Ağzından dökülen kelimeler hem samimiyet hem de nezaket barındırıyordu.
Bandajlı figürün açılış konuşmasını işiten kalabalık serseme dönmüş bir şekilde sessizce izlemekten fazlasını yapamıyordu.
Yukarıda gördükleri figür çarpıcı, özgün bir görünüme sahipti. Sesiyse kulak tırmalayıcı olmasına rağmen inanılmaz derecede etkileyiciydi.
Ancak bu kayda değer görünüm, çok daha büyük bir şeyin yanında ikincil önemdeydi.
Hiç kimsenin gözlerini o figürden ayıramamasının sebebi inanılmaz basitti. O sebebe biyolojik bir içgüdü demek abartı olmazdı.
— Hiç kimse gözlerini kendisini tehdit eden bir düşmandan pervasızca ayıracak kadar aptal olmazdı.
“Ha, ne?”
“Az önce ne dedi o?”
“Şaka yapıyor, değil mi? Cadı Tarikatı, ne alaka…”
Kalabalığa geç kalınmış bir anlayış yayılmaya başlamıştı.
Fakat harekete geçen yoktu. Herkes duyduklarından şüphelenircesine yanındakileri sorguluyordu.
Larkins: “O piç az önce ne dedi? Duydun mu!?”
Subaru’nun yanına koşturan Larkins de bu tepkilere dahil olmuştu.
O bir gözü saat kulesinin üzerinde kalabalığı yarıp Subaru’ya yaklaşırken kalabalıktan bir miktar uzakta duran Subaru da gözlerini bir an olsun kaydırmamıştı.
Oraya bakmayı bıraktığı anda bir felaket doğacağı kesindi.
O figürün kimliği bunu su götürmez bir gerçek kılıyordu.
— Çünkü o figür, Petelgeuse ile aynı cinsten bir yaratıktı.
Subaru: “Ayrıca kendisine Romanee-Conti diyor…?”
Bandajlı figür ismini şu şekilde açıklamıştı: Sirius Romanee-Conti.
Komik bir şekilde Romanee-Conti Petelgeuse’in soyadıydı ama o şeytani ruhun herhangi bir akrabası olması imkansızdı.
Subaru: “Tüm tarikat üyeleri o soyadı paylaşıyor olamaz herhalde.”
Romanee-Conti soyadlı koca bir aile, baş edilemeyecek kadar ağır bir kâbus olurdu.
Hepsi de Romanee-Conti soyadını taşıyan ve cadının öğretilerini yaymaya çalışan çarpık bir topluluk? Düşüncesi bile insana bozuk ve yanlış geliyordu.
Aynı zamanda Subaru’nun içerisinde sonu gelmeyen öfke dalgaları doğuyordu.
Karşısındaki kişi peşine düştüğü Oburluk olmasa da ona bir başlangıç sağlayabilecekse,
Subaru: “— Onu yakalamaya çalışacak ve bana her şeyi açıklaması için zorlayacağım.”
Zor olsa da bu sayede Oburluğa giden yolu açabilirdi.
Bu kararlılığa erişen Subaru kavrulan kalbini sakinleştirerek Beatrice’le bağlantısına yoğunlaştı. Subaru tarafından çağrılır çağrılmaz burada belirecekti.
Bu, kişi ve ruhu arasındaki kontratın etkisiydi.
Subaru derinliklerindeki bağlantıya tutunur ve bundan faydalanmaya hazırlanırken,
Sirius: “— Tamamdır! Bu kadarı yeterli!”
Subaru: “—!?”
Tam da Beatrice’e seslenmek üzereyken yukarıdan tiz, kuru bir ses yükselmişti.
Bu ses, tüm şehre yayılabilirmiş gibi bir izlenim veriyordu. Bandajlı insan ellerini çırpmış ve bu esnada Subaru önünde uzanan kalabalığı görebilmek adına gözlerini açmıştı.
