Kendine bir dal sigara sardıktan sonra kurumuş dudaklarının arasına sıkıştırdı. Ardından, kibritle tütünü ateşleyerek ciğerlerini dumanla doldurdu. Burnundan ağır ağır dumanı çıkarırken hazırladığı notları bir zarfın içine koyup mühür mumunu, mumun altına ısıtarak gevşetti. Ve zarfın üzerine dökerek göz sembollü mührü bastı.
Dedektif, sandalyesine yaslanıp gözlerini tavana dikti ve o anı tekrar gözlerinin önüne getirdi.
“Kiiroi Hinata. Bu genç kadın neyin nesi? Ne olduğunu bilmediğimiz biri onu arıyor. Üstelik, takım arkadaşlarının ölümünden sorumlu olarak görülüyor. Kesinlikle, sıradan biri değil. Yoksa, onlarla bir bağımı var? Off... Cidden bilmiyorum. Ama... ama, o zırh... kesinlikle zindan da gördüğümüz zırhla aynı. Anlaşılan, o da bizim gibi bir insan. Fakat, gücü generaller kadar. Hatta, onlardan bile fazla olabilir... Onbaşına her şeyi söylemeli miyim?”
Sigarasını küllükte söndürerek kaldığı otelin küçük odasındaki cam kenarına geçti ve dolunayı seyre daldı. “Acaba, şu an ne yapıyordur? Uyuyordur belki...”
...
Her yer dağılmıştı. Sütunlar parçalara ayrılmış zar zor ayakta duruyordu. Her yer derin kılıç izleriyle kaplıydı. Yer, tavan, sütunlar, duvarlar... her yer! Fedai, geçen dört saatin ardından hâlâ ilk dakikada ki gibi dinç ve sağlamdı. Hareketleri öngörülemeyecek hızda, saldırıları karşı konulamayacak hiddetteydi. Yaratıkların bedenleri bir bir küle dönerek yok oluyorlardı. Oda da yaklaşık dört bin kadar yaratık kalmıştı veya insanların tabiriyle vampir.
Aslında bunlar normal bir vampiri pek andırmıyorlardı, daha çok yarı vampir yarı kurt adam gibiydiler. Bedenleri, gecenin ilerlemesiyle daha da bir hayvana benziyordu. Fakat, bir kurda dönüşmekten öte iki ayaklı dört metre boyunda, insan kurt kırması yüzlü, kıllı yaratıklar...
Fedai, vampirler tarafından etrafının tekrar sarıldığını görünce kılıcını omzuna vurarak sırtını dikleştirdi ve beklemeye başladı. Vampirler, gardını indiren düşmanını görünce iştahları daha da harlandı ve ağızlarından salyalar akarken düşmanlarına doğru ağır ağır ilerlemeye başladılar. Bu sırada, Fedai'ninse etrafını saran bir hava akımı hızlanarak dönüyor, döndükçe koyulaşıyordu. Lakin, vampirler koca iştahları yüzünden gözlerini kan bürümüştü, tek düşündükleri karşısındakini öldürmekti.
Fedai'nin etrafında dönen kara akım boştaki eline akarak dolmaya başladığı sırada vampirler ortak ağızdan bir inilti kopartarak düşmanlarının üzerlerine atıldılar ve Fedai boştaki elini ileriye savurdu.
“YETER!”
Vampirler bir anda yere çökerek karşılarındaki varlığa boyun eğdiler. Fedai'nin eliyse aynı varlık tarafından çıplak elle tutularak engellendi. Varlığın bir vampir olduğu açık açık ortadaydı. Lakin, diğerlerine nazaran daha temiz bir yüzü ve arkasında kan kırmızısı kanatları vardı. Kulakları bir Elf kulağı gibi, giyinişiyse oldukça şaşaalıydı. Kıyafeti kırmızı ve siyah tonlarından oluşuyordu. Üzerinde, şık bir takım elbise vardı, gömleği kırmızı renkteydi. Üzerineyse omuzlarında altın işleme olan kırmızı bir ceket vardı. Ellerinde siyah deri eldivenler, ayaklarındaysa ayak bileğinden kavranan kısa çizmeler ve çizmelerin üzerindeyse demir kısmı altın sarısı olan bir kemer vardı.
