Daha içeriye attığı ilk adımda burnuna gelen buram buram kan kokusu içini ürpertmeye başlamıştı. Duvarlardaki hayvan kafaları birer süs değil, gerçek canlıların iskeletleriydi. İnsanların her birinin üzerinde siyah bir cüppe ve yüzlerinde farklı simaların olduğu beyaz maskeler vardı. Kiminin maskesi gülüyor, kiminin ağlıyor, kimininse şaşırıyordu...
Barmenin karşısındaki tezgâhın başına geçerek daha önceki tavernadan edindiği tecrübelerine dayanarak bir bardak bira istedi. Devasa ahşap bardakta gelen birasını yudumlarken rahatlıyordu. Bardağı tezgâhın üzerine koyduğunda yüzü buruş buruş olmuş, lakin vücudu taş gibi olan yaşlı adam gencin gözlerindeki kararlılığı sezmişti.
“Genç Bey, buraya ne için geldiniz acaba? Yoksa, görev mi arıyorsunuz?”
Genç delikanlı önce bardağındaki birasını keyifle bitirerek tezgâhın üzerine sertçe vurdu, ardından elinin tersiyle ağzını temizlerken “ah” diye bir ses çıkardı.
“Kiiroi Hinata, nerde biliyor musun?”
Barmen, başka bir müşterisinin bardağını temizledikten sonra tekrar delikanlının yanına döndü. Yaşlı barmen, gözleri kapalı bir şekilde bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Oldukça açık sözlüsün,” diye itiraf etti. “Lakin, bu işlerde oldukça acemisin. Üzerindeki kan kokusu bunu rahatlıkla ele veriyor. Yani, bizden önce başka bir yere gittiniz ve koku biraz eskimiş gibi... uzun bir yol gittiniz değil mi? Yoksa, Patrick Tavernasından mı geliyorsunuz?”
Genç hiçbir şey demeden sadece barmenin konuyu nereye getireceğini dikkatle dinlemeyi seçti.
“Sanırım haklıyım, he? Demek, o meşhur katil sensin. Lakin, kara bir zırhın içinde olduğuna dair söylentiler duymuştum. Sanırım, yanılıyorlarmış veya sen başka bir yerden geliyorsun.”
Fedai, yaptıklarını saklamanın hiçbir mantığı olmadığına saniyeler içerisinde çoktan karar vermişti. Sonuçta, illegal bir yerdeydi. Etrafı onlarca katille sarılıydı zaten.
“Demek her şeyi anlatmayı seçmiş. Hıh!..kendi bilir. Lakin, bu yüzden canından olacak.”
“Genç Bey, ne demek istiyorsunuz? Yoksa, o tanığı bilerek mi canlı bıraktınız?”
Fedai, boş bardağı yaşlı adama doğru eliyle sürerek ittirdi.
“Önce, şunu tazele bakalım.”
Barmen, bardağı tazeledikten sonra birkaç kişinin daha yarım kalan bardağına eklenti yaptı. Karşı çıkanlaraysa, “Benden bu,” diyerek geçiştirdi.
“Sizi dinliyorum Genç Bey.”
Fedai, koca kupasından dolu dolu büyük bir yudum aldıktan sonra ohlayarak kuruyan boğazını ıslamasının keyfini sürdü.
“Yaptıklarım insanlar tarafından bilinmezse bir anlamı kalmaz. Birileri varlığımdan emin olmalı, olmalı ki karışıklık çıksın. Ve ben de avıma daha hızlı ulaşayım.”
“Anlıyorum, Genç Bey. Demek planınız bu. Peki, bunu bana anlatmanızın nedeni nedir?”
Fedai, bardağını bitirdikten sonra etrafına şöylece bir bakındıktan sonra dirseklerini tezgâhın üzerine dayayarak barmene doğru yaklaştı.
“Çünkü, Kiiroi Hinata'yı yakalamam için gerekli bilgileri vereceksin de ondan.”
“Bu bilgilerin bende olduğuna sizi bu kadar kolay inandıran şey nedir acaba?”
Kupasında kalan birayı da tek dikişte bitirdikten sonra elinin tersiyle ağzını sildi ve ayağa kalktı.