Sirius: “Herkesin konuşmayı kesmek için 22 saniyesi var. Yine de ilginiz için teşekkür ederim. Çok mutluyum. Ayrıca…”
Bandajlı kişi, Sirius, sözlerindeki ironiye rağmen sarsılan bedenini kollarıyla sarmıştı. İnanılmaz mutlu görünse de kollarından sarkan zincirlerin saat kulesinin duvarlarına çarpışı nahoş bir ses doğuruyordu.
Sirius: “Sen ve sen, siz ikiniz, bir de sen. Üzgünüm ama lütfen bu kadar öfkeli olmayın. Hepinizin kıymetli vaktini çaldığım için çok üzgünüm. Üzgünüm ve teşekkür ederim.”
Subaru: “Ne…”
Sirius içtenlikle şikâyet edercesine bedenini çevirmişti.
Subaru tam “şaka mı bu” diye bağırmak üzereydi fakat bandajlı figürün sözlerinin bitişiyle fark ettiği üzere kendisi de “öfkelenmeyin” diye işaret edilenlerden biriydi.
Etrafına bakarak Sirius’un işaret ettiği diğer kişileri gördü; hepsi bir miktar yeteneğe sahip görünüyordu. Belinde kılıç taşıyan bir yaratık adam, gözleri bağlı bir kadın ve Larkins… Hepsi de kızarmıştı.
Seslenilen kişilerin hepsi Sirius’a karşı harekete geçmeye hazırlanmıştı ve bu, planlarının fark edildiğini belli eden bir uyarıydı.
Subaru: “——”
Subaru alnında soğuk terler biriktiğini hissederek Beatrice’e seslenme çabalarını sonlandırdı.
Cadı Tarikatı saldırılarının ne derece korkunç olabileceğini çoktandır biliyordu, tabii hayatta kalmanın önemini de. Ve etrafındaki meydanda toplanan kişi sayısı otuzu aşkındı.
Yani herhangi bir avantaj bulamazsa durum çoktan ölümcül hale gelmiş demekti.
Sirius’un bahsettiği diğer kişilere göz kırparak bir göz teması başlattı.
Yaratık adam, gözleri bağlı kadın ve keskin gözlü bir şehir sakini bakışlarını çözmüştü. Yalnızca Larkins belli belirsiz bir kafa karışıklığıyla bakışlarını Subaru’dan çevirmişti.
Esasında en güçlü koz onundu; Reinhardt’ı çağırabilirdi.
Reinhardt dün Larkins’e herhangi bir durumda kendisine sinyal vermesini hatırlatmıştı. Yani aralarında belirlenmiş bir sinyal söz konusuydu ve Larkins bunu kullandığı zaman Reinhardt oraya gelecekti. Ve Reinhardt geldikten sonra da ister Cadı Tarikatı olsun ister Sirius ya da bir başkası olsun, düşman mutlaka alt edilirdi.
Ancak Larkins’in sinyal verişiyle birtakım zayiatlar verileceği kesindi. Muhtemelen Larkins’in tereddüde düşmesine yol açan şey de buydu.
Bu fedakarlıklar göze alınırsa Sirius’la baş etmenin en iyi yolu bu olurdu.
Ama hemen böyle bir yola başvurmak gerekli miydi? O fedakarlıklara değer miydi?
Sirius: “Peki, teşekkürler. Hepimiz birazcık sakinleştik gibi görünüyor. Çekincelerinizi anlıyorum. ‘Cadı Tarikatı’ adı pek iyi bir izlenim uyandırmadı, değil mi? Ama öyle çok özel bir şey yapmayı planlamıyorum. Herkesin kıymetli vaktini çalma sebebim bir şeyi beyan etmek istemem.”
“Bir şeyi… beyan etmek mi?”
Sirius: “Üzgünüm, lütfen fazla konuşmayın. Başım pek iyi değil, yani her konuşuşunuzda canım sıkılıyor. Sonra da çok üzülüyorum. Çok üzülürsem iyi olmaz, değil mi? Herhangi birinizin canını sıkan bir şey varsa lütfen söyleyin. Hepinizin vaktini çalıyorum ve bu yüzden kendimi çok suçlu hissediyorum, o yüzden sorunuz her ne olursa olsun cevaplayacağım. Tamam mı?”