Yabancı, Fedai'nin elini tutarken parmaklarının arasından yayılan karanlık kan kırmızısı gözleriyle temas ettiğinde bükülerek soluklaşmaya başladı.
“Anlaşılan bir misafirimiz var. Ona bu şekilde mi davranılır? Baksanıza ne kadar korkmuş.”
Fedai, karanlığını geri çekerek elini indirdi, kılıcını da yerine koyarak saldırmayacağını açıkça belirtti. Bunu gören yabancının yüzünde ufak bir gülümseme oluştu.
“Hoş geldin dostum. Eğer, istersen biz odama geçelim. Bizimkiler de etrafı toparlasın.”
Fedai, bu durumu hiç garipsemeden gizemli yabancıyla beraber odadan çıktılar ve sol taraftaki koridorda ilerleyerek en sondaki sağ tarafta kalan odaya girdiler. Odanın duvarları tamamıyla kitaplarla kaplıydı ve bir köşesinde bulunun iki adet kahverengi deri kaplama koltukları vardı. Koltukların ortasındaysa ahşap işlemeli şık bir sehpa.
Yabancı eliyle sağ tarafta kalan koltuğu işaret ederek, “Buyur lütfen,” dedi.
Fedai, koltuğa doğru ilerlerken zırhı büzüşerek bedeninin içine girdi ve asıl kimliğiyle koltuğa oturdu. Yabancı da diğer koltuğa otururken yüzünde apaçık bir şaşkınlık emaresi seziliyordu.
“Söylemem gerekir ki, sizi çok daha yaşlı beklerdim. Sanırım yirmili yaşlardasınız. Neyse, yaş sormak çok büyük bir kabalık. Lütfen, densizliğimi mazur görün. E, sizi buraya hangi rüzgâr attı?”
Fedai, dudaklarını diliyle ıslatarak gözlerini misafirperver yabancıya dikti.
“Aradığım kişiyi burada bulabileceğim söylendi.”
“Peki... bu aradığınız kişi kimdir? Yani, size daha iyi yardım edebilmek için bunu bilmem gerekiyor.”
“Kiiroi Hinata adında bir kadın. Onu bulmalıyım.”
“Peki, genç misafir. Kendisini neden arıyorsunuz?”
Fedai'nin yüzünde ufak bir sima belirdi. “Öldürmek için.”
Ev sahibi, kaşlarını kaldırarak şaşkınlığını belirtti, hiç inandırıcı değildi.
“Demek bu yüzden arıyorsunuz. Açıkçası, astımı neden öldürmeniz gerektiğini anlayamıyorum. Yoksa sizin canınızı mı sıktı?”
“Ast?” Fedai'nin gözlerinde gölgeler bu kelimeyi duyduğu gibi dans etmeye başlamıştı.
“Yo, hayır! Beni, yanlış anladınız genç misafir. Evet, kendisi astım. Fakat, emirleri benden almaz. Ben, daha çok onlara görev veririm. Onlar da bunu halleder. Lakin, ben asla sivil insanlara saldırma emri vermem. Bu, onların inisiyatifinde olan bir şey.”
Gölgeler Fedai'nin göz bebeklerinde dans etmeyi bırakıp soldular.
“Anlıyorum. Madem, o sizin astınız o zaman siz kimsiniz?”
“A, pardon. Size ismimi söylemeyi unuttum. Ben, Flame Hentroka. Peki ya siz, genç misafir?”
Bu soru karşısında fedai bir süre boşluğa bakarak düşündükten sonra Flame'nin gözlerinin içine baktı.
“İnsanlar beni farklı farklı isimlerle anmaya başlamış bile. Kimi Kara Şövalye kimiyse Tanrı'nın Fedaisi diyor. Lakin, hiçbiri benim adım değil. Benim adım... William Black.”
“B-black?.. Bu soy ad oldukça tanıdık gibi. Yoksa, siz...”
