Alışılmadık derecede sert güneş ışıkları gözlerini hoşnutsuzca açmasına neden oldu.
“Bu da ne böyle?”
Marcus tahta yataktan doğrulurken garip bir manzara ile karşılaştı. Bulunduğu yılın son teknoloji ve modern mobilyaları yerine tarihi bir setteymiş gibi hissettiren orta çağ mobilyaları karşısındaydı. Ağırlıklı olarak tahtadan yapılmışlardı. Bir masa ve bir sandalyeyle birlikte sadece ufak bir kitaplık bulunuyordu.
“Neler oluyor?”
Marcus yataktan kalktı ve sert zemine ayak bastı. Hâlâ uyku sersemliğindeydi, gözleri camdan zorla giren güneş ışıklarına daha alışamamıştı.
Ancak bir an sonra tiz bir çığlık atarak yere düştü.
Simsiyah saçlara sahip 9-10 yaşlarında bir çocuk vardı aynanın karşısında. Yetersiz beslenmeden dolayı bir deri bir kemik kalmıştı. Öyle ki bol kıyafetinin üzerinden kaburgaları sayılabilirdi. Yüzü dahi yağlı ve tombul olmaktan ziyade kuru bir ağaç soluktu.
Onun hakkında tek iyi bir şey vardı ki o da insanı kendine çeken tatlı görünüşüydü. İyi beslenseydi tatlı bir çocuk sayılabilirdi.
“Rüyada mıyım?”
Yanağına sert bir tokat geçirdi. Acı, onu bu dünyanın gerçek olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Fakat yaşadıkları yüzünden emin olamadı ve bu yüzden ikna olana kadar kendini tokatlamayı sürdürdü. Bir süre sonra kızarmış yanaklarla yatağına düştü.
“Neler olup bittiğini bilmiyorum ama henüz ölmedim. Bu bir halüsinasyon olabilir mi? Ama bu kadar gerçekçi olması mümkün değil. O zaman çok gerçekçi bir rüya da olmalıyım. Fakat onlar da bu kadar gerçekçi olamaz. Zihnim bu kadar berrak olmamalıydı.”
Yarım saatin ardından önceki kadar panik değildi. Duyguları kontrol edilebilecek düzeye indirgenmişti. Artık rahatlıkla kendine hakim olabilirdi.
“Rüya görmüyorum.”
Çoktan defalarca kontrol etmişti. Kendini o kadar çok tokatlamıştı ki yanakları elma kırmızısıydı. Marcus, buraya gelmeden önce yaşadıklarını hatırlamaya çalıştı.
“Odam da uyuduktan sonra buraya geldim. Yoksa bu şu reenkarnasyon dedikleri şey mi? Böyle bir şey mümkün mü ki?”
Kabullenmeden önce bir süre geçti. En sonunda odanın kapısı açıldı ve odaya siyah saçlı göbekli bir adam girdi.
Adamın kelliği başlamıştı, kırklı yaşlarının başında gibi gözüküyordu. Onda dikkate değer tek şey dürüst yüzüydü. Yuvarlak yüzü ve açık alnı onu dürüst imajı veriyordu.
“Uyandın mı Marcus?”
“Marcus?”
Bu adamın kim olduğuna dair bir anısı yoktu ama görünüşe göre bu bedenin babasıydı. Marcus, anlaşılıyordu ki bu bedenin adı da Marcus’tu.
“Bir sorun mu var?”
Orta yaşlı adamın yüzünde endişeli bir ifade belirdi. Yüzünde kötülük ya da diğer kötücül duygulardan uzak bir ifade vardı. Gerçekten saf bir endişeydi.
Marcus bu ifadeyi görünce garip hissetti.
“H, hayır.”
“Harika, hadi aşağıya gel de kahvaltımızı edelim.”
Marcus soğukkanlılığını kazanmış bir şekilde adamı takip etti. Taşlarla desteklenen tahta zeminde yürürken garip duygular içerisindeydi. Dünya da böyle bir yer kalmamış olmalıydı. Yoksa gerçekten düşündüğü gibi başka bir dünya da mıydı?
Ahşap merdivenlerden indikten sonra onu karşılayan şey mutfaktı. Taze dumanlar pirinç çorbasının üzerinden tütüyordu. Kuru ekmek ise çorbanın hemen yanında yenmeye hazır bekliyordu. Marcus, iki tabak olduğunu görünce annesi olmadığı kanısına vardı.
Üstelik kuru ekmek sadece bir parçaydı ve bir tabağın yanında duruyordu. Diğeri sadece pirinç çorbasıydı.
Orta yaşlı adam masaya oturdu, tahta kaşığını aldığı gibi pirinç çorbasını yemeye başladı. Oldukça iştahlıydı.
Marcus pirinç çorbasına baktı ve iç çekti. Durumu kabaca anlamaya başlamıştı.
Bu hayatında da 1-0 gerideydi anlaşılan.
---
Ertesi gün Marcus yatağından kalktı ve yüzünü yıkamak için alt kata indi. Babası hâlâ kalkmamıştı, bu yüzden dışarıyı tanımak için biraz zamanı vardı.
İlk gününü kendini ve bulunduğu çevreyi tanımak için harcamıştı. Bunun sonucunda edindiği bilgiler oldukça iyiydi. Aradığı tüm sorulara cevaplar bulabilmişti.
Adı Marcus’tu. 11 yaşında, babası Reuben ve annesi Natasha’nın tek çocuğuydu. Annesi Natasha onu doğurduktan bir süre sonra Antonio Vebası adı verilen bir hastalığa yenik düşmüş ve otuzlu yaşlarının başında Reuben’i eşsiz, Marcus’u ise annesiz bırakmıştı.
Soy ağacı bu kadardı. Bilindik bir akrabası ya da başka bir aile ferdi yoktu. Bulunduğu şehrin adı Marin’di. Şansına oldukça büyük bir şehirdi ve bulunduğu krallık olan Stabia Krallığı’nın ticaret merkeziydi.
Babasının tahta oymalar ve çeşitli ahşap eşyalar sattığı bir dükkanı vardı. Konumu oldukça kötü olmasına rağmen değeri az değildi. Sonuçta kaç insanın Marin gibi büyük bir şehir de dükkanı vardı ki? Haliyle pek çok insanın dikkatini çeken bir yer haline gelmişti.
Şu ana kadar gördüğü sıkıntılarsa: Bu dünyanın ortaçağ zamanlarında olması ve büyü gibi garip güçlerin hakim olmasıydı. Üstelik babası öğünlerini zar zor karşılayacak kadar az kazanıyordu. Ama becerileri kötü sayılmazdı.
Kazanamamasının nedeni yönetim bilgilerinin diplerde olmasıydı.
Marcus dışarıya çıktı ve sokakları gezmeye başladı. İnsanlar yavaştan dükkanları açmaya başlamış, fırınlardan yayılan taze çörek kokusu sokaklara rayihalı kokularını salmıştı. Ne hava kirliliği vardı ne de görüntü kirliliği.
Hava öyle tazeydi ki aldığı her nefes ayrı bir zevkti.
“Teknolojisi çok gelişmemiş olsa da burada böyle bir görmeyi beklemiyordum.”
Girdiği büyük bir cadde de dikkatini ilk çeken şey ne devriyedeki askerler ne de şaşalı arabalarla ilerleyen aristokratlardı. Burası diğer caddelerden farklı olarak son derece modern ve lükstü. Her bir parçası ayrı değerli bir sokaktı.
Ancak onun dikkatini çeken şey iyi giyimli insanların girip çıktığı büyük bir dükkandı. Dükkanın önünde pek insan yoktu çünkü hepsi içeride plakaları izliyordu.
Marcus merakla oraya yaklaştı. Dükkanın duvarlarına dört metrelik fiyat tahtaları asılmıştı. İçeride en azından otuz kişi vardı ve ellerinde makbuzlarla fiyat değişiminin yapıldığı plakaları izliyorlardı. Burası bir bucket-shoptu.
Bucket-shoplar basitçe hisse senedi veya emtia fiyatlarına dayalı olarak kumar oynanan işletmelerdi. Marcus daha önce böyle bir yere girmemiş olsa da işleme yöntemlerini biliyordu. Basitçe yatırımcı ile bucket-shop arasındaki mücadeleydi.