Sirius, konuşmasının başından sonuna dek samimi, rasyonel bir çizgiyi korumuştu ama bu tavır itici, rahatsız ediciydi, bu da insanların yalnızca dişleri ve gözleri görünen bu bandajlı figürden tiksinmesine yol açıyordu.
Muhtemelen herkes aynı düşüncedeydi. Sirius’un önerisine rağmen kalabalık sessizliğini korumuş, herkes yakınındaki insanlara bakmaya başlamıştı. Öyleyse,
Subaru: “Tüm saygımla bir soru sormam mümkün mü acaba?”
Madem hiç kimse elini kaldırmıyordu, öyleyse konuşan Natsuki Subaru olurdu.
Kendisini bir şaşkınlık dalgasının ortasında bulan Subaru’nun bakışları Sirius’a kilitlenmişti, o da bu bakışlara karşılık veriyordu.
Sirius: “Tabii, sor lütfen. Teşekkür ederim. Sen de az önce birazcık öfkeliydin, o yüzden benimle konuşmaya razı olmana çok sevindim. Neyi bilmek istiyorsun?”
Subaru: “Burada neler olduğunu bilmesem de beni bekleyen kızlar var. Dört kız, daha doğrusu. O yüzden bizi bir an önce bırakırsan çok sevinirim.”
Sirius: “Oh, tanrım! Bu gerçekten korkunçmuş, üzgünüm. Ama bunu senden beklemezdim. Hizmet edecek dört kıza sahip olmak erkeklerin hayali falan mı? Gerçekten kötüymüş. Bir kısmını ağlatmak kötü olur değil mi? Tamamen yasaklanması gereken ve müsaade edilemez bu sadakatsizliğe bir son vermeliyiz.”
Subaru: “H-Hey?”
Sirius’un sesi konuşmanın yarısına dek enerjikliğini arttırırken sonrasında fısıltıya dönmüştü. Ancak Subaru’nun kafası karışık gelen sesini işittikten sonra,
Sirius: “Yo, yo, yalnızca birazcık duygusallaştım. Pardon. Aklı başında davranmak için çok uğraşsam da sürekli istemsizce heyecanlanıyorum. Benim adıma endişelendiğin için teşekkürler. Ee… herkesi ne zaman bırakacağımı mı soruyorsun yani?”
Subaru: “…Ah, evet. Bizi bırakman çok hoşumuza gider.”
Sirius: “Sizi sıktığım için üzgünüm, gerçekten çok üzgünüm. Ama sorun değil. Cadı Tarikatından olsam da insanların canını sıkmaktan sahiden nefret ederim. Yoldaşlarım halkın canını sıklıkla sıkar ve ben de bu yüzden çok üzülürüm.”
Beklenmedik bir şekilde diyalog kurmak bir hayli kolay olmuştu.
İnce bir bel, fazlasıyla mütevazı bir tavır, aralarında geçen etkileşim — tüm bunlar hesaba katılınca Sirius bir kadın olabilir miydi acaba?
Bandaj suratını gizliyordu, bedeni de bir ceketle örtülüydü, yani algılamak zordu. Sesi yüksekti ama kadınsıdan ziyade mekanikti, dolayısıyla bunu da bir kriter olarak almak zordu.
Belki de bir kadındır, diye düşünüyordu Subaru kayıtsızca.
Her halükârda Sirius’un tavır ve davranışlarına bakılırsa herhangi bir tehlike teşkil etmiyordu.
Anormal görünümü ve kendisini tanıtma şekli birkaç kişiyi temkinli hale getirse de bu faktörler bir kenara atıldığında onunla konuşmak Priscilla’yla konuşmaktan daha kolaydı.
Kalabalıktaki gerginlik giderek yatışıyor ve merakla izleyen insanlar onun kararını açıklamasını bekliyordu.
Subaru da aynı durumdaydı fakat içinde hala hafif bir gerginlik mevcuttu.
Sirius: “Teşekkür ederim. Ve özür dilerim. Sanırım herkes benden korkmuş. Ama beni bu şekilde dinlemeye razı olduğunuz için çok mutluyum.”
