Sadece, tuhaf şeyler tekrar edip durdu. Sonraya odadan çıktı. Üstelik, bizi oracıkta öldürecek kadar da güçlüydü. Diğer bir yandan buraya üç maceracı geldi değil mi? Peki, üçüncüsü nerde?”
Onbaşı askerlerine dönüp, “Buraya gelen maceracıların CV'leri yanınızda değil mi?” diye sordu.
“E-evet, komutanım.”
“Getir.”
Asker gerekli CV’leri getirince komutan isimlerini okumasını emretti.
“Mith Blaum, Aka Nakata ve Kiiroi Hinata.”
O, an bu ismi duyan herkesin şaşkınlıktan nutku tutuldu. Dedektif, ani bir hamleyle CV'leri askerin elinden söküp aldı ve Kiiroi hakkında yazan tüm bilgileri okudu.
“Kendisi bir rahibe. Osweld Hanedanlığı'nın batı kıyısındaki Shouran Şehri'nde doğup, büyümüş. Yetenek değerleri on sekiz yaşındaki birine göre oldukça iyi.”
Onbaşı, “Bu ne demek oluyor?” diye mırıldandı.
“Onbaşı, sizin de yapacağınıza eminim ama oradaki karakolla iletişime geçip, hemen bu kızı aramaya başlayın. Ben de kendi kaynaklarıma danışacağım. Bu kim ve bir yabancı neden bu kızı öldürmek istiyor? Üstelik bir şeyi anlamadım. Bu kapının kapanması için o broşun alınması gerekiyordu. Peki neden dışarıya çıkamadılar?”
Onbaşı başıyla onayladı. “İçerideki kapıyı kapatmış.”
Dedektif, “Evet,” diye katıldı. “Ama, dış kapının üzerinde siyah renkli hafif bir toz izi de var.”
“Yeraltı Dünyası diyorsun. Tamamdır. Haber vermek için buranın güneyinde kalan Haban Köyü'ne gidelim. Oradaki karakoldan irtibata geçebiliriz.”
“Güzel. O zaman, ben de bazı yerlere sorayım. Sonuçta, ordu her yere giremiyor Onbaşı.”
İkili birbirlerini süzdükten sonra kapanan zindanın önünde yolarını ayırdılar ve biri Haban Köyü'ne diğeriyse bilgi edinmek için illegal yerlere doğru yola koyuldu.
...
Ahşaptan yapılma kırık dökük bir tavernaya giriş yapmadan önce dışarıdaki birkaç masada içmekten doğru dürüst konuşamayan ayyaşların arasından geçtikten sonra nihayet kovboy filmlerindeki gibi olan kapıyı tek eliyle iterek içeriye girdi. İçerisi dışarısından çok daha kötüydü. Köşedeki VIP masalarda yarı insan köleler, duvar köşelerinde tek başlarına oturan siyah cübbeli tekinsiz insanlar, tavernanın orta kısmında oturup yüksek seste kahkaha atan çapulcular... insanın buraya içinin ısınmaması elden bile değildi.
Barmenin karşısındaki boş taburelerden birine oturdu ve kıvrak bir el hareketiyle barmeni yanına çağırdı.
“Kiiroi Hinata adında birini tanıyor musun?”
Yabancının sorusunu duyunca koca göbekli, birbirine girmiş beline kadar uzanan turuncu saçlı, tek gözlü barmen kalın dudaklarını gererek otuz iki diş sırıttı.
“Eğer bir şeyler merak ediyorsan...” önüne bir bardak bira koydu, bardak kirden sararmıştı. “Bir şeyler içmelisin.”
Yabancı pek iletişim kurmaya niyetli değil gibiydi. Kaşlarını çatarak öfkeyle yumruğunu masaya vurdu. “Kiiroi Hinata nerde?!”
Yabancının agresif tavrı karşısında uğultuyla inleyen taverna bir anda sessizliğe büründü; tüm gözler yabancıya dikilmişti.
Barmen, birayı yabancının önünden alarak başka bir müşterisinin önüne çekti fakat onun da pek hoşuna gitmemiş gibiydi. Elinin tersiyle bardağı öteleyerek kendisinden uzaklaştırdı. Bunu gören barmen bir şey demeyerek ellerini tezgâhın üzerine koyup yüzünü yabancının yüzüne yaklaştırdı.
Pis kokulu nefesini adamın yüzüne vurarak, “Bana bak yabancı,” diyerek söze başladı. “İçki satan bir adama karşı, hele de o adamın mekânında asla sesini yükseltme. Yoksa...”
Kalabalık usulca silahlarına sarılarak tek darbede düşmanını öldürecekleri o anı beklemeye başladılar. Bunu fark eden yabancının gözleri kısılarak kalabalığın üzerinde gezdi ve tekrar barmene döndü.
“Kiiroi Hinata nerde?”
“Aaağh, Yeter be! Sanki, söylerim de.” barmen belindeki silahına davranırken kalabalıktan da kimi silahla kimiyse yakın dövüş silahlarıyla yabancıya saldırdılar. Ve o an dünyaları bir anlığına soğuklaşarak durdu.
“Görev... Kiiroi Hinata'yı bul.”
Derisinin altından çıkan gölgeler hızla bedenini sararak gece kadar kara zırhını ve aynı şekilde devasa kılıcını oluşturdu. Ve tam o anda tekrar dünya eski rengine kavuştu. Ancak, barmen ani bir şok dalgasıyla duvara yapışırken üzerine atlayanlarında bir kısmı kellerini kaybetti. Ne olduğunu anlamaya çalışan kalabalık kapının oraya baktığında gözlerinin önünde bir karaltı geçti; ve o karaltı bu seferde silahlıları olanların kellesini aldı. Ardından, ayakta kalan son birkaç kişiyi... Barmen acıyla doğrulurken başının tepesinde beliren kara şövalyeyi görünce korkudan nutku tutuldu.
Şövalye miğferinin içinden çıkardığı sıcak havayı barmenin yüzüne vurdu.
“Kiiroi... nerde?”
Barmen, göz yaşları içinde ellerini havaya kaldırarak, “Ben… nerden bileyim?” diye yakındı. “Bu tarz bilgileri batı taraftaki Paralı Askerler Tavernası'nda bulabilirsin. Burada o tarz bilgiler olmaz. Tanrı aşkına biz kimiz ki bu tarz bilgilere sahip olalım. Tek bildiğim kendisi yakın zamanda ünlenen bir rahibe. Shouranlı olduğu söyleniyor. Ama- ama tek bildiğim bu. Lütfen... b-beni öll…dürme...”
Kara şövalye kılıcını sırtına çoktan geri koymuştu. Koca adamın yakasından bırakınca barmenin yüzünde istemsizce bir mutluluk belirdi lakin kafası tek bir hamlede yerinden koparak duvarın içine girince o mutlulukta yüzünden silindi.
Kara Şövalye, tavernanın kapısından çıkıp giderken zırh ve kılıç büzüşerek tekrar yabancının derisinin altına nüfuz etti, yok oldu.
Bu sırada, nefesini tutarak korkuyla bekleyen Dedektif Marck fark edilmediği için Tanrı'ya dualar etmeye başladı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..