Güneyin çöllerini, nehirlerini ve çayırlarını geçmişlerdi.
Diğer ülkelere geçiş yapmak için Afrika sınırında oldukça yüklü bir giriş ücreti ödemek gerekiyordu. Çölün sınırında hayvanların su içmeye geldiği iki nehir akıyordu. Antiloplar, zebralar, çitalar, çakallar, bizonlar, maymunlar, geyikler, hayvanlar aleminden her türlü canlıya rastlanıyordu. Gökyüzüyse rengarenk tüylerle kaplı kuş sürüleriyle doluydu. Jong Bom Ah, Lee Hyun’a “Bayağı harikaymış. Küçük bir hayvanat bahçesi gibi.” dedi.
Kurak vahşi doğada hayvanlar!
Lee Hyun başıyla onay verdi.
“Aynen öyle.”
Telefon direklerine tüneyen serçeler, pembe flamingo gibi hayvanların hissettirdikleriyle kıyaslanamazdı bile. Cipleri sağlam çelikten yapıldığı için hayvan saldırılarına karşı güvendeydiler fakat aracın devrilmemesi için her türlü dikkatli olmaları gerekiyordu.
Lee Hyun, Jong Bom Ah ile zorlu yollarda araba kullanıyordu. Hayvanlara bakmaya doyamıyorlardı. Kore’deki hayvanların büyük bir çoğunluğu kafeslere mahkumken burada her yer, otlanan otoburlarla doluydu. Uzun boyunlarıyla yaklaşan tehlikeli bir vahşi hayvan var mı diye etrafı kolaçan eden zürafalar görünüyor, aç aslanlar av arayarak dolanıyor, timsahlar nehirde yüzüyordu.
İki genç adam geceleri arabanın içinde uyuyordu.
Kuuueng! Kuuueng! Kueng! Kueng! Kueng!
Kihaaaaah!
Araçlar, şiddetli bağırışlarla etrafta koşuşturan vahşi hayvanlar yüzünden sarsılıyordu. Afrika’da geceler tehlikeliydi.
Prairie’deki Afrika köylerine ilaç dağıtıyorlardı. Büyük şehirlerden tedarik edinip küçük yerlere dağıtım yapıyorlardı. Lee Hyun yaptığı şeyden memnun olsa gerekti fakat aklını kurcalayan bir şey vardı. Bölge de hayvanlar da çok güzeldi ancak asıl acı verenin insanların iliklerine dek işlemiş yoksulluk olduğunun farkındaydı. Afrika dünyanın en büyük gettosuydu ve hiç kimse böyle bir yerde kaç çocuğun açlıktan öldüğünü bilmiyordu.
Kore’den getirilen tek bir çift ayakkabı bile Afrika’da 10 çocuğun hayatını kurtarmaya yeterdi.
‘Bununla kıyaslayınca ben hiç çile çekmemişim. Buna kafa yorup bir ders çıkarmak zorundayım. Bundan böyle daha çok efor sarf etmeli ve daha da sıkı çalışmalıyım.’
Geçmişten yakınmaktansa gerçek motivasyonu gelecek uğruna olacaktı.
Hayat, tabiat, kader ve hayaller.
Afrika’daki yaşam tarzını gördükten sonra oturup düşünmeye vakit ayırmıştı.
Dünya adil değildi.
Kimileri televizyon izleyip gülüp keyif yaparken kimileri de hasta, aç veya ölüm döşeğindeydi. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite.
Eğitim almıyor, yetişkinliğe dair düşler kuramıyorlardı.
Seyahat etmek!
Lee Hyun ilk başta hiçbir yere gitmek istemese de artık bunu daha önce yapmadığına pişmandı.
Afrika’ya geleli dört gün olmuştu.
O günün sonundaysa nihayet hedefleri olan şehre ulaştılar.
Lee Hyun, yüzündeki kumlarla kaplı maskeyi çıkarttı. Saçlarına ve tüm bedenine toz toprak bulaşmıştı.
“Sahyung, burası neresi?”
“Burası Afrika’nın kalbi.”