Subaru: “Seni affetmeyecek falan değiliz. Ama hadi bu işi sonlandıralım artık.”
Sirius: “Haklısın, bana hatırlattığın için teşekkürler. Hadi bu işi sonlandıralım. Bir şeyi beyan etmek için herkesin karşısına çıkmıştım.”
Sirius bu sözlerin ardından bedenini sallayıp zincirlerini birbirine sürterek bir ses çıkarttı.
Açıkçası bu hareket iticiden çok eğlenceliydi. Tehlikeli birinden ziyade bir soytarı veya sanatçı gibi görünüyordu.
Subaru’nun yüzüne bir gülümseme yerleşmiş, kaygıları ortadan kaybolmuştu.
Artık Beatrice’e seslenme gereği duymuyordu. Tek umudu Sirius’un yapacağı şeyi bir an önce bitirmesiyle buradan ayrılabilmekti.
Subaru: “Ee, beyan etmek istediğin şey ne peki?”
“Evet, evet, acele et de söyle bize!” “Aynen, işe geç kalmak üzereyim!”
Subaru’nun baskısıyla birlikte bir gevezelik silsilesi başlamıştı.
Bu sırada adamın teki kuledeki Sirius’u işaret ederek bir kahkaha patlattı.
Kahkaha dalgasının yayılışıyla Subaru bile elinde olmadan biraz daha rahatlamıştı. Bu sırada atmosfere yenik düşmüş gibi görünen Sirius bir elini sıkkın şekilde kafasına götürdü.
Sirius: “Üzgünüm, üzgünüm. Gerçekten üzgünüm. Hepinizin meşgul olduğunu biliyorum. Konuşmamı hemen sonlandıracağım, o yüzden lütfen birazcık daha bana eşlik edin.”
Subaru: “Ee, söyle hadi!”
Sirius: “Peki! Şey, söyleyeyim hadi. Beyan etmek istediğim mesele çok basit. Açıkça söylemek gerekirse beyan etmek istediğim şey Sevgiyle ilgili. Vayy, bu utanç vericiydi.”
Bandajlar yüzünün kızarışını rahatlıkla gizleyebilecek olsa da Sirius, utancını gizlemeye çalışarak suratını bir eliyle örtmüştü. Herkes sessizce ve bulaşıcı bir şekilde gülmeye başlarken Sirius’un görünüşü de giderek daha bir yersiz geliyordu.
Sirius: “Bana gülmenizi bekliyordum ama yine de canımı sıktı. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim. Teşekkür ederim ve sizden bir de talebim var.”
Subaru: “Talep mi?”
Sirius: “Sanırım herkes bir müddet daha benimle kalırsa o Sevgiyi beyan edebilirim. Üzgünüm, gerçekten başa çıkılamaz şeyler söyleyebiliyorum.”
Sirius bu sözler arasında sendelemiş, ellerini ve zincirlerini ovuşturarak önerisini dile getirmişti.
Bu sevilesi manzara karşısında seyircilerden “ne yani, hepsi bu mu?” tarzı tepkiler yükselirken Subaru da kollarını önünde bağlamış ve kalabalığa yayılan neşeyi hissederek başını sallamıştı.
Bu sırada keyiflenen Sirius ellerini çırpmaya başladı.
Sirius: “Gerçekten mi? Teşekkür ederim, teşekkür ederim! Üzgünüm. Bu dünya gerçekten fazla hassas. Sevgi ve şefkat dolu. Bunu her anlayışımda minnettarlığımı ifade etmeden geçemiyorum. İnsanlar birbirlerini anlayabiliyor ve birbirlerine değer verebiliyor. Belki de her zaman ‘teşekkür ederim’ ve ‘özür dilerim’ deme sebebim bunu onaylayabilmek içindir.”
“Hı, hı, anlıyoruz Sirius! Ee peki ya şimdi—?”
Sirius: “Ah, özür dilerim!”