“Ailemle aramda sadece isim bağı var. Bunun dışında hiçbiriyle görüşmüyorum. Ne dedemle ne de babamla. Her birimiz, kendi amaç ve hayalleri doğrultusunda yaşamını sürdürüyor.”
“Anlıyorum, Bay William. Benim de Kara Bağ örgütünün lideri olduğum için pek de güzel bir izlenimim yok. Neyse, bunlar dışında benden Hiiroi Hinata'yı istemiştiniz değil mi? Peki, benden bunu neden istiyorsunuz? Yani, neden onu öldürmeniz gerekiyor? Ve tabii ki de benim bu işten kazancım ne olacak?”
William, karşısındaki herife yapacağı sağlam bir teklifle istediğine rahatça ulaşabileceğini biliyordu. Lakin, Flame'nin anlattıklarına inanacağını pek sanmıyordu.
“Efsanelere inanır mısınız Bay Flame?”
“Bazılarına evet, niye sordunuz? Yoksa bir efsaneyle alakalı mı anlatacaklarınız?”
“Aynen öyle.”
“Kiiroi'nin içinde olduğu nasıl bir efsane anlatacaksınız oldukça merak ediyorum, Bay William.”
“İblisler, Tanrı'nın düşmanıdır. Ve eğer kim bu düşmanlara karşı bir insanı kurtarmak için canını verirse. Tanrı'da adaleti sağlamak için bir elçi gönderir. Veya fedai. Artık sizin hangisi hoşunuza gidiyorsa. İşte, sizin astınız Kiiroi Hinata'da ölümüne sebep olduğu iki genç maceracıdan sorumlu tutuluyor. Aka, adında biri onu iblislerden kurtarmak için canını verdi. Üstelik, Kiiroi tarafından tuzağa düşürüldüğünden bihaberdi. Ve, ben de...”
“Bir dakika!” Flame'nin gözlerinden ne kadar heyecanlandığı okunuyordu. “Şimdi, siz diyorsunuz ki Kiiroi'nin ölmesi için ilahi bir emir var, öyle mi?”
“Evet, Flame. Lakin, sadece iki günüm kaldı. Eğer, sabaha kadar bulamazsam tüm ülkeyi kaosa sürükleyecek ve ne kadar masum insan ve vampir öldüğüne bakmaksızın Kiiroi'yi bulacağım.”
“Bay William. Size... kesinlikle yardım edeceğim. Zaten, bu yaşta sahip olduğunuz bu güçten ve o üzerinizdeki zırhtan açıkça anlayabilirim. Normal bir insan bu güce ve zırha sahip olamazdı. Lakin, siz de takdir edersiniz ki bizzat size Kiiroi'yi teslim edersem astlarım bana düşman olur. Beni hain olarak görürler. O yüzden, size sadece yerini ve ne yaptığını söyleyeceğim. Ve gerisi tamamen sizin elinizde.”
“Zaten, sizden ayağıma getirmenizi hiçbir zaman istemedim.”
“E, evet doğru. O zaman, ben size nerede olduğunu hemen bir nota yazayım. Fakat... bu işten benim kazancım ne olacak?”
Flame'nin bakışlarından anlamıştı. Vakit, teklif sunma vaktiydi.
“Benim gibi güçlü bir müttefik tabii ki de. Sizce de bu yeterli değil mi? Sizin de fark ettiğiniz gibi gücümü tamamen açığa çıkarırsam sizi bile ölümün eşiğine getirebilirim.”
“Ama, aynı şekilde siz de ölümün eşiğine gelirsiniz,” diye bir eklenti yaptı. Bir nevi de göz dağı verirmişçesine.
“Tamam o zaman, Flame. Anlaştık. Artık, Kara Bağ ve Kara Şövalye beraber çalışacak.”
“Beraber...”
...
Sabahın ilk ışıkları eşliğinde yola koyulan Tümgeneral Kodal Henry Bhor atıyla beraber Ticaret Yolu üzerinden krallığın kuzey tarafında kalan Anakarta Şehri'nin kuzey kesimindeki Nokt Köyü'nün güney kısmına doğru ilerliyordu. Altı saatlik yolun ardından yol üstünde bir tavernada mola vermek için atını bir yere bağladı. Ve sivil kıyafetlerle tavernaya girip bir köşeye çekildi. Oturduğu gibi yanına gelen on beş on altı yaşlarındaki genç kız güler bir yüzle müşteriyi karşıladı.