Afrika’nın kalbinde pek çok büyük bina ve dükkan vardı. Turist sayısının çokluğu sayesinde de ortaya istikrarlı bir ekonomi ile çok uluslu ticaret gerçekleştiren bir şehir çıkmıştı.
“Tüm ilaçların teslimini tamamladık, yani günün geri alanında serbestiz.”
“Ben bir duş alacağım.”
Böylece Lee Hyun ve Jong Bom Ah ikilisi duş alıp temizlenmek için otele geçti.
Sonra da Afrika şehrini turladılar.
Gecekondu mahallerinin ara sokakları, girip çıkan siyahi insanlarla doluydu.
Afrika’da dünyanın her yerinden gelen gezginleri görmek mümkündü.
Şehrin güvenliği oldukça iyiydi ama insanlar buna rağmen Lee Hyun ve Jong Bom Ah’a fazla yaklaşmama konusunda dikkatli davranıyordu. Görünüşleri ve giyim kuşamlarıyla birer çöl hayduduna benziyorlardı.
İkili, ertesi gün yeniden uçağa bindi.
Ve Afrika’nın kuzeyinden Avrupa’ya geçtiler. Dolayısıyla okyanusu aşmaları gerekti.
“Şimdi nereye gidiyoruz?”
Diye sordu Lee Hyun, paraşüt çantası taşıyan Jong Bom Ah’a.
“Buraya.”
“Ne?”
“Erkek dediğin paraşütle atlamayı denemelidir, haksız mıyım?”
Lee Hyun, uçağın penceresinden dışarıya bakıyordu.
Avrupa’daki evler küçük noktacıkları andırıyordu ve yol, bulanık bir çizgi şeklindeydi.
“Daha önce hiç paraşütle atlamamıştım.”
“Usulünü öğrenince halledersin.”
Bu sohbetten sonra Fransız bir eğitmenden nasıl atlayacaklarına dair kısaca bilgi aldılar.
Neyse ki o eğitmen de dojoda kılıç eğitimi almış, dolayısıyla çabucak Korece bir açıklama yapabilmişti.
“Açık!”
Uçağın hangar kapısı açıldığındaysa esen rüzgar tüm bedenlerinin sallanmasına yol açtı.
Jong Bom Ah bağırdı.
“Önce ben gidiyorum!”
Sonra da gösterişli bir şekilde hangar kapısından atlayarak yere doğru alçalmaya başladı. Ve ardından olabildiğince hızlı koşan Lee Hyun da uçağın hangarından dışarı atladı.
İşte o saniyede.
Kendisini masmavi göğün ortasında buldu.
Yere alçalırken vücudunda dalgalanan rüzgarı hissedebiliyordu.
Tıpkı Gök Şehri Lavias’tan indiği zamanki gibiydi!
Tüm bedeni serbest düşüşteyken nereye isterse gidebilecekmiş gibi bir özgürlük hissi duyuyordu.
****
Fransa Paris’te 5 yıldızlı bir otel.
Lee Hyun ve Jong Bom Ah çatı katında kalıyordu. Valiz taşıyan görevliyle birlikte giriş yaptıklarında personellerin tuhaf bakışlarına maruz kalmışlardı. Kore’de Avrupa’ya kıyasla çok daha fazla eşcinsel olduğu için yanlış anlaşılmışlardı.
“Hadi içelim!”
Fransa’da kaldıkları otelde bir şarap mahzeni yer alıyordu.
Jong Bom Ah çantasını bir kenara atıp çektiği çakıyı kaliteli şarabın şişesine sapladı. Tirbuşon kullanmak gibi bir alışkanlığı yoktu. Sonra da soğuk şarabı bardağa dökerek mideye indirdi.
“Ah, ne kadar ferahlatıcı! Burada viski veya soju var mıdır acaba?”
Tipik bir Kore erkeği olarak soju içmekten keyif alıyordu.
“Soju içmek gibisi yok!”
“Aynen. Sahiden güzel! Şarap içen bazı ortaokullu veya liseliler oluyor değil mi? Ama sojudan iyisi yok.”
Şarabın tadı ve kokusuna anlam veremiyorlardı.
Acıydı işte!
Jong Bom Ah, tatsız bulduğu için şarap içmekten keyif alamıyordu.
“Neden bu kadar kötü olduğunu anlayamıyorum. Bence içkilerin en kötüsü bu.”
Dünyanın tüm şarap severlerini aşağılıyorlardı!
Diğer taraftan soju, domuz eti gibi yiyeceklerle ve dostlarla iyi gidiyor, daha hoşsohbet bir atmosfer yaratıyordu.
“Bir şişe soju her ülkede iş yapar.”
Lee Hyun ve Jong Bom Ah bu sohbet sonrası ellerinde alkolleriyle Eyfel Kulesi manzaralı terasa geçti. Ceplerinden para çıkmayınca alkolün verdiği keyif daha da artmıştı. Pencerenin dışından Sen Nehri ve Paris’in tarihi binaları görünüyordu.
Avrupa’nın en güzel sokaklarının Paris’te olduğu söylenirdi. Otel lobisi heykellerle doluydu ve her koridora aydınlık, renkli tablolar asılmıştı. Soğutucudan gelen alkollerin bile egzotik bir hissiyatı vardı. Jong Bom Ah likör şişesini çevirerek, “Odaya tıkılıp televizyon izleyeceğimize şöyle bir gece turu atıp Fransa’yı dolaşsak ya.” dedi.
“Bana uyar.”
“Bir paraşüt kap.”
“Tamamdır.”
Televizyonda, Avrupa ve Amerika’da popüler bir film oynuyordu. Beş yıldızlı otelde Çin ve Japon kanallarının yayınları da vardı fakat bu çeşitliliğin arasında pek fazla profesyonel Kore yayını bulunmuyordu. Bu sırada Lee Hyun, paraşütüyle birlikte kamerasını da toparladı. Her şeyi kameraya alacaktı!
“Huhuhu.”
Jong Bom Ah, terasa doğru yürürken kameraya pis bir kahkaha attı.
“Sana beş yıldızlı bir otelde kalacağının sözü verilmişti. Tamamdır, hadi gidelim.”
Asansöre ihtiyaçları yoktu. Jong Bom Ah dramatik bir şekilde kendisini terastan aşağı bıraktı. İntihar etmek istermiş gibi bir hali vardı. Ona eşlik eden tek şey Paris’in gece göğüydü.
“Demek bu tarz tecrübeler de seyahatin bir parçası.”
Diyen Lee Hyun da hızlıca Jong Bom Ah’ı takip etti. Tırabzana tırmandı ve kendisini aşağı bıraktı. Hemen sonrasında paraşütünü açtı, Paris’in gece göğünde ağır ağır alçalmaya başladı. Kaldıkları otel epey yüksek bir bina olduğu için Paris manzarasını bir nebze seyredebilecekti. Ancak yerle arasındaki mesafe giderek kapanıyordu! Jong Bom Ah, paraşüt kullanma konusunda daha tecrübeli olduğu için ilk inen taraf oldu. Ansızın havadan iniş yaptıkları için insanlar tarafından izleniyorlardı. Derken güzel bir Fransız kadın ikiliye yaklaştı ve yerel dille, “Tu es d’ou (Nerelisiniz)?” diye sordu.
Jong Bom Ah Fransızca bilmiyordu. Tabii ki İngilizce de.
Dolayısıyla kendisiyle aynı durumda olan Lee Hyun’a kaçamak bir bakış attı.
“…”
Öylece donakalmışlardı.
Üniversiteye girmek için yapılan GED testi temel İngilizce bilgisi gerektiriyordu.
Fakat Lee Hyun ve Jong Bom Ah Koreliydi ve herhangi bir yabancı dil öğrenmemişlerdi, yani Fransız kadını anlamaları mümkün değildi. Hal böyle olunca da Lee Hyun, kadını duymazdan gelmeye karar verdi.
“Sahyung, hadi gidip sosisli yiyelim.”
Cümlesiyle Jong Bom Ah’ın işin içinden çıkmasına yardımcı oldu.
“Olur tabii. Şuradakilere ne dersin?”
Böylece güzelim Fransız kadını yok sayarak sosisli standına yöneldiler!
Şak şak şak!
Yakınlarından geçenler ikiliyi alkışlamaya başlamıştı.
Paraşütle indikleri için onları tebrik etmek istiyorlardı.
Günün geri kalanınıysa sıradan turistler gibi geçirdiler.
Versay Sarayına, Lüksemburg Bahçelerine, Concorde Meydanına ve Bastille Opera Binasına gittiler, ilgi çekici yerleri arkasına alan Jong Bom Ah, önkol kaslarını sergileyerek pozlar verdi.
“Hazır. Bir, iki, üç!”
Klik!
“Şimdi sıra sende.”
“Tamam.”
“Çektim. Hadi devam edelim.”
Tipik bir fotoğraf çekimi gezisiydi!
Birkaç Fransızdan ve diğer gezginlerden de fotoğraflarını çekmelerini istediler. Sonra da sosisli yemekle meşgul şekilde Paris’in zarif sokaklarını turladılar.
“Paris’in sosislileri iyiymiş.”
“Bence de çok lezzetli. Akşam da domuz pirzolası mı yesek?”
“Aynen ya, domuz pirzolası kulağıma hoş geldi.”
Böylece akşam da doyurucu bir yemek yiyen ikili, Almanya’ya geçti. Dojo kesenin ağzını iyice açmış ve onlara motosiklet kiralamıştı.
“Bakalım Alman üretimi *Autobahn motosikletlerinin kapasitesi nasılmış.” (Almanya’daki federal otoyollarmış.)
Otoyol motosikletleri!
“Buralarda bir otoyol dinlenme alanı falan vardır, değil mi? Noodle ve fırında patates yeme düşüncesi kulağa çok iyi geliyor.”
Oradan sonra da sürat teknelerine binmek için Hollanda’ya geçtiler ve dalış yaptılar. Okyanusun dibini keşfedip balıkları seyrettiler. Futbol maçı izlemek için Birleşik Krallığa uğradılar. Orada zaman zaman namını işittikleri pek çok Koreli gezgin ve öğrenci bulunuyordu. Birleşik Krallıktaki Croyde Plajındaysa fırtınadan kaynaklı güçlü rüzgarlar esiyordu.
“Hava iyiymiş.”
“Bu hava mı iyi?”
Gökyüzünde karanlık bulutlar vardı ve her an yağmur yağabilirmiş gibi görünüyordu. Ansızın şimşek çarpsa şaşırmayacağınız cinsten bir havaydı.
“Ustamın söylediğine göre seni sörf yapmaya götürmem gerekiyormuş.”
Bu konuşma sonrası Lee Hyun ve Jong Bom Ah ikilisi mayolarını giyindi. Sahilde dalgaları izleyen pek çok kişi vardı. Fırtınanın her etki edişinde dalgalar ansızın yükseliyordu. Bugünkü, on yılda bir gelen cinsten sağlam bir fırtınaydı. Büyük ve yüksek dalgalar sahile vuruyordu.
“Daha önce hiç sörf yapmadın mı?”
“Evet.”
“İlk seferin olsa bile sıkıntı çıkmayacaktır. Bunu da dalış yapmak gibi düşün, başkaları yapıyorsa sen de yaparsın.”
Dalgaların üzerine çıkmaya çalışan birkaç kişi vardı. Jong Bom Ah ve Lee Hyun ikilisi o kişilerin duruşlarını ve eylemlerini hafızalarına kazımaya çalışarak dikkatlice harekete geçti. Ellerinde sörf tahtasıyla sahilde yürüyen iki Asyalıydılar. İnsanlar genellikle su direncini düşürmek için sörf kıyafeti giyerdi. Ancak ikilinin üst bedenleri tamamen çıplaktı. Onların ihtiyaç duyduğu tek şey, bin bir emek ve ciddiyetle geliştirdikleri kaslı üst bedenleriydi. Jonh Bom Ah gibi bir Asyalı, İngilizler için epey dikkat çekici bir manzara çiziyordu.
“Önce ben.”
Diyen Jong Bom Ah, sörf tahtasını denize yerleştirerek sörf yapmaya çalıştı. Fakat çarpıp duran dalgalar ona mani oluyordu. Lee Hyun’un da onun ardından denize girişiyse kalabalığı iyice cesaretlendirdi. Yüzmek eski günlerden bu yana Kore Cumhuriyeti’nin favori aktivitelerindendi. Herkes bazı temel yüzme hareketlerinin nasıl gerçekleştirileceğini bilirdi! Lee Hyun da tahtasını yerleştirip bedenini, kollarını ve bacaklarını şiddetle kımıldatmaya başladı.
“Birleşik Krallıkta bunu yapacağım hiç aklıma gelir miydi!”
Şiddetli rüzgar ve hafif yağmur, bedenine dalgaların çarpmasıyla sonuçlanıyordu. Ne zaman birkaç metrelik bir dalga onu ve sörf tahtasını yakalasa kendisini tuzlu denize dalmış halde buluyordu. Aslına bakarsanız okyanus dalgalarının yarattığı baskı altında kımıldamak zordu. Ne zaman tahtasına ulaşsa yeni bir dalganın saldırısına uğruyordu.
Bir metre yüksekliğindeki dalgalar onu vahşice döverken aynı şey tam on iki kez tekrarlanmıştı.
“Kahretsin.”
Diyen Lee Hyun mutsuzdu.
“Tıpkı o fırtınalı gecede yakınlardaki baraj gölünde yıkanmak zorunda kaldığım gün gibi!”
Çocukken para harcamadan oynayabileceği pek fazla oyun yoktu. O da çocukluğunu hendeklerden kurbağa ve kerevit yakalamakla geçirmiş, biraz daha büyüyünce de yiyecek daha iyi şeyler aramaya başlamıştı.
Baraj gölü!
Her yıl aşağı yukarı 3-5 kişinin boğulduğu kötü şöhretli bir yerdi. Dolayısıyla çılgınca bir yağmurun yağdığı bir günde o gölde çıplak elleriyle balık tutmaya giden Lee Hyun’un Birleşik Krallığın denizine boyun eğmesi mümkün değildi.
“Kore Cumhuriyeti’nde 100 bini aşkın insan ülke boyunca yüzüyor! İngiliz suları dediğin nedir ki!”
Diyerek bir kez daha bu yola baş koydu!
Lee Hyun denedikçe denedi, dalgalar büyüdükçe büyüdü. Ama hiçbiri onu kıyıya geri döndürmeyi başaramadı.
“Dalgalar buna nasıl cüret eder…Ben Jong Bom Ah’ım!”
Jong Bom Ah da gözlerinde yanıp tutuşan bir iradeyle sendeliyordu.
İlk başta dalgaların tadını çıkartmaya çalışırken iş bir meydan okumaya dönüşmüştü. Üst bedenindeki kaslar su yüzünden ıslanmış, ter yüzünden yağlanmıştı. Gücünü kullanarak tahtayı tutuyor ve üzerine atlıyordu. Dalgaları aşmak için aynı şeyi tekrar ediyordu. Lee Hyun ise tüm başarısızlıklarından sonra mantığı kavramıştı.
‘Yani mesele kargaşaya rağmen dengeli olmakta.’
Büyük dalgalar, siz başarılı olsanız bile sörf tahtasını iterek dengeyi bozuyordu. Devam etmek içinse akışı tersine çevirmeyi denemeniz gerekliydi.
‘Bu da demek oluyor ki dalgaları itmeye çalışmak yerine… üzerlerinde ilerlemek daha iyi olabilir?’
İşte bu yüzden dalgaların akışını bozmadan onlarla ilerlemek zorundaydı.
‘Başarabilirim. Wyernlere binmek gibi düşünmeliyim…’
Lee Hyun’un hayatta kalma duyuları devreye giriyordu.
Wyvernlerin sahilde kazandığı hıza kıyasla dalgalar gayet normaldi. Başarılı olmak için doğanın usulünü öğrenmeliydi. Adapte olmalıydı. Wyvernlerin sırtında yaptığı uçuşu anımsadı. Wyvernlerin sırtında çarpışmayı. Ve sörf tahtasıyla dalgaların üzerine çıkmaya başladı, dengede kalmaya çalıştı. Sonra da tahtasıyla birlikte duvar misali dalgaların üzerine çıktı.
“Kya hahahahahahahah!”
Lee Hyun’un kuvvetli kahkahası yükseldi.
Ve nihayet durmayı başardı.
“Ben, fırtınayı mağlup etmiş biriyim!”
Diyen Lee Hyun, yüksek sesle ve defalarca bağırdı. Kendini bu işe tamamen kaptırmıştı. Jong Bom Ah da atletizm konusundaki yeteneği ve iyi eğitimli oluşuyla bir dalganın üzerine çıkmayı başarmıştı. Bu iki genç adam, Birleşik Krallığın fırtınalarında dalgaların üzerinde ilerliyordu! Sahildeki bir İngiliz kadınsa Lee Hyun’un kamerasını tutarak bu sahneleri kaydediyordu, çünkü Lee Hyun dalgalara atlamadan önce kayda almasını rica etmişti. Bir müddet sonra gece çöktüğündeyse bir dükkanda bira eşliğinde plaj partisi verdiler.
“Avrupa’nın sosislileri cidden güzel.”
“Sucuklar da lezzetli.”
Lee Hyun ve Jong Bom Ah ikilisi bu şekilde mutlu mesut bira içmeyi tamamlayarak uyku faslına geçti.
“Sıra kayak yapmak için Avrupa’nın başka bir kısmına gitmekte.”
Sonra da kayak yapmaya Alplere geçtiler.
Orada resmi olarak açık olmasına rağmen pervasızca bir girişim olacağı için kimselerin gitmediği bir kayak tesisi vardı! Çünkü oraya giden insanlar otele dönüş yolunu bulamıyordu. Ve sonra da sıra Kızıl Meydan ziyaretine geldi.
“Demek Kızıl Meydan buradaymış.”
“Burada her türden insan varmış.”
Kısa bir süreyi tarihi yerleri takdir etmeye adayan ikili oradan da kıtalararası bir trenle Moskova ve Çin’e geçti. Kısa bir Çin ziyareti sonrasıysa uçakla Kore’ye geri dönüşleri planlanmıştı.
“Biraz yumurta getirmiştim… kimbap nerede?”
Haşlanmış yumurta, tren yolculuğunun olmazsa olmazıydı. Yemeğin ardından da uyumak adına açık bir alana geçtiler ve donmuş tundrayla çevresini incelediler. Pencereden dışarı bakan Lee Hyun’un dili tutulmuştu, ne diyeceğini bilemiyordu.
Afrika’dan Orta Asya’ya dek her türden insanla karşılaşmıştı. Doğunun sıcak güneşinin, kumunun, rüzgarının ve sularının tadını almıştı. Avrupa’nın kültürü ve harikulade tarihi binaları vardı. Heykeller ve resimler adeta canlı gibiydi. Kendisi ufacık bir şehirde yaşarken dışarıda böylesine koca bir dünyanın oluşu Lee Hyun için büyük bir şok sebebiydi.
‘Ne geniş topraklar...’
Kore Cumhuriyeti, Rusya gibi bir ülkeyle kıyaslanamazdı bile. Şehir yakınlarındaki emlak fiyatları ekonomik patlamayla birlikte fırlamıştı.
‘Dünyada böyle yerler olduğunu nereden bilecektim ki…!’
#Evde oturmuş bir kötü haberden diğerine atlarken ve bir buçuk yıldır eve tıkılıp kalmışken bizim pintinin dünyayı gezip en lüks maceralara atılışını okumak içime bir öküz oturtmadı değil. Neyse canım, biz de gezmiş kadar olduk deyip usulca konuyu kapatıyorum…
Oyun aleminden tamamen uzak geçirdiğimiz bu bölümden ve tatilde geçirilen günlerden sonra nelerle karşılaşacağımızı görmek için bir sonraki bölümde görüşmek üzere!
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..