Şatonun avlusunda gazete okuyan prens yüzündeki gülümsemeyi okuduklarıyla daha da büyütüyordu.
“Demek ismi bilinmeyen biri ortaklıda geziniyor, he? Üstelik, ona bir isim dahi takmışlar... Kara Şövalye. Açıkçası ben bile onunla ilgili dedikodular duymaya başladım. Sürekli tanrının adaletinden bahsedip, duruyormuş. Ama, asıl ilginci...” gazeteyi bir kenara bırakıp arkasındaki cübbeli kadına döndü. “Seni öldürecekmiş Kiiroi.”
Kiiroi, cübbesinin yüzünü örttüğünden iyice emin olmak için parmak uçlarıyla başlığını öne doğru çekti. “Tuhaf söylentiler işte, bunlara bu kadar takılmaya gerek yok prens.”
Prens, derin bir “oh” çekerek yüzünde imalı bir sima belirdi. “Flame Hentroka nasıl Kiiroi?”
“İyi prens, oldukça iyi. Sizinle yaptığımız ticaret anlaşmaları sağ olsun gücümüze güç katmaya son sürat devam ediyoruz.”
“E, siz de bana yeni kurbanlar veriyorsunuz. En son ki kurbanların adları nelerdi?”
“Akan ve Mith adında iki maceracı. Eğer, yaşasalardı iyi birer kahraman olabilirlerdi.”
Prens, şiddetli bir kahkaha patlatıp elini dirseğine vurarak olduğu yerde tepindi. “Khahahahaha! Desene bir taşla iki kuş vurmuşuz. Hem iblislerin karnını doyurduk hem de potansiyel düşmanlarımızı ortadan kaldırdık.”
Prensin böyle sözleri bağıra bağıra sarayın avlusunda söylemesi Kiirio'yi oldukça germişti. “Prens... lütfen, biraz sessiz olun. Bu tarz bil-”
Prens sert bir hareketle kızın yakasından kavrayarak kendisine doğru çekti. “Bana ne yapacağımı mı söylüyorsun, pis avam?”
“Hayır, ben... sadece-”
Prens, tuttuğu yakayı iyice kavrayarak sertçe ileriye itti. “Anlaşılan seninle bu kadar uzun konuşunca kendini benimle denk sandın. Şimdi, buradan çabuk uzaklaş Kiiroi. Yoksa, canını şuracıkta alırım.”
Kiiroi, tehditlerin ne oranda gerçek olduğunun farkındaydı ve hemen avludan çıkarak saraydan uzaklaştı.
Prens, tekrar gazetesini eline alarak kaldığı yerden, arka sayfadaki haberleri, okumaya devam etti.
...
“Çabuk, çabuk! Alabildiğinizi alın. Buradan en kısa sürede uzaklaşmalıyız.”
Eşkıyanın yanına çapulculardan biri korku dolu gözlerle sokularak, “Bunların burada ne işi var?” diye sordu.
“Ne bileyim ben?! Hem, bunun ne önemi var? Hemen arka taraftan çıkmalıyız, yoksa hepimizin alacak pek nefesi kalmayacak. Askerler bize acımaz, hele başlarında Onbaşı Alexander varsa.”
Dağ eşkıyaları ve onların yanındaki onlarca çapulcu köyün arka taraflarına doğru kaçışırken Onbaşı'nın içine bir kurt düştü. Askerlerinden birini yanına çağırarak, “Neden burası bu kadar sessiz?” diye sordu.
“B-bilmiyorum komutanım. Ama, gözcüler... yerlerinde değiller.”
Alexander, kaşlarını çatarak kılıcını kınından çıkardı. “Demek öyle...” yüzünü askerlerine dönerek kılıcını göğe doğru kaldırdı. “Askerler! Hemen, bu köyü abluka altına alın ve kimseyi bu ahşap surların dışına çıkarmayın. Köy, saldırı altında!”
Askerler, komutanlarından gelen bu ani emire hiç şaşırmayarak hızla reaksiyon gösterdiler. Sonuçta, hiçbir şeyin normal olmadığı gayet belliydi. Köye ne giren ne de çıkan vardı, gözcüler yerinde değildi ve köyün patika yollarında hiçbir araba tekerleğine ait iz yoktu.
Komutanın emrine sadece askerler değil, çapulcular ve dağ haydutları da hızla reaksiyon göstererek arka kapıya daha hızlı hücum ettiler. Dışarıya çıktıklarında hiçbir askerle karşılaşmadıkları için Tanrı'ya dualar ederek hemen ormana doğru koşturmaya başladılar. Tek tük ağaçların ve kayalıkların olduğu yamacı tırmanırlarken bir anda önlerinde dört kıdemli asker belirdi. Dağ haydutları ve çapulcular şaşırarak arkalarına döndüklerinde diğer ordunun da şehrin içinden atlarla arkalarına geçtiklerini görünce ellerini kaldırarak teslim oldular.
“Lütfen, bizi öldürmeyin! Teslim oluyoruz. Lütfen, adamlarıma ve bana acıyın.”
Alexander, atından inerek dağ haydutlarının liderlerine el işareti yaparak yanına çağırdı. “Hemen yanıma gel soysuz.”
Dağ haydutlarının lideri hemen komutanın yanına gelerek dizlerinin üzerine çöktü ve ellerini ovuşturarak af dilemeye başladı.
Alexander'se sadece aciz bir durumda ayaklarının dibine yalvaran soysuza kin dolu gözlerle bakıyordu. Birkaç dakikanın ardından şehrin içinden bir asker daha çıktı ve Alexander'in yanına gelerek kulağına bir şeyler fısıldadı. Ardından, o da komutanın arkasında yerini aldı.
“Demek karakolun Hochoki'sini parçaladınız, öyle mi?” komutanın alnında öfkeden birkaç damarı yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başladı.
Dağ haydutlarının lideri şaşkın bakışlarla, “Ha-hayır, hayır efendim! Biz... öyle bir şey yapmadık. Hatta, buraya da girdiğimiz de köy zaten rezalet bir haldeydi. Sadece erkekler ve yaşlılar kalmıştı. Onun dışında çocuklar ve kadınların ve askerlerin hiçbiri yoktu.”
“Ne?.. Ne saçmalıyorsun?”
“E-efendim, bana inanın lütfen. Siz de fark edeceksiniz ki hiçbir kadın veya çocuk cesedi yok. Biz geldiğimiz de bile her şey çoktan olup bitmişti. Köyde kalan insanları da biz öldürerek mallarına konduk. Lakin, siz bizi suç üstü enselediniz. Ama... hepsi bu efendim. Hochiki'lere zarar vermenin cezasını gayet iyi biliyoruz. B-böyle bir şeyi asla yapmayız efendim.”
Alexander, her ne kadar bu sefil yaratıkların kellesini almak istese de kendi duyguları yüzünden büyük bir ipucunu kaçırmak istemiyordu. Her fırsatı iyi değerlendirmeli ve en kısa sürede eski rütbesini geri kazanmalıydı.
“Bana bak, soysuz. Eğer, bana işime yarar bir bilgi verirsen seni ve adamlarını azat ederim.”
“Eğer bildiğim bir şeyse seve seve söylerim efendim. Nedir? Ne bilmek istiyorsunuz?”
Alexander kılıcını kınına sokup kollarını rahatlattı. “Buraya geldiğiniz de sadece yaşlılar ve erkekler vardı, değil mi?”
“Evet, efendim. Sadece yaş-”
Eliyle soysuzun sözünü yarıda kesti. “Zamanımı boşa harcama.”
Soysuz başını öne eğerek mahcubiyetini belirtti.
“Peki, onların ağzından ne duydunuz? Size ne söylediler? Eminim, saldıranlar hakkında ister istemez bilgi edinmişsinizdir.”
Dağ haydutlarının lideri yutkunarak komutanın kararlı bakışlarının ağırlığı altında adeta eziliyordu.
“E-efendim...” tekrar yutkunarak boğazını rahatlattı. “Köye geldiğimiz de insanların yüzünde daha önce hiç görmediğimiz bir korku vardı. Açıkçası, yüzlerine bakmak bile içimizi ürpertiyordu. Ve sırf bu yüzden onların kellelerini aldık, korku dolu, o donuk bakışları görmemek için. Yoksa, bize karşı zerre bir direniş göstermemişlerdi. Lakin, içlerinden biri sürekli bir isim tekrarlıyordu.”
“İsim?.. Ne ismi?”
“Draak... Prestanya Black.”
Alexander'in yüz mimiklerinde ne kadar şaşırdığı anlaşılıyordu. “S*ktir...” öfkeyle atında inip soysuzun yakasına yapışarak ayaklarını yerden kesti. “Bana bak soysuz! Eğer, yalan söylüyorsan senin kafanı koparırım, anladın mı?”
Soysuzla bir süre öylece bakıştıktan sonra adam korkudan altına işemesin diye yakasını bıraktı ve arkasını dönüp giderken, “Gerisi sizde,” dedi.
Askerler teslim olmuş düşmanın üzerine yürürken dağ haydutlarının lideri gözlerinden yaşlar boşanırken, “Efendim,” diye feryat etti. “Anlaş-” gırtlağına giren kılıçla sesi kesilerek kendi kanında boğuldu. Diğer askerler de güçsüz düşmanlarını birkaç dakika da katlederken Alexander'in ağzından tek bir söz çıktı.
“Bu işlediğiniz günahlarla çoktan dinden çıktınız. O yüzden, şunu bilmeliydiniz. Kafire verilen sözlerin hiçbir hükmü yoktur.”
Alexander, atına binip askerleriyle beraber mecburen şehre dönerken kırmızı saçlı bir genç atıyla komutanına doğru yaklaştı. Bu kişi, Alexander'in sağ kolu Movay'dı. Saçları, kaşı ve göz rengi ateş kırmızısıydı; tıpkı diğer Ejder Doğan'lar gibi...
“K-komutanım, oradaki o ufak savaş hilesi gerçekten inanılmazdı. Emri, bağırarak vermeniz sayesinde düşman köyün içinde kalarak bize zorluk yaşatmaktansa dışarıya çıkarak kendilerini açık ettiler.”
Alexander istifini bile bozmadan, “Önemli değil Movay,” dedi. “Asıl önemli olan Draak Prestanya Black'ın bu önemsiz çorak topraklarda ne aradığı. Bir an önce Kiruno Şehri'ne dönmeli ve Haban Köyün'de olanları bildirmeliyiz.”
“Efendim, isterseniz bir ulak gönderelim. Daha hızlı olur.”
“Hayır, Movay. Eğer Draak buraya uğradıysa elbet etraf Shilne Shi kaynıyordur. Sürü halinde dolaşan cılız, iğrenç yaratıklar... onları görmek insanın içini karartıyor. Hele de kolay kolay ölmemeleri... en çok da o yanları canımı sıkıyor.”
“Anlıyorum, efendim. Duyduğuma göre Varoluş Savaşı'nda ateşe olan zayıflıkları öğrenilene kadar yüz binlerce masum insanı katletmişler.”
“Evet, Movay. Senin ataların Ejder Doğan'lar, hele de Hara Klanı, yardımları sayesinde Shilne Shi yani kısaca Shi'lerin üstesinden gelmiştik. Ataların... inanılmazdı Movay.”
Movay, başını öne eğerek duygularını belli etmese de gözlerinden ne kadar utandığı ve kalbinin gururla aşılandığı anlaşılıyordu.
...
Sonbaharın yaklaşmasıyla ağaçların yaprakları sararmaya çoktan başlamıştı. Soğuk havanın sert esintisi yüzüne çarparken içine işleyen soğuk rüzgârın bir anda kesildiğini hissetti. Merakla arkasına döndüğünde tüm dünya griye bezenmiş bir çarşafla kaplanmıştı adeta. Yapraklar kımıldamıyor, rüzgâr esmiyor, çevresinde hiçbir canlılık belirtisi gözlenmiyordu.
Kudretli ve yüce bir ses, “Fedai,” diye seslendi. “Görevini yerine getirmek için sadece üç günün var. O yüzden, elini çabuk tutsan iyi edersin.”
Fedai, başını göğe doğru kaldırdığında hiçbir insanın anlayamayacağı kadar yüce bir varlığın suretini gördü. Bedeni bembeyaz nurla kaplanmış, gök yüzünü kaplayan zümrüt işlemeli devasa kanatları, hiçbir hat olmayan düz bir surat ve kaynağı belirlenemeyen yüce bir ses...
“Endişeye lüzum yok. En kısa sürede görevi olumlu sonuçlandıracağım.”
“Fedai, bu son görevin olduğu için Tanrı oldukça sabırsız. Hemen seni Fedailikten azat etmek istiyor.”
“Ya, Tanrı ne kadar da iyilik severmiş öyle(!)”
Yüce varlık hiddetlenerek, “Hadsiz,” diye sesini sertleştirdi. Fedai, istemsizce dizini kırarak karşısındaki varlığa boyun eğdi. Eğer, şansını zorlamaya devam edersen senin canını bur da alırım.”
Fedai, üzerine uygulanan basınç karşısında kılını dahi kıpırdatamıyordu. Burnuna kadar gelen düz siyah saçları yüzüne gelirken, gri gözleri intikam ateşiyle kavrulmayı sürdürdü.
“O bakışları boşuna üzerime dikme, Fedai. Hiçbir işe yaramayacak, ben bir ölümlü değilim. Şimdi, görevi çar çabuk bitir ve Tanrı'nın yeni kıyafeti ol.”
Yüce varlık, anında ortadan kaybolunca her şey eski haline döndü. Fedai, geriye doğru sırt üstü yatarak soluklanmaya başladı. Yüzünden akan terleri elinin tersiyle silerek daha fazla vakit kaybetmeden koca bedenini yerden kaldırdı ve sıradaki mekâna doğru yola koyuldu. Batıdaki Patrick Tavernası'na...
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..