“Ne alırdınız acaba?”
“Sadece su, soğuk olsun.”
“Hay, hay!”
Genç kız, siparişi tezgâh başındaki babası yaşındaki adama iletirken arka kapıdan orta yaşlarda bir kadın adamın yanına geçti. Herhalde o da genç kızın annesiydi.
[Ailecek işletiyor gibiler. Lakin, herkesin yüzünde bir gülümseme var. Ah... doğruya. Burası ticaret yolunun üzerinde olduğundan inanılmaz sıkı korunuyor. Bu yüzden de suç oranları oldukça düşük. İllegal yerlerde çalışmaktan bir an garipsedim.] (Bhor)
İstediği suyu yanına gelince genç kıza teşekkür ettikten sonra zarfın mührünü yavaşça sökerek kaldırıp açtı ve okumaya başladı.
Bhor... dostum. Bunu okuduğuna göre işler iyice b*ka sardı demektir. Asilleri kontrol etmek her geçen gün daha da zorlaşıyor. Bu gidişle ülkede bir iç savaş çıkacak. Neyse ki, bir ada ülkesi olduğumuzdan ve en yakın ülkeyle aramızda on binlerce deniz mili olduğunu hesaba katarsak dış güçlerden korkmaya gerek yok. Fakat... sivil halk güvende değil. Artık, kendine ait bir devlet kurman gerekiyor. El altından, sana her türlü desteği sağlayacağım. Eminim, adaletli ve düzgün bir krallık kuracaksın. Düveyn Kasabası, tam senlik gibi görülüyor. Hem başkentten uzak hem de ulaşımı zor. Dört tarafı dağlarla çevrili içinde akan tatlı kaynaklarıyla resmen cennetten bir köşe. Herkesi oraya alamazsın. O yüzden, halkını iyi seç. Gizliden gizliye beş bin kişilik ufak bir şehir kurdum bile. Yerel halk dışında beş bin vatandaşla oraya git. Halk her şeyden haberdar. Asayiş vs. her türlü gerekli kurullar çoktan faaliyet içinde. Şu an, oraya bir vali atadım. Açıkçası, aptal asillerinde pek umurunda değil. Ölümüm ve krallığın çöküşü yakındır. Kralın çok az ömrü kaldı. Başaracağını biliyorum. O yüzden, önümüzdeki altı ay içinde krallığını kur. Twanya'nın tahminime göre altı veya yedi yıllık bir ömrü kaldı. Sevgilerle... Twanya Krallığı'nın Orgenerali Hades Vyu Black.
...
Onbaşı, Kiruno Şehri'ne çoktan varmış gerekli bilgileri vermişti. Lakin, kendisine verilen bu yeni emri bir türlü anlayamıyordu. O, şu an daha tehlikeli yerlere gitmeli ve eski mertebesini geri kazanmalıydı. Fakat, kendisine verilen görev [Düveyn Kasabası'ndaki tüm illegal işlere son ver ve kasabada düzgün bir şehir kur.]
Onbaşı'nın hayal kırıklığına uğramış yüz ifadesini gören Movay komutanının yanına sokuldu.
“Efendim, bir sıkıntı mı var?”
Onbaşı, astının yüzündeki şaşkınlığı görünce diğerlerine de göz ucuyla baktı ve içinden, “Kendi kişisel hırsım yüzünden astlarıma kötü örnek olmamalıyım,” deyip irkilerek kendine geldi.
“Bir şey yok Movay. Bir an önce şu görevi nasıl layıkıyla bitiririz onu düşünüyordum.”
Movay'ın gözlerindeki hayranlık pırıl pırıl parıldıyordu.
“Şimdi, Movay ve dört kişi Kasabanın kuzey ve doğuyu temizleyecek. Kalanlarsa benimle beraber güney ve batıyı temizleyecek. Dikkatli olun. Sakın ölmeyin. Anlaşıldı mı asker?”
“EVET!”
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..