Gözleri bağlı kadın, Sirius’a tezahürat etmekteydi. Sirius da onun bakışlarını yakalamış ve on yıllık dostunun sesini işitmişçesine gülmeye başlamıştı.
Ardından nihayet amacını anımsamış görünerek saat kulesinin içerisine döndü ve elini uzatarak,
Sirius: “Sizi beklettiğim için özür dilerim. Hadi gel.”
???: “———!”
Dostane bir sesle konuşurken pencereden birini çekmişti.
Onun kollarında kıvranan ve homurdanan ufak figürün — küçük oğlanın tüm bedeni bağlıydı.
En fazla on yaşında olan bu çocuğun bileklerinden omuzlarına bir zincir dolanıyordu. Ağzı da aynı zincirle tıkanmıştı ve dudaklarının kenarlarından kan damlıyordu. Yalnızca boynundan yukarısı açıktaydı ve kafasını çaresizce kımıldatıyor, yalvarırmış gibi görünüyordu.
Sirius: “Seni korkuttuğum için özür dilerim. Ama erkeklerin bu şekilde ağlaması hoş değil. Senin için bu sırrı saklamak istesem de her an altına işeyebilirmiş gibi görünüyorsun. Ağır bir histir ve herkes görebilirken böyle bir şey yaşamak üzücüdür.”
???: “Mmm! Mmgh!!”
“Evet—! Çok utanç vericidir!” “Erkek dediğin ağlamaz!”
“Erkekler hayatta yalnızca üç kez ağlayabilir onlar da çok kısa sürer!”
Sirius ağlayan çocuğa dil dökerken aşağıdaki kalabalık da ufaklıkla alay etmeye başlamıştı.
Herkesin ufak şeyler uğruna ağladığı bir zaman dilimi olurdu, dolayısıyla bu alaylar kötücül değildi ama düşüncesizlikleri başka bir meseleydi.
Sirius: “Tamamdır, bu kadarı yeterli millet! Bu çocuğun birazcık acemi olduğu doğru ama aslında çok cesur biri. Öyle değil mi, Lusbel-kun?”
Lusbel: “———!”
Zincirlerle bağlı çocuğun hafif olması mümkün değildi fakat Sirius onu tek eliyle kaldırmış şekilde, kafasını okşayarak kalabalığı azarlamaktaydı.
Bahsi geçen oğlan, yani Lusbel ise kendisiyle Sirius’un suratı arasında mesafe açmak istermişçesine çaresizce kafasını kımıldatıyordu.
Bu manzara bir hayli gülünesiydi ve oğlanı alçaltıcı bir hareket olsa da kalabalık gayriihtiyari gülüyordu.
Sirius: “Harika. Şimdi, dikkat edin lütfen. Özür dilerim. Bu Lusbel, Pristella’da yaşayan dokuz yaşında bir oğlan. Soyadı da Kallard, yani tam adı Lusbel Kallard.”
Lusbel: “Mmph! MMPH!!”
Sirius: “Babasının adı Muslan Kallard. Muslan-san su yollarının istikrarını sağlamaya çalışıyor. Ina Kallard, Lusbel-kun’un annesiyse hamile. Karnı daha yeni büyümeye başladı ve Lusbel-kun bir kardeşinin olmasını iple çekiyor. Kallard ailesi Üçüncü Caddede yaşıyor. Lusbel-kun sık sık aile dostları Tina’yla birlikte şehir parkına gidiyor. Lusbel-kun ve Tina-chan birbirlerinin çocukluk aşkları ve birbirlerini derinden seviyorlar. Lusbel-kun Tina-chan’ın yanında olmasını ve hayalini desteklemesini istiyor. Tina-chan açık sarı kıvırcık saçları olan bir kız ve yetişkinliğe yaklaştıkça güzelliğinin daha da belirginleşeceği ortada. Tina-chan da Lusbel-kun’un hayallerini desteklemek istiyor. Lusbel-kun Günbatımının İhanet Ettiği Delphin şarkısını duydu duyalı tıpkı Delphin gibi bir maceraperest olmak istiyor. Bu onun yaşında bir oğlan için son derece takdire şayan bir hayal. Bu çocuksu hayale gülenler olabilir ama ben onlardan değilim. Kim erkeksi bir ruha gülebilir ki? Tina-chan’ın da böyle düşündüğüne inanıyorum, Lusbel-kun’a içten desteğini vermesinin sebebi de bu. Neyse, Lusbel-kun’un hayali bir maceraperest olmak ama bir yandan da annesinin karnındaki çocukla tanışmayı gerçekten iple çekiyor. Esas planı bir an önce maceralara atılmaktı ama yeni doğacak kardeşini düşünerek bu işi beklemeye aldı. Aralarındaki yaş farkı gereği o çocuğun çok sevileceği kesin. Lusbel-kun da başkalarına karşı düşünceli ve iyi bir çocuk, bu yüzden çok iyi bir abi olacağını düşünüyorum. Herkesin Lusbel-kun’un hislerini desteklemesi beni çok mutlu eder. Ah, evet, Tina-chan’ı da unutamayız. Aslında buraya asıl getirmek istediğim kişi Lusbel-kun değil, Tina-chan’dı, çünkü kızların beyan etmek istediğim türden bir Sevgiye erkeklere nazaran daha yakın olduğunu düşünüyorum. Ama Lusbel-kun’un çaresizce yakarışları kalbime dokundu. Üzgünüm, pek güçlü iradeli biri değilim. Bu yüzden fikrimi değiştirdim… ah, gerçi saatim saatime uymaz, bu benim genel huyumdur. Sevgiden bahsederken tüm kalbimle konuşurum. Oh, amma can sıkıcı, çok utandım. Gerçekten, benim yaptıklarımın bir önemi yok. Biz Lusbel-kun ve Tina-chan’a odaklanmalıyız. Çünkü onlar birbirlerini şimdiden çok seviyor, ileride birbirlerine ne yoğunlukta hisler besleyeceklerini de bilemem, o yüzden onları ayırmak beni çok ama çok üzerdi. Ben de Lusbel-kun’un hislerine saygı duyup ona yardım etmekte karar kıldım. Lusbel-kun birazcık korkmuş ve hatta azıcık ağlamış olsa da çok cesur bir çocuk. Teşekkür ederim ve özür dilerim. Konuşmamı herkes için elverişli bir şekilde sonlandırıyorum.”
Lusbel: “Mmph! Mmmph! Mmgh!”
Çocuğun, Lusbel’in, hayatını dinleyen herkes anlamış ve onay vermişti.
Birazcık utanç karışmış olsa da Lusbel’in cesareti gerçekten takdire şayandı. Bunu aklında tutan Subaru az önceki saçma sapan, alçaltıcı düşünceleri için kendine vurmak istemişti.
Ama kendisini suçlamanın yeri ve zamanı değildi. Oğlana olan desteğini göstermek kendini azarlamaktan çok daha önemliydi.
Ve bu yüzden,
Subaru: “Lusbel, ağlama! Sen harikasın!”
Subaru yüksek bir sesle bağırarak ağlamakta olan genç çocuğun cesaretini övmüştü.
O gözyaşlarının ardına gömülü gerçek cesareti bilirken utancına nasıl gülebilirdi ki? Bu sırada Subaru’nun yanında duran Larkins de cesaretlendirme çabalarına dahil olmuştu.
Larkins: “Evet, daha fazla ağlama! Sen bir erkeksin, değil mi!? Öyleyse bize yakışıklı tarafını göster, evlat!”
“Evet, iyi dinle Lusbel! Sen Pristella’nın gururusun!” “Lusbel—! Harikasın—! Büyük adam olacaksın!”
Seyirci tezahüratları sürdürüyor ve ortamdaki herkes alkışlamaya başlıyordu.
Bu yalnızca genç bir adamın kararlılığını ve cesaretini övücü bir sahne değildi, insan doğasındaki nezaketi de gösteren bir sahneydi.
Kişi ne kadar tükenmiş ve çaresiz görünürse görünsün, mühim olan değer verdiklerini koruma arzusuydu ve insanları kendine çeken ışık da buydu. Böyle bir keşfe dua etmek gerekti.
Sirius: “Ah… teşekkür ederim, teşekkür ederim, teşekkür ederim! Ah, bu harika! Hepimizin anlayacağına inanıyordum. Herkesin Lusbel-kun’un cesaretini öveceğini biliyordum. Çünkü o Sevginin iradesini gösterdi! Onu tanırsanız mutlaka seversiniz. Bu karşılıklı anlayış sayesinde artık herkes birbirinin Sevgisini derinden anlayabilecek!”
“Sirius—! Teşekkürler, çok teşekkürler!” “Lusbel-kun—!!”
Sirius’un gözleri irileşmiş ve yaşlar özgürce damlamaya başlamıştı. Gözlerinin etrafındaki bandajların yaşlardan ıslandığını gören Subaru da kendi gözlerinde bir sıcaklık yükseldiğini hissediyordu.
Bu sırada omuzları hafifçe dürtüldü. Hemen yanındaki Larkins, ağlamakta olan Subaru’ya bakarak kahkaha atıyordu. Fakat kahkahasına rağmen onun gözlerinde de yaşlar olduğu Subaru’nun dikkatinden kaçmamıştı.
Etraftaki insanlar da aynı duyguları paylaşıyor gibi görünüyordu. Subaru’nun aklına Dünya Kupasını izlediği zamanlar gelmişti. Tüm dünya bir araya gelmişken insanlar daima neşelerini hiç tanımadıkları insanlarla paylaşmak isterdi.
Şimdi de ortama aynı huzur ve anlayış yayılmaktaydı. Gerçekten sağlam bir bağdı.
Sirius: “Birbirimizi anlayamıyor oluşumuz aramızda bariyerler yaratıyor. Zihinlerimizin empati yoksunluğu düşmanlıklara sebep oluyor. Sonuca varamayışımız birbirimizden vazgeçmemize yol açıyor. Tüm bunlar son derece kalp kırıcı. Hatta bir trajedi. Peki şimdi mutsuz musunuz? Kalbiniz kırık mı?”
“Hiç de bile! Hiçbirimiz mutsuzluk falan hissetmiyoruz!”
Sirius: “Teşekkür ederim! Peki mutlu musunuz? Herkes kendisini mutlu hissediyor mu?”
“Tabii ki! Bu kadar mutlu olmayalı bayağı olmuştu! Teşekkür ederim, Sirius! Çok sıkı çalıştın, Lusbel!”
Böylece bir alkış tufanı kopmuş, saygıdeğer Lusbel’e minnettarlık yağmaya başlamıştı. An itibarıyla saat kulesinin üzerindeki ikili sayesinde ortamdaki herkes aynı şeye odaklanmıştı.
Bu sırada Lusbel bedenini evirip çevirerek ağlıyordu ve nihayet ağzını açmayı başarıp zinciri hiçe sayarak kırık dişlerinin ardından çığlığı bastı.
Lusbel: “Gu, gah! Uyanın, lütfen—! Kurtarın, …beni! Yar… hk!”
Sirius: “Senin cesaretini ve sevgini övmek istiyorum, Lusbel-kun! Lütfen aşağıya bak. Bir sürü kişi hislerini onaylıyor! Ah, teşekkür ederim! Özür dilerim, Lusbel-kun. Son çare olsan da bu sahneyi sunmak istedim. Ahh, ahh, dünya ne hassas!”
Sirius Lusbel’i kollarında sımsıkı tutuyordu.
Bu güzelliğin karşısında gök gürültüsü misali alkışlar devam ediyordu. Subaru elini ağzına koyup ıslıklar çalarken bu samimi tezahüratların konusu olan Lusbel, şaşkınlık içerisinde kalakalmıştı.
O en sıkı mücadelesini veren bir erkekti. Ağlamaya bile gücü kalmasa da hiç kimse ona gülmüyordu, gülemezdi.
Sirius: “İşte böyle. Sevgiye sahibiz. O burada, bizimle. Herkesin kalbi bir ve neşe dolu bir sahne içerisinde. Trajediye ihtiyacımız yok. Bize ağlamamızı söyleyen dünyadan yorulduk. Kimse böyle bir dünya istemez. Kalplerimiz bağlanmak istiyorsa bunu yalnızca neşe ve mutluluğu paylaşarak mümkün kılabilirler. Trajediye de! Öfkeye de! İhtiyacımız yok!”
“Doğru söylüyorsun! Trajedi falan istemeyiz!”
Sirius: “Ah, o yasaklı Öfke insanların kalbini ürpertiyor! Sinir, o tutku! O tutkulu günah kalplerimizde kök salarsa ve kökünü kazıyamazsak yerini neşeyle doldurmamız gerekir! O zaman herkesin kalbi bir bütün olarak birbirine bağlanır!”
Sirius bağıra bağıra Lusbel’i bir kez daha havaya kaldırmaktaydı.
Ve bu defa hareketini bununla sonlandırmadı. Herkesin takdir ettiği Sirius, Lusbel’i havaya fırlatarak,
Sirius: “Lütfen! Kuvvetli alkışlarınızı bekliyorum!”
Kalabalık: “——”
Sirius uçmakta olan Lusbel’e olabilecek en iyi sahneyi sağlamıştı.
Gencin güneşe uçarcasına havada süzülüşünü gören Subaru alkış tufanında başı çekiyordu.
Kuvvetli alkışlar eşliğinde kutsanan Lusbel, gökyüzünde ilerlemekteydi.
O minik beden döndükçe dönüyordu fakat yörüngesinin zirvesine ulaştığı saniyede aşağı doğru meyillendi ve Lusbel dosdoğru yere alçalmaya başladı.
Panikleyen topluluk onun düşeceği alanı boşaltıyordu. Bu bir kahramanın zaferiydi.
Alkışların ardı arkası kesilmiyor, düşmekte olan oğlana edilen iltifatlar sonlanmıyordu.
“MMMMMM!!”
Bu sırada kafasını kaldırıp kendisine giderek yaklaşan zemini gören Lusbel homurdandı.
Çoktan tükenmiş olması gereken ufak bedenini çaresizce kımıldatıyor, o sert zemine çakılmasını engelleyebilecek herhangi bir şey yapmak istiyor ve son anına dek yorulmak bilmeksizin mücadele ediyordu.
İnsanoğlunun sarsılmaz azmini görmek herkese gözyaşları döktürüyordu. O sırada,
Sirius: “— Ah, dünya çok hassas!”
Tam da sert çarpışma öncesi Sirius’tan bir bağırış yükseldi.
Ve bu sesi işiten kalabalığın alkışları giderek kuvvetlenirken—
Kalabalık: “——”
Yumurtalar yere düşermiş, bir şeyler kırılırmış gibi bir ses yankılanırken ortamdaki herkesin görüşü kırmızıya boyandı.
Bütün halde bir beden yere sertçe çarparken Lusbel’in bir zamanlar hayat taşıyan vücudu, meydana yayılan bir et yığınına dönüşmüştü.
— Fakat bu manzaranın ardından,
Çat.
Kırılan yumurtaların sesi bir alkış gibi yankı yaptı ve meydan kırmızı bir havuza çevrildi.
Bu bir sonlanıştı.
※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※ ※
Liliana: “Şarkı bittikten sonra tekrar konuşmaya başlayacakları için onlara yiyecek ve içecek bir şeyler hazırlamamız gerekmez mi? Tatlı atıştırmalıkların onları havaya sokup aralarındaki mesafeyi kapatacağı kesin, sence de öyle değil mi?”
Subaru önündeki koyu tenli, cılız kızın karşısında gözlerini kırpıştırdı.
Kız beceriksizce, işveli bir tavırla dilini çıkartıp yanaklarını kaşımaktaydı.
Subaru transtaymışçasına kafasını çevirerek kendisini yakınlardan gülümseyerek izlemekte olan gümüş saçlı kızı ve küstah tavırlı kızıl saçlı kadını gördü. Bir de elini tutmakta olan narin kız vardı—
Liliana: “…ah, ah, neler oluