Ahn Hyundo, “En gencimizle birlikte kim gidecek?” dedi.
Birini ikna etmeye çalışıyordu.
Gençken ülke ülke dolaşmıştı. Hayatının büyük bir kısmını yabancı ülkeleri gezerek geçirmişti.
Kraliyet Yolunda kadınlarla buluşacakları için toplantıdaki atmosfer oldukça iyiydi.
Üstatlar bunu biliyor ama sessiz kalıyorlardı.
Onlar da kılıç uzmanlığı yolunda dünyayı öğrenmek adına seyahat etmişlerdi.
Konuşan ilk kişi olmak dezavantajlıydı, dolayısıyla hepsi de sessizliğini koruyordu.
Yalnızca güçlü göğüsleri ve geniş omuzlarıyla oturur pozisyonda kalmayı sürdürüyorlardı.
Ve yalvarırcasına birbirlerini izliyorlardı.
Ahn Hyundo ise tek tek tüm eğitmenlerin gözlerine bakıyordu.
Chung Il Hoon metanetli, çilekeş bir insan gibi görünse de cömert ve yardımseverdi.
Son derece yetkin biriydi ve dojoyu daha da geliştirmeye en uygun, en iyi öğrenciydi.
‘O giderse buralardaki iş yükü çok artar.’
Ahn Hyundo, dersleri eğitmenlerin vermesinin daha iyi bir fikir olduğunu düşünüyordu. Onları aradan çıkartarak dojoyu işletmek için ihtiyaç duyduğu kıymetli vaktini boşa harcamak istemiyordu.
Yakın zamanda Kraliyet Yolunda tanıştığı kadını görmek ve onunla yeniden plaja gitmek istiyordu.
‘Giden o da olmamalı.’
Aklından bunu geçirerek dördüncü eğitmeni de hızlıca eledi.
Roi Lee eğitmenlerin en genciydi ve kılıç konusunda pek çok önemli başarıya imza atmıştı. Kraliyet Yolunun sanal gerçekliği beklenildiği gibi etki etmişti.
Gelişimlerini ölçüp biçmek için aradıkları şey tam da buydu.
Savaşma arzusu, içlerindeki zayıflık hissiyatı ve kılıç yolu öğrenimi.
Tüm bunlar kılıç aracılığıyla yaşanmıştı ve Kraliyet Yolu dünyası müthişti.
Büyülü bir dünya.
Orada yapacağınız tek bir dikkatsizlik, gece vakti karşılaşacağınız sürpriz bir canavar sürüsü saldırısıyla sonuçlanabilirdi.
Dojodakiler Kraliyet Yolunda pek çok zorlukla karşılaşıyor ve başarısızlığın doğurduğu çaresizliğin hemen sonrasında diriliyorlardı. Çabalaya çabalaya kararlılıklarını geliştirebilecekleri bir yerdi.
‘Sang Bom’un yapacak çok işi var.’
Ma Sang Bom vaktinin büyük bir çoğunluğunu diğer uygulayıcıları eğiterek geçiriyordu, yani onu göndermek dojo için büyük bir engel doğururdu.
“Jong Bom Ah.”
“Buyur Ustam!”
“Bu sefer en gencimizi sen götüreceksin.”
“Peki.”
Dojodaki tartışma böylece sona erdi.
Ve görev, Geomchilerden birine emanet edildi.
***
“Uçak biletleri çoktan alındı, geri kalanları da orada temin edilecek. Yolculuk için yeterli olur herhalde.”
“Ne zaman başlıyorum?”
“Yarın.”
“En gencimize ne diyeceğim?”
“Gerçeği söylemene gerek yok, ılımlı ol ve Jeju Adası olacağını söyle.”
“Tamamdır!”
Sanal Gerçeklik Departmanı, her yıl yaz tatilinde verilen proje ödevleriyle ünlüydü. Lee Hyun ise bu gerçekten haberdar değildi. Ana dalının sömestr sınavlarıyla meşguldü ve an itibarıyla öfkeyle soruları çözmekteydi.
‘Üç oldu. Bu bir problem. Bir profesör tarafından Kraliyet Yolu üzerine yazılmış bir tezin konusu.'
Tezin genel konusu dışında profesörün adını bile hatırlamıyordu.
Kore Üniversitesindeki pek çok profesör Unicorn Şirketiyle ilgili birkaç makale yayınlamıştı fakat buradaki mesele profesörlerin isimleri değil, makalelerin içerikleriydi. O içerikleri hatırlayan kişi, soruyu rahatlıkla yanıtlayabilirdi.
‘Cevabı bilmiyorum. Yanıtlayamadığım diğer ikisiyle birlikte üç boşum oldu.’
Cevap vermeye çok vakit harcamıyordu.
Cevapları çok kısa oluyor, yalnızca gerektiği kadarını gerektiği şekilde açıklıyordu.
Bir yandan da kendi kendine konuşuyordu.
‘Ödevlerin hiçbirini yapmadım ama devamlılığım iyi. Gezide profesörleri etkilediğim için durum kötü görünmüyor, yani dersten F almasam yeter!’
Akademik bir uyarı almayacak kadar başarılı olmaktan fazlasında gözü yoktu.
Planlarına göre notları kötü olsa bile ‘F’ almadığı sürece derslerini yeniden almasına gerek kalmayacaktı.
‘Mezun olsam yeter.’
Onu zor durumda bırakan amaç işte buydu!
Lee Hyun, verilen süre içerisinde sınav sorularını tamamladı.
Son büyük sınavdı ve ardından tatil gelecekti.
Öğrenciler için yaz tatili iki aydan uzundu.
‘Bu süre boyunca tek bir şey yapıyor olacağım!’
Seviye atlamak için ciddi bir şekilde Kraliyet Yolu oynayacaktı.
Lee Hyun yazı gereçlerini ucuz sırt çantasına yerleştirdi.
Sonra da sınıfın kapısı açıldı ve Profesör Ju Jong Hoon, asistanıyla birlikte içeri girdi.
Asistanın elinde pek çoğu dijital video kamera olan bir dolu ekipman vardı.
Onlar, film şeklinde kaydedilecek sahneleri çekmek için kullanılan ekipmanlardı!
Dijital medya cihazlarının gelişmesiyle birlikte hafızada on güne kadar kayıt tutulabiliyordu.
Profesör Ju Jong Hoon, platforma doğru yürüyerek, “Bu yılki yaz tatili ödevini verme vakti geldi.” dedi.
Son sınav sonrası tatilin başlamasını iple çeken öğrencilerin bakışlarından ukalalık okunuyordu.
“Of, ne can sıkıntısı ama...”
“Yine mi ödev? Bazı karmaşık matematik formüllerine yönelik bir ödev mi olacak, yoksa fizikten faydalanan bir çeşit makineyle bir şeyler falan mı çekeceğiz?”
Birçok öğrenci endişelerini dile getiriyordu.
Lee Hyun ise yeni yeni endişelenmeye başlıyordu.
‘Beklenmedik bir ödev daha çıktı.’
O zamana dek dersleri için hiçbir proje ödevi yapmamıştı. Fakat bu seferki diğerlerinden oldukça farklı bir şey olacağa benziyordu.
Bu sırada Profesör Ju Jong Hoon, kamerayı nasıl kullanacaklarını anlatmaya başladı.
“Sağlam bir sanal gerçeklik yaratmak için gerçekte yaşamanın nasıl bir şey olduğunu bilmeniz gerektiğini biliyorsunuz değil mi? Bu yılki projeniz, kameralarınızla tatil esnasındaki günlük hayatınızı kayda almak olacak. Havuza gidebilir, yarı zamanlı bir iş bulabilir, seyahat edebilirsiniz. Her şey olur. Yalnızca tatilinizi kameralarınızla kaydettiğinizden emin olun.”
“…”
Sınıfa ölümcül bir sessizlik çöktü.
Lee Hyun ise bunu birkaç dakika sonra fark etti.
‘Gerçekten umurunuzda değil mi?’
Bu sırada öğrenciler, Profesör Ju Jong Hoon’un ne ima ettiğini tahmin etmeye çalışıyordu.
“Departman, birbirinizi daha yakından tanıyabilmeniz adına bu proje ödevinin gerekli olduğunda karar kıldı. Bu projeyi tamamlamadığınız takdirde ana dalınız için yaptığınız ders kaydınız iptal edilecek.”
Yani sorunsuzca mezun olmak için bu projeyi tamamlamak zorunluydu!
Çok ama çok zor bir görevdi.
Çünkü Lee Hyun, fiziksel gücünü korumak adına dojoya gitmek haricinde Kraliyet Yolu dışında hiçbir şey yapmamayı planlıyordu.
Etraftaki insanlarsa çabucak kendi aralarında konuşmaya başlamıştı.
“Ailem Phuket’e gitmeyi planlıyor… kaydımı orada yaparım artık.”
“Biz de tatil için Güney Kıyısına gitmeyi planlıyorduk.”
“Ben de modelleme dersi alayım diyordum, öyleyse orada kayıt alırım.”
Öğrenciler tatili nasıl geçireceklerini çoktan planlamışlardı. 20li yaşlarda, üniversitenin ilk senesinde birer öğrenci olarak bu yaz tatilini boşa harcamaya niyetleri yoktu.
İşte böylece çoktandır beklenen o uzun tatil başladı!
***
Weed kendisini kesilip kızartılmaya götürülen bir tavuk gibi hissediyordu.
“Beklediğim tatil nihayet geldi.”
Öyle süslü tatil hayalleri yoktu.
Seviyesini yükseltmek ve yapacağı keşiflerle yetenek yetkinliklerini geliştirmek için Versailles Kıtasında vakit geçirecekti.
“Mührün geri kalan kısımlarını onaracaktım…”
Ahreupen İmparatorluk Mührünü onarmak için yeteneklerini geliştirmesi gerekiyordu. Bunun için de sanat eserleri yapmalı ve o eserleri onarabilmek adına bile isteye parçalamalıydı.
Sağlam bir hafıza ve beceri gerektirdiği için zorlu bir yetenekti!
Weed, vaktini değerli eserler yaratma işine adamak zorundaydı.
“Eserleri ağır ağır kırmalı ve adım adım onarmalıyım.”
Heykel Onarım yeteneği bir alt yetenek olarak görülüyordu. Ancak külfetli bir iş olsa da hızlı gelişiyordu. Weed’in hedefi de o yeteneği orta düzeye taşımaktı.
“O zaman Ahreupen Mührünü onarabilirim herhalde. Ama…”
İçinde bir huzursuzluk vardı ve heykel onarımı işine konsantre olamıyordu. Kilisenin kayıp eserle ilişkili bir görevi olduğu için başkaları tarafından mahvedilme ihtimali düşüktü. Ancak bir kez onarmaya teşebbüs etse de işe yaramamıştı.
“Dün şehirde, otobüse bindiğim sırada kazı kazan kazıyan bir adam vardı, o muydu ki? Yok canım. Banyoda, üzerinde ateş tasarımı olan düğmeli ceketli adamdı…”
Derken bir anda aklına iyi bir fikir geldi!
“Şimdi düşünüyorum da Freya Kilisesinin koruması bitmek üzeredir, değil mi?”
Yaklaşık birkaç yıl uzun bir süre olsa da gerçekte yalnızca 4 ay geçmişti.
“Askeri durumu… bir kontrol etmem gerekecek.”
Diyen Weed, bir bilgi penceresi açtı.
****
Morata Vilayetinin Askeri Gücü
Acemi Şövalyeler: 10
Ortalama Seviye: 219
Askerler: 1187
Ortalama Seviye: 45
Sadakat: 98%
Eğitim: 79%
Şövalyelerin seviyesi çok düşük. Ayrılmalarına mani olmak için katı bir disiplin gerekli. Morata askerlerinin sadakati yüksek fakat birkaç istisna asker dışında seviyeler yetersiz ve polislerle kanunsuzlardan yardım almaları gerekli.
Herhangi bir kuşatma silahı yok.
Şehir Duvarları harika durumda.
Freya Kilisesinin vadettiği koruma süresi 5 gün içerisinde sona erecek.
****
Yalnızca beş gün içerisinde kilisenin koruması sonlanacaktı. Neyse ki Weed’in kamu katkısı sayesinde Alveron’la buluşması mümkündü.
“Papa Adayı Hazretleriyle görüşmek istiyorum.”
Usulünce saygı gösterilmesini gerektiren zamanlar olurdu. Evet, tamamladığı görevler aracılığıyla Weed ile Alveron arasında hatırı sayılır bir samimiyet vardı. Weed’in gözünde Alveron, bir dosttu. Fakat Alveron’la buluşabilmesini sağlayan şey, yalnızca kamu katkısıydı.
“Weed-nim benim gibi bir rahip arıyor demek. Senin için ne yapabilirim?”
“Burası Morata, değil mi? Alveron ile birlikte vampirleri mağlup ederek insanları kurtardığımız yer yani?”
Bu iyi bir şeydi. Bir görev yoluyla birlikte çile çekmiş olmalarını bahane ederek yakınlıklarını arttıracaktı.
“Tanrıça Freya, topraklara refah ve barış getiren bir umut ışığı olarak Morata’ya görünmez bir iz bıraktı, haksız mıyım? Morata’nın gözünde Tanrıça Freya, Umut Tanrıçasının ta kendisi.”
“Weed-nim, böyle düşünmene çok minnettarım.”
“Bunu söylemek benim için biraz külfetli olacak, o yüzden müsaadenle sadede geliyorum. Morata’daki Freya Korumasını uzat lütfen.”
Weed başka şeyler de söylemek istiyordu. Fakat Alveron, ona fırsat tanımadan lafa girdi.
“Ancak burası Güney değil, haksız mıyım? Papa Adayı Alveron için bile Morata’ya olan mesafe çok fazla…”
Weed bu noktada bir kez daha şansını denemeden edemedi.
“Ama biz birlikte çarpışıp kan akıtmadık mı?”
Yakınlık.
“Freya Kilisesinin yaşamla ilgili öğretecek çok fazla şeyi var.”
Öğretiler.
Kore Cumhuriyeti’nin meseleleri uzatmakla ayrılmaz bir bağı vardı, dolayısıyla Weed de öğretileri bir bahane olarak kullanıyordu! E sonuçta Alveron asla rüşvet kabul etmezdi.
“Üzgünüm. Tanrıça Freya yardım etmeyi canı gönülden ister. Lakin başka yerlerde daha zor durumlara düşüp çile çeken insanlar var, dolayısıyla Şövalye ve Rahipler anlaşılan tarihte Morata’dan ayrılmak zorunda.”
Birlikte arkadaşça yemek yemişler ama sonra ona para vermeden pilav almasını isteyince kaçınılmaz olarak reddedilmişti adeta.
“Freya'nın Morata'daki korumasını daha uzun süre devam ettirmek kiliseyle ilişkili başarılarına mal olur.”
Weed, kamu katkısı seviyesine bağlı olarak ekipmanlara veya nadir bulunur hazinelere erişebilirdi. Bunun yerine koruma süresini uzatmakla puanlarını ziyan edeceğini düşünse de başka çaresi yoktu. Morata sağlam gelişme gösterse de askeri güç çok düşüktü. Gerçek bir savaşa katılabilecek sayıda asker ve şövalyeleri bulunmuyordu. Bu noktada Alveron, haç işareti yaparak eğildi.
“Weed-nim kendisini Freya Kilisesine fazlasıyla adadığı için problem olmayacaktır ancak soran kişi ben olsam dahi bazı zorluklar çıkacaktır. Peki Freya Kilisesinin korumasının ne kadar uzatılmasını arzu ediyorsun?”
Ding!
-Freya Kilisesi Kamu Katkısı Puanı: 13290. Freya Kilisesi, koruma için her gün 110 puan gerektirir.
Weed, Freya Kilisesi'nin muazzam din adamlarını ve şövalyelerini Morata'ya göndermesini sağlamak için çok sayıda puanı harcamadan edemeyecekti.
Gözleri nemlenmeye başlıyordu. Esasında o puanları kiliseden yüksek seviye silah ve zırh almak için kullanmayı planlıyordu.
“Alveron, Freya Kilisesinin beni… mümkün olduğunca uzun süre korumasını istiyorum.”
Bu korumayı karşılamak zorundaydı!
“Freya Kilisesinin kamu katkısı puanların karşılığında Morata Vilayetini korumasını mı istiyorsun?”
“Ah. Evet.”
“Öyleyse Tapınakçılar 120 gün daha Morata’da kalacak fakat Weed-nim bizzat bu istekte bulunduğu için onlardan fazladan 30 gün daha kalmalarını isteyeceğim.”
Alveron Weed’e nezaketen 30 gün daha tanımıştı!
Bunu duyan Weed, onu kucakladı.
“Kardeşim!”
Freya Kilisesi diğer askeri güçleri uzak tutacaktı.
Fakat vakit sınırlıydı.
***
Lee Hyun ertesi sabah kalkıp hazırlanarak kamerasını çantasına yerleştirdi.
“Jeju Adası… rüyalarımın adası. En iyi konaklama alanı! Jeju Adasına gideceğime inanamıyorum.”
Ahn Hyundo onu telefonla aramış ve Jeju Adasında yeni bir dojo açtıklarını, kendisinin de bir gidip görmesini istediğini söylemişti. Lee Hyun için iyi olacaktı.
“Tatil sırasında kameraya ne çekeceğim diye endişe ediyordum ama Jeju Adası iş görecektir.”
Jeju Adası, diğer insanların gideceği yerlerin yanında bile basit kaçmazdı.
Atların bulunduğu masmavi Halla Dağları ve kayıt yapabileceği kumsalıyla doğal bir ortamdı.
“Epey büyük bir başarı. Öyle herkes Jeju Adasına gidemez. Pasaportumu alsam iyi olur.”
Diyen Lee Hyun, pasaportunu çantasına yerleştirdi.
Ahn Hyundo, havaalanından uçağa binmek için pasaportuna ihtiyaç duyacağını söylemişti. Denizaşırı dojo için yazılı dokümanları ve fotoğrafları da onun adına ayarlanmıştı. Bir başkası olsa bunu düşününce şüpheye düşerdi ama Lee Hyun’un içinde zerre kadar şüphe yoktu.
Sonuçta uçak bileti, konaklama ve yemekler tamamen ücretsizdi!
“Oppa, kendine iyi bak.”
“Tamamdır, mutlaka hediyelik eşya da getireceğim.”
Kız kardeşi de Lee Hyun’u uğurlamak için Incheon Uluslararası Havaalanına gelmişti.
Hostesler etrafta koşuşturup yabancılara bagajlarının nerede olduğunu göstermekle meşguldü.
“Vay be…”
Lee Hyun için yepyeni bir dünyaydı.
Jong Bom Ah’ın gelmesini söylediği vakitten otuz dakika erken gelmişti.
“Demek buradasın.”
“Evet sahyung, erken geldim.”
“Pasaportun yanında mı?”
“Pasaportum mu?”
Lee Hyun’un kafası karışmıştı.
Kore’den ayrılmadıkça pasaport gerekmeyeceği için bu soruyu neden sorduğunu anlamıyordu.
“Jeju Adasına gitmek için pasaport mu lazım?”
Jong Bom Ah hızlıca cevap verdi.
“Uçağa binmemiz için lazım olacak.”
Lee Hyun uçağa binmenin nasıl bir şey olduğunu pek bilemiyordu.
Halbuki bir film veya tiyatro izleyen biri bile az çok bilirdi.
“Anlıyorum, yani otobüs gibi toplu taşımalardan farklı bir şey, öylece binemiyoruz.”
“E uçaktan bahsediyoruz.”
Lee Hyun da Jong Bom Ah da yalnızca ufak bir çanta almıştı. O sırada biletleri kontrol eden Lee Hyun, üzerlerinde Kahire, Mısır yazdığını gördü.
“Sahyung!”
“Ne?”
“E bu uçak Kahire’ye gidiyormuş?”
Lee Hyun bir keresinde Mısır’la ilgili bir şeyler işitmişti.
“Güneydoğu Asya’ya gitmesi gerekmiyor muydu?”
“…”
Diğer yolcuların yüzlerindeki ifadeler paha biçilemezdi.
‘Nasıl bilmiyor olabilir?’
‘Mısır’ın nerede olduğunu bile bilmiyor mu bu?’
“Bildiğin gibi Jeju Adasına gidiyoruz.”
“Aynen öyle.”
“Doğrudan Jeju Adasına giden uçağın biletleri pahalıydı.”
“Ha, yani diyorsun ki… otobüse binip orta durakta inmek gibi bir şey olacak.”
Bu sözler biniş kapısındaki diğer konukların kulaklarına öyle absürt gelmişti ki…
Jeju Adasının Mısır yolculuğunda bir durak olduğunu söylüyorlardı!
Bununla birlikte Jong Bom Ah öyle sert görünüyordu ve gözleri öyle kışkırtıcıydı ki hiç kimse gerçeği söylemeye cesaret edemiyordu. İşte böylece Lee Hyun, Kahire uçağına adım attı.
Uçak kalktıktan sonra hosteslerden biri koridorda yürüyerek yiyecek içecek dağıtmaya başladı. Lee Hyun ve Jong Bom Ah’ın olduğu noktayıysa atladı, çünkü ikisi de uçağa biner binmez derin bir uykuya dalmıştı. İşte böylece ikili Kahire’ye giden uçağın içerisinde Orta Asya’yı geçerek denizi aştı.
***
Kahire Havaalanı.
Kore’de yazlar sıcak geçerdi fakat Mısır’la kıyaslamak mümkün değildi.
Sıcak hava ve kavurucu güneş, alınlarından terler boşalmasına yol açıyordu.
Etraf yalnızca türbanlı Mısırlılarla dolu olunca Lee Hyun, bir Kore havaalanında olduklarına dair hiçbir iz bulamıyordu. Buranın Jeju Adası olduğuna inanacak kadar da salak değildi.
“Sahyung! Sanırım yanlış yerdeyiz.”
Lee Hyun’un gözlerinde derin bir şüphe vardı.
Jeju Adasına varacağını düşünerek uçakta uykuya dalmıştı.
Sonra da diğer yabancılarla birlikte göçmenlik işlemlerini halletmişti.
Derken Jong Bom Ah gerçeği açıkladı.
“Bu gerçeğin yalnızca bir kısmıydı…dojonun gerçek dünyayı görmeleri için üyelerini seyahat ettirmesi bir gelenektir.”
“…”
“Biz de uzun zaman önce bilinçli olarak bu geziyi planladık.”
Kendisini böyle bir yerde bulacağı hiç aklına gelmezdi. Fakat açıklamasını dinledikten sonra Jong Bom Ah’a kızması mümkün değildi. Kılıç eğitiminde fiziksellikten fazlası vardı. Kılıcı kuşanabilmek adına bedendeki her hücrenin canlı olması gerekirdi.
Kılıcın yolunu adamakıllı öğrenebilmek için denizaşırı seyahat etmek, ha! Yani bu yola çıktıktan sonra yaşayacağı bazı sıkıntılara rağmen pişman olacağı hiçbir şey olmayacaktı.
Hem bu bir yurtdışı seyahatiydi ve daha önce Kore’nin dışındaki dünyayı görme fırsatı hiç olmamıştı.
Lee Hyun teyit etmek için, “Bu gezi…beleş, değil mi?” dedi.
“Tabii ki öyle.”
“Ohh.”
Bunu duyan Lee Hyun rahat bir nefes aldı.
Can sıkıcı ve zahmetli bir iş olsa da beleş olacağı sürece öfkelenemezdi.
“Her şey bedava, yani rahat et ve tadını çıkar. Kuehahahaha! Sen gezeceksin, harcamalarını diğerleri ödeyecek, eğlen gitsin!”
“Peki şimdi nereye gideceğiz?”
“Öncelikle bir helikoptere bineceğiz.”
Kahire Havaalanında onları bekleyen bir helikopter vardı.
Böylece ikili, tuğla ve taşlardan oluşan büyüleyici binaları görmek adına Mısır’daki Sahra Çölünün kumlarını ve kuru havayı aşıp ilerlemeye başladı.
***
Kuzey Afrika.
Lee Hyun ve Jong Bom Ah için dört çeker iki cip hazırlanmıştı.
Ciplerin tavanları açıktı ve rahatlıkla açılıp kapanabilmeleri adına deri birer tente yerleştirilmişti.
“En gencimiz.”
“Efendim, Sahyung?”
“Araba kullanmayı biliyor musun?”
“Daha önce hiç araba kullanmadım ama birazcık motosiklet kullanmışlığım var…”
Lee Hyun’un ehliyeti yoktu. Ama bir keresinde bir Çin restoranı için motosikletle kuryelik yapmıştı.
“Peki senin ehliyetin var mı?”
“Burada trafik polisi olmadığı için sıkıntı yok, sağa sola çarpma yeter.”
Diyen Jong Bom Ah, Lee Hyun’a araba anahtarlarını fırlattı.
“Çalıştır bakalım.”
Lee Hyun arabanın şoför koltuğuna oturdu ve anahtarları kontağa taktı.
Kua aaaaaahhahahahahang!
Arabanın motoru bağıra bağıra çalıştı. Çölü geçmek için tasarlanmış dört çeker bir arazi aracı!
O kadar göstermese de muazzam bir güce sahipti.
Şoför koltuğunun arkası yiyecek, su, benzin, çadır ve Afrika’yla ilgili kitaplar gibi çeşitli malzemelerle doldurulmuştu. Ayrıca beyaz ilaç kutuları da yığılmıştı.
“Ehh, hadi başlayalım madem!”
Jong Bom Ah böylece motoru çalıştırarak çöle giriş yaptı.
Ve arabanın tekerleri ortalığı toza dumana buladı.
“Ben de başlıyorum!”
Diyen Lee Hyun ise frene abandı.
Ama nedense araba doğru düzgün hareket etmedi!
“Gaz pedalı solda mıydı sağda mı?”
Lee Hyun bu soru sonrası ayağını kaldırıp sağdaki pedala bastı ve araba bir anda öne atıldı.
Acemi bir sürücü için fantastik bir mekandı.
Şerit merit yoktu ve istediğiniz yere park edebilirdiniz.
Böylece ikili, bir sürü kum yığınını, çöl akrebini ve hatta bir vahayı geride bıraktı.
Rüzgar kumla karışıyor, iki araba yan yana ilerliyordu.
Taaaaang!
Dodododo.
Bir grup insan ise at üzerinde silahlarını ateşliyordu.
Bu sırada Lee Hyun, cipteki Jong Bom Ah’a yaklaştı ve telsizden, “Sahyung, onlar kim?” diye sordu.
- Ya haydutlardır ya da milisler.
“Bize saldırırlar mı?”
- Sıkıntı yok. Dojonun burayla bağlantıları var. İşaretli bir arabaya öyle düşüncesizce saldırmazlar.
Lee Hyun’un arabasında kırmızı boyalı, desenli bir bayrak vardı.
Silahlı atlılar Jong Bom Ah’ın söylediği gibi saldırıya geçmese de yaklaşıyordu. İki cip bu şekilde çöl üzerinde ilerlerken Lee Hyun, develere binmiş yolcuları fark etti. Ve bu araba yolculuğunu kaydetmek için kamerasını çıkarttı. Cılız çocuklarla tanıştığı ilk şehrin evleri çamur ve samandan yapılıydı. Top oynayan koyu tenli çocukların ifadelerindeki cansızlığı hissedebiliyordu! Lee Hyun ve Jong Bom Ah ikilisi bu manzara eşliğinde kitapları ve ilaç kutularını teslim etmek için köy doktorunu görmeye gitti.
“İyi… şuraya imza atın.”
“…”
Diyen doktor ise verilenleri alarak teşekkür etti.
Ardından yaşlı bir kadın ikiliye doğru yürüdü ve onlara yardımları için taş ve odundan yapılı bir kolye verdi.
Lee Hyun, “Bu durum ne zaman başladı?” diye sordu.
“Üstat yaklaşık 15 yıl önce bir Afrika turuna gelmişti.”
“Peki bu kutular kaç kişiye yetecek?”
“Belki 600 kadar?”
“O kadar çok mu?”
“Kore’de hemen hemen her türden ilaç şişeyle bulunabiliyor ama burada her yer ölmek üzere olan çocuklarla dolu.”
Küçük bir hastane çadırının önüne çocuklar sıralanmıştı.
Hepsi de aşısını oluyor ve doktorlara teşekkür ediyordu.
Komşu köyün çocukları da gelip aşılanıyor, sonra da geri dönüyordu.
Bunu ikinci ve üçüncü köy takip ediyordu.
İlaçlar paylaşıldıkça köyler arası misafirperverlik gelişiyordu.
Misafirlerin yollarını gözleyenler olsa da yüksek dağlarda yaşadıkları için çok uzun bir zamandır pek fazla yabancının geldiği olmuyordu.
“Sahyung, çöl toprakları çok zorluymuş.”
“Kayalık arazi çok bozuk ve Sahra Çölünün kumlarına çok benziyor. Yine de tüm bölgenin genişliğine kıyasla pek fazla değil.”
Jong Bom Ah dünya hakkında bilgiliydi.
Sahra Çölünün kumları, sonsuz bir kum denizi olarak beklenenden farklıydı. Bununla birlikte arazi kumlarla örtülüydü ve altlarındaki çakıllar ve taşlar nedeniyle pek derine batmıyorlardı. Yakınlarda çok sayıda iri ağaç ve ev büyüklüğünde koca koca kayalar bulunuyordu. Afrika’ya yapılacak tek bir ziyaretle binlerce hayat kurtarılabilirdi!
İkili, seyahate başlamalarının üç gün sonrasında silahlı milisler eşliğinde çöle geri dönmüştü. Araçları tepeyi aşarken Lee Hyun da ufku izliyordu, derken bir anda şiddetle titremeye başladı. Gece vakti sıcaklık çok ani düşüyor, dolayısıyla kalın kıyafetleri üst üste giymesi gerekiyordu. Isıtıcıyı çalıştırarak kaynaması için su yerleştirdi. Sonra da Samanyolu ışıkları altında, çölün ortasında bir fincan kahve hazırlayıp yudumladı!
“Birkaç yemek kaşığı da şeker.”
Diyen Lee Hyun, dinlemek için radyoyu açtı.
Bilmediği bir dilde yayınlanan bir sohbet programına denk geldi, derken çok geçmeden müzik çalmaya başladı. Daha önce Kore’de de birkaç kez duyduğu şarkı, Jae Lynn’den İngilizcesiyle ‘Gözlerin Diyaloğu’ idi.
#Bu seriyi neden mi çok seviyorum, işte böyle bölümler yüzünden. İnsanı oyun dünyasının heyecanı, fantezisi, imkanlarının yanı sıra gerçek hayatla, gerçek dünyayla ve sorunlarıyla, doğrularıyla, yanlışlarıyla da yüzleştiren bir seri. Hepsini bir arada verebilmesi ve sabit bir çizgide olmayışı çok hoşuma gidiyor. Bir an oyunda heykel yapıyoruz, bir an hasta çocuklara ilaç dağıtıyoruz, ne zaman ne olacağı hiç belli olmuyor gerçekten. Bu arada bizimkinin proje ödevinin herkesin ağzını açık bırakacağını düşünen tek kişi ben değilimdir herhalde. Ve bu kadar saf bir şekilde, adaya gideceğim diye ta Mısır’a getirilebilmesi karşısında ağzı açık kalan tek kişi de… Neyse. Bakalım bu maceramız ne kadar sürecekmiş, bir sonraki bölümde görüşmek üzere!
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..