“Tatlı şey, dün gece olay çıkartan çocuk sensin değil mi?”
Arkasındaki yaşlı adam hafif eğilerek konuştuğunda bu adamı fark edebilmiştim.
Kısa boyluydu, bir buçuk metreyi biraz geçen boyuna rağmen yanında taşıdığı uzun ve düz kılıcı onun görünüşünü daha da garipleştiriyordu.
Ak düşmüş sakalları ve saçları dışında garip bir şekilde gözleri de bembeyazdı. Göz bebeklerinin dışı ince bir ton değişimiyle daha da beyazlaşıyordu.
Bol ve işlemeli kıyafetleri ve hafif buruşuk yüzü ile dede diyebileceğim birisi gibi hissetmiştim.
“Hanımım, bu çocuk kilise tarafından aranıyor. Onu almak istediğinize emin misiniz?”
“Kararlarımı sorgulama Ergil.”
Demek yaşlı adamın adı Ergil’di. Kız ise benimle konuştuğu ses tonunun aksine sert ve kontrollü bir ses ile cevap vermişti adama. Ben konuşmuyordum.
“Canım benim, adın ne?”
Adım, gerçekten de adım önemli miydi? Hayır, ailemin koyduğu ismi biraz bile önemsemiyordum. O anda başımı iki yana salladım. Gözlerimden de anlamış olmaları lazım ki daha fazla soru sormadılar.
“Benim adım Liana Rockherd, bu günden sonra Rockherd ailesinden birisisin anlaştık mı?”
Bana nazik bir şekilde konuşan böyle güzel bir ablayı nasıl reddedebilirdim ki? Kafamı onaylar şekilde salladım.
Onaylamam sonrasında hızla elimi tuttu Liana, sonra da Ergil’e döndü ve neşeli bir sesle.
“Bizi geri götür amca!”
Adam ellerini havada sallamaya başladığında ellerinin ucunda oluşan mavi, hafif parlak ışıklar etrafımızı sardı. Birkaç saniye sonra etrafımızdaki ışıklar yok olmuş, görüşüme kasabanın dışındaki yaylalar girmişti.
Orada, bir direğe bağlı iki at vardı. İkisi de oldukça güzel ve bakımlı olan atların birisine Ergil, diğerine de Liana bindiğinde öylece durup onları izledim.
Ergil tam bana bakıp elini sallamaya başladığında Liana’nın yüksek sesli haykırışı onu durdurdu.
“BENİMLE GİDECEK!”
Genç hanımının emrine karşı gelemeyen Ergil, beni yerden havalandırdı ve Liana’nın arkasına bindirdi. Bir ata ilk binişimdi ve at hareket etmeden önce bana dönüp sırıtarak “Sıkı tutun!” diye bağıran Liana hiç de yardımcı olmamıştı.
At bir anda hareket etmeye başlayınca düşecek gibi hissedip Liana’ya sarılabildiğim kadar sert sarıldım.
Bir süre bu şekilde at sürdükten sonra kendimi daha rahat hissettiğimden ellerimi biraz gevşettim ve etrafı incelemeye başladım. Hızla geçtiğimiz ağaçlar ve yollarda, yanından geçtiğimiz insanları görmek ve suratıma vuran rüzgar garip bir zevk vermişti bana. Hızla gitmek, oldukça hoşuma gitmişti.
Böylece Rockherd ailesinin yönettiği Downe bölgesine gittim.
Rockherd ailesi, dünya çapında büyük bir büyücü ailesiydi ve oldukça da güçlülerdi. İnsanları cana yakındı, tamamen doğru yolda yürüyen bir aile olmasalar da çok kötü değillerdi. En azından benim gözlerimde bu şekildeydiler.
İlk olarak Downe sınırlarında bizi bir at arabası karşıladı, Liana şuan aileyi yöneten Krun’un kızıydı ve araba da bu statüye yaraşır şekilde güzel işlemelerle dolu ve rahattı.
Bundan sonraki yolculuksa oldukça sade ve rahattı, birkaç gün içinde arabamızın Rockherd hanesinin devasa malikanesinin kapısında buldum kendimi. Binalar, kocaman ve daha önce görmediğim kadar güzellerdi. Güç, bu binaları gördüğümde burada yaşayanların güçlü olduğunu hissettirmişti bana, baskıcı görüntüyü doğrular nitelikte bir çok koruma da vardı.
İçeriye girdiğimde devasa bahçede bile on dakika boyunca yürümek zorundaydık. Sonunda Rockherd’in reisi Krun’un tahtına ulaşabilmiştik.
Rockherdler bir kraliyet ailesi gibiydiler. Downe bölgesinin bir ülke kadar büyük olduğunu ve imparator’un altında olduklarından bir ülke olamadıklarını daha sonra anlayacaktım. Kısaca şuan bir krallığın kralını görmeye gidiyordum ama sadece beş yaşındaydım.
Malikaneye girdiğimizde bir grup hizmetkar gelip eşyalarımızı aldı daha sonra da Liana’nın emri ile bana güzel bir çift kıyafet getirdiler. Kralın karşısına yanmış kıyafetlerle çıkamazdım.
Kıyafetleri giyinip temizlendikten sonra çok daha rahat hissettim kendimi, pisliği hala bile sevmeyen birisi olarak rahatlamıştım.
Daha sonra yine hizmetkarların yol göstermesiyle Liona ve Ergil’in yanına getirildim.
“Ah, çok tatlı olmuuşşşş!”
Liana yanıma gelip yanaklarımı sıkarken Ergil kıskanır gibi gözlerini yukarıya dikmişti. Hoşuma gittiğinden suratına doğru dil çıkardım ama bunu görmedi.
“Şimdi seni babamla tanıştıracağım. Orada saygılı olmalısın tamam mı? Bir de onun sorularını sadece susarak geçiremezsin, konuşman lazım.”
“Tamam”
İlk kez konuştuğumdan küçük bir şaşkınlık ifadesi gelmişti Liana’nın yüzüne. Elimi tuttuğu gibi yürümeye başladı, Ergil de bizi takip ediyordu.
Çok büyük koridorlardan geçtik, yol o kadar karmaşıktı ki rahatsız olmuştum. Ama asıl rahatsız olduğum etraftakilerin bakışlarıydı, o papazı hatırlatıyorlardı.
En sonunda büyük bir kapıya ulaştık, kapının önünde duran iki koruma diğerlerinden farklıydılar, Liana’yı gördüklerinde hafifçe başlarını eğdiler ve birisi içeriye girdi. Koruma geri çıkıp girebileceğimizi söylediğinde beni hızla çeken Liana ile odaya daldık. O anda devasa bir baskıyı üzerimde hissettim, sanki bir dağın kudreti altında eziliyordum. Karşımda duran adam, bu dağ işe oydu.
Kalbim daha hızlı atmaya başladı, hiçbir zaman pes etmeyen ruhum ve iradem de bu ezikliği yedirememişti. O anda yavaş yavaş üzerimdeki baskıya karşı gelmeye başladım. Nasıl yaptığımı bilmiyordum, kolumu kullanmak gibi geliyordu artık irademi kontrol etmek.
Üzerimdeki baskı bir miktar azalmıştı, gözlerimi etrafa bakmak için açtığımda ise karşımdaki adamın bana gülümsediğini gördüm.
“Fena değil, ama hala çok küçük.”
Adam parmağını beni gösterecek şekilde kaldırdığında daha ne olduğunu bile anlamadan daha demin hissettiğim dağ tarafından ezildim. Ağzımdan ve burnumdan aynı anda akan kan, kalbimin sıkışmasına sebep oldu. Gücüm ayakta kalmaya yetmediğinden yere düştüm, anında Liana’nın elini hissetsem de acım hiç az değildi.
“Çocuğu kabul ediyorum. Ergil, onu tedavi etmesi için hekim Gong’a bırak ve geri dön.”
Son duyduğum sözler bunlardı. Daha sonrasını ise zihnim karardı ve görüşüm bulanıklaştı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..