Fiyat tabloları son derece detaylıydı.
Tablolardan anladığı kadarıyla Florian Maden Şirketi’nin günlük hacmi 102,120 floriydi. Şu anki hisse değeri ise üç floriydi. Bu da bu şirketin oldukça fazla yatırım aldığının göstergesiydi. Fiyat analizi yapmak çok zor değildi ama daha detaylı ve kesin bir analiz için temel bilgiye sahip olmalıydı.
“Daha sonra buraya bakacağım. Geç olmadan eve gitmeliyim.”
Babası uyandığında onu göremezse kafayı yiyebilirdi. Marcus şu anda kesin hedeflere sahip değildi ama bu boş duracağı anlamına gelmiyordu. Midas’ın Eli lakabını boşa kazanmış biri değildi. Sadece yirmi dört yaşında onlarca milyonluk anlaşmalar yapmıştı.
Bunun sebebi ise satış konusundaki becerisiydi.
Eve döndüğünde babasının yeni kalktığını ve su ısıttığını gördü. Dün gece çok çalışmış olduğu için yorgun gözüküyordu. Elleri nasırlarla doluydu.
“Günaydın baba.”
Bir işe kendini adayan insanlara her daim saygı duymuş biriydi Marcus. Haliyle çocuğunu büyütmeye kendini adamış Reubel’e saygı duyuyordu.
“Günaydın Marcus. Dışarıda mıydın?”
“Evet.”
“Güzel, keşif ve merak çağındasın.”
Masaya iki kase koydu. Bu sefer pirinç çorbası yerine undan yapılmış garip bir çorba vardı. Bunun içine un katılmış sıcak su olarak görüyordu Marcus.
Yine de şikayet etmedi.
“Baba bir şey sorabilir miyim?”
Reubel oğlunun ani girişi yüzünden biraz şaşırsa da kafasını kaldırdı. Oğlunun cılız vücudunu her görüşünde dişlerini sıksa da oğlu asla bundan şikayet etmediği için bir süre sonra görmezden gelmişti. Marcus asosyal ve sakin bir çocuktu. Çok konuşmaz, neredeyse hiç soru sormazdı.
“Dinliyorum.”
“Yaptığın ahşap oymaları rakiplerinin oymalarıyla karşılaştırdığında hangisinin daha güzel olduğunu düşünüyorsun?”
Reubel elindeki kaşığı bıraktı ve ciddiyetle Marcus’a baktı. Geçiştirmeyi düşünüyordu ama gözlerindeki bakış onu garip bir şekilde cevaplamaya itiyordu.
“Ben daha çok hayvan figürlerini yapmayı seviyorum. Ancak eğer işçilik becerimizi karşılaştırırsak şehir de çok az kişi benimle aynı seviyede sayılır.”
“Peki neden sen daha az para kazanırken diğerleri para içinde yüzüyor?”
“Bilmiyorum. Belki de dükkanın bereketi yoktur. Babamdan yadigar kalmasa çoktan satmıştım.”
“Yanlış düşünüyorsun babacığım. Para kazanamıyoruz çünkü sen satmasını bilmiyorsun. Senden bir şey rica edebilir miyim? Sana tarif edeceğim oymaları çizip satmama izin verir misin? Bir şey denemek istiyorum.”
Reubel her zaman dürüst ve doğrucu bir insan olmuştu. Çok sevdiği eşini kaybettikten sonra geride kalan Marcus’a aşırı değer veriyordu. Sırf bu yüzden kendisi aç kalsa bile oğluna yemek vermeyi ihmal etmiyordu.
“Her ne kadar çok iyi yapsan da diğerlerinin bundan haberi olmazsa köşe başındaki bir oymacıdan öteye gidemeyiz. ”
Reubel ilk başta çocuğunun büyüdüğünü düşünerek gülümsüyor ve onu takdir ediyordu ama son cümlesini duyunca yüzündeki gülümseme yerini öfkeye bıraktı.
“O yüzden bir fikrim var. Bana bu fırsatı verecek misin?”
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..