“Sadece, bir tahmin barmen. Sadece bir tahmin... Eğer, tahminim tutmazsa maalesef hepinizi öldüreceğim. Ardından, başka bir yere gidip şansımı orada deneyeceğim. Ta ki, Kiiroi Hinata'yı bulana kadar. Ve eminim ki birisi onunla ilgili bir ipucu ötecektir. O yüzden, iyi düşün ve kararını ver.”
Barmenin üzerinde oldukça şık bir takım elbise vardı. Yakasındaki papyonunu çıkartarak birkaç düğmesini çözdü. Ardından, üzerindeki ceketi çıkartarak kollarını dirsek kısmına kadar katladı.
“Savaşmaya mı hazırlanıyorsun?”
“Evet, ama sizinle değil.”
Fedai, başını hafifçe sola yatırarak, “Ha?” diyerek şaşkınlığını belirttiği gibi tavernanın kapısı aşağıya indi. Fedai, ağır hareketlerle arkasına döndüğünde mavi saçlı, bir doksan boylarında, yapılı ve oldukça genç, yaklaşık yirmi yirmi beş yaşlarında, bir komutanın heybetine bakarken buldu kendini.
Komutan, kaşlarını çatarak kibirli ve küçük gören bakışlarını kalabalığın üzerinde gezdirdikten sonra göz ucuyla kısa bir süreliğine Fedai'ye baktıktan sonra muhatabı olan barmene baktı.
“Kodal Henry Bhor! Twanya Krallığı'nın Orgenerali'nin emriyle sizi tutuklamaya geldim. Ve buradaki diğer tüm insanları.”
Fedai, merakla neler olacağını izlerken Kodal elini tezgâhın üzerine dayayarak karşı tarafa geçti ve komutanın karşısında dikilerek burnunun dibine girdi adeta. Yaşlı adamın boyu genç komutandan yaklaşık yirmi santim kısa olduğundan kafasını oldukça yukarıya kaldırması gerekiyordu.
“Uzman Çavuş Poras Tales Chin. Beni, istediğiniz yere götürebilirsiniz. Lakin, mekanımdaki insanların can güvenliği benim sorumluluğumdadır. Yani, anlayacağın sıkıyorsa onlara elini sür. Chin...”
Tales, bir süre gözlerini yaşlı adamdan ayırmadan, “Onları sonra da yakalayabilirim,” diye mırıldanıp sesli bir şekilde, “Alın bunu,” dedi. Bhor'un ellerine kelepçeler vurulduktan sonra götürülürken Tales son bir kez o kararlı bakışlara baktı ve tavernadan çıkıp gitti.
[Neden gittiğim her yerde bir sorun çıkıyor? Neyse, artık geriye kalanlara sorar-]
Fedai, tezgâhın üzerinde duran kâğıt parçasına gözü takılı kaldı. Hemen kâğıdı alıp içini açtığında sadece iki cümle vardı. Lakin, bu kelimeler Fedai'nin yüzünde sinsi bir gülümseme oluşmasına yetmişti.
[Shouran'ın batısındaki Şeytan Tapanlar Malikanesi'ne git ve Kara Bağ hakkında bir şeyler öğren.]
Tüm gün boyu yol gittikten sonra nihayet gece yarısında notta yazan yere varmıştı. Malikane, isminin hakkını sonuna kadar veriyordu. Duvarları solmuş beyaz mermerlerle kaplı, üzerleri sarmaşıklarla örtülüydü. Demir parmaklıklarının ucu resmen özenle bilenmiş kazıklarla diziliydi, ön bahçesiyse mezarlıklarla doluydu. Kapıyı eliyle iterek açarken sert esen soğuk rüzgâr yüzüne çarpınca hemen derisinin altından süzülen kara duman bedenini sararak zırhını ve kılıcını oluşturdu. Ön bahçenin içine doğru yürümeye devam ettiğinde bir kez daha esen sert rüzgâr kapıyı üzerine örtünce demirin demire çarpmasıyla çıkan ses kulaklarda çınlama etkisi yarattı.
Fedai, merakla arkasına döndüğünde gök yüzünde gezinen mor ışınların başının tepesinde bir noktada birleştiğine şahit olduğu sırada bir şeyi fark etti. Şu an, bir kürenin içinde kapana kısılmıştı. Şeffaf olduğundan fark edemese de içine kapının kapanmasıyla bariyer net bir şekilde görünür olmuştu. Bu durum bir anlığına Fedai'nin dikkatini dağıtsa da çok da bu durumu umursamayarak malikanenin giriş kapısına doğru yöneldi. Kapının önüne gelmeden önce birkaç basamak çıkarken zeminin gıcırtılarından biraz daha zorlasa zeminin yıkılacağını hissetti.
Kapının üzerindeki tokmağı sıkıca kavrayarak çevirdikten sonra kapı gıcırdayarak içeriye doğru açıldı. Ve Fedai'yi devasa bir avlu karşıladı. Fedai, hiç beklemeden temkinli adımlarla içeriye girdiğinde malikanenin kapısı da sert bir rüzgârın etkisiyle kapandı. Fedai, kapalı bir alanda nasıl rüzgârın estiğini anlamaya çalışırken başının tepesindeki devasa avize yanmaya başladı. Hatta, sadece avize değil duvardaki gaz lambaları da yanıyordu. Etraf, sarı bir ışıkla da olsa aydınlanmıştı.
Devasa avlunun ortasında dikili dururken karşısında yerden on metre yükseklikte bir iç balkon vardı ve balkonun her iki yanından kıvrılarak avlunun ortalarına doğru inen iki merdiven... Giriş kapısının sağında ve solunda üçer metre boyunda birer tane şövalye heykeli vardı. Bunlar dışında sağ ve sola ayrılan iki uzun kolda bulunuyordu. Bu kollar hem karanlıktı hem de insana zerre güven vermiyordu…
Fedai, sağ taraftaki merdivenden iç balkona doğru çıkarken duvarlardaki Yunan mitiyle ilgili tablolar Fedai'nin pek de ilgisini çekememişti. Sadece, merdivenlerden çıkarak nasıl Kiiroi Hinata'yı bulacağını düşünüyordu.
Nihayet iç balkona geldiğinde ileriye doğru uzanan üç farklı yol vardı. Biri iki metre ilerde sağ tarafta kalan koridor diğeriyse sol tarafta kalan koridor. Bunlar dışında önünde devasa bir kapı vardı. Kapının üzerindeki gösterişli altın motifler bu odanın zamanın da oldukça önemli birine ait olduğunu bağırıyordu adeta.
Fedai'de bu bağırışlara karşılık olarak kapıyı tek bir tekmede parçalara ayırıp odaya daldı ve içeriye girdiğinde şaşkın bakışların etkisi altında kaldı. Belki de beş yüz metre karelik bir odanın içerisinde bulmuştu kendini. Alabildiğince çeşit çeşit solgun yüzlü insanla dolu devasa bir kumarhanedeydi şu an. Tüm insanların abartılı giyinişleri, kana benzer tuhaf içecekleri ve solgun yüzleri vardı. Fedai, bir anlığına burada nelerin döndüğünü kavramaya çalışırken şaşkın bakışlarla Fedai'ye bakan kalabalıktan biri, “Kraliyet baskını!” diye bağırdı. Ve tepkisiz kalan kalabalığın yüzleri çemkirerek çirkinleşti, dişleri uzadı ve tırnakları birer pençeye dönüştü.
Fedai, sırtından devasa kara kılıcını çıkararak yan tarafa doğru uzattı.
Kalabalıktaki insanlardan bazıları tavandan kalanıysa vahşice Fedai'nin üzerine atladı. Lakin, tek bir kılıç darbesiyle dört yaratığın bedenini ortadan ikiye ayırması dışında kılıcının oluşturduğu hava akımı onlarca yaratığında ayaklarının yerden kesilmesine, hatta bazılarının yüzeysel sıyrıklar almasına neden oldu.
“Bizi böyle öl-”
Daha sözünü tamamlayamadan çığlıklar içinde bedenleri ikiye ayrılan yaratıklar küle dönüşerek yok oldular. Kalabalık bedenleri ikiye ayrılanların ölümlerine oldukça şaşırmışlardı. Lakin, ara vermeden çığlıklar atarak tekrar Fedai'nin üzerine ilerlemeye devam ettiler.
Tavandan üzerine atlayan bir yaratığı son anda kalabalığın içinde gördü ve ona doğru sıçrayıp boştaki eliyle yaratığın kafasını sıkıca kavrayarak odanın kalın sütunlardan birine çaktı, kafasını parçaladı. Bu sırada, arakasını dönerken kılıcıyla birkaç tanesini daha canını aldı. Kafası parçalanan yaratık titrek hareketlerle yerinden kıpırdamaya çalışırken göğsüne inen kılıç darbesiyle küle döndü. Öldü…
Fedai, kimi zaman bir o yana bir bu yana kaçıyor, kimi zamansa kalabalığı yararak geçiyordu. Fakat, yaratıkların on binlercesi üzerine akın akın gelmeye devam ediyordu.
...
Sarayın konukları beklettikleri gereksiz oda da bacak bacak üstüne atmış çayını yudumlarken beklediği kişi nihayet kapıyı üç kere tıklattı.
“Gir.”
Gelen olumlu komut eşliğinde kapıyı açarak içeriye giren Uzman Çavuş Poras Tales Chin kapıyı arkasından kapatarak hazır ola geçti.
“Uzman Çavuş Anakartalı Poras Tales Chin emrinize amadedir komutanım!”
Çayını yanındaki şık sehpanın üzerine koyarak ayağa kalktı ve astının göğsünün üzerine üç kere avuç içiyle vurarak, “İyi bir adamsın Çavuş,” dedi. “Aynı zaman da bana kaba bir üslupla konuşacak kadar gözü karada...”
Poras, hemen başını öne eğerek mahcubiyetini belirtti. “Üzgünüm efendim. Lakin, kimsenin gerçeği anlamaması için bunu yapmak zorundaydım. Üstelik, sizi şehre asıl rütbenizle soksam eminim ki asiller size suikast düzenlerdi.
“Biliyorum Tales, biliyorum. Senin, işine ve memleketine ne kadar bağlı bir adam olduğunu biliyorum. Neyse, şimdi bunları bırakalım da anlat bakalım, beni buraya neden çağırdın?”
“Efendim, kralımızın hastalığı her geçen gün ilerliyor ve yönetimi geçici süreliğine Orgeneral Hades Vyu Black devraldı. On üç yaşındaki kralın tek varisine tahtı şu an için vermeyeceğini de açık bir şekilde belirtti. Ve varisi bizzat kendisi yetiştireceğinden yanından ayırmıyor.”
“Veya asillerden çocuğu korumak için bunu yapıyor.”
“Tabii, o da var. Asiller, arsız çalışmalarına her geçen gün devam ediyor. Daha geçen hafta kralın diğer oğlu geldi.”
Tümgeneral Kobrik Henry Bhor, hiddetle gözlerini açarak astının ağzından çıkan kelimelere can kulağıyla dinlemeye başladı.
“Nasıl? Bu... nasıl olur? O, vatan haininin tüm hakları elinden alınıp ülkeden sürülmemiş miydi?”
“Kesinlikle öyleydi. Lakin, Orgeneral tek başına krallığın tamamına hüküm sürdüremiyor. Daha çok asillerden kurduğu meclis eşliğinde süreç ilerliyor.”
Tümgeneral, ellerini belinin arkasında bitiştirerek odanın içinde volta atmaya başladı.
“Ben de diyorum bu asiller nasıl Orgeneralin tahta geçmesine göz yumdu. Meğerse taht çoktan onların eline geçmiş bile.”
“Evet, ama Orgeneral çoğu kararı iyileştirerek veya politik hilelerle ülkenin geleceği için en doğru kararları almaya çalışıyor. Eğer, tahtı bırakırsa...”
Eliyle astının sözünü kesti. “Devamını tahmin edebiliyorum. Peki, benden ne istiyor?”
Uzman Çavuş, zırhının içindeki büzüşmüş kâğıdı zar zor çıkararak komutanına uzattı. Üzerinde Orgeneralin mührü basılıydı.
“Emir bunun içinde yazıyor. Efendim. Peki, sizin bana vermek istediğiniz bir emir var mı?”
Tümgeneral astının bu sorusu karşısında sinsi bir gülümsemeyle gözlerinin içine bakarak, “Gerek yok,” dedi. “O görevi çoktan birine verdim.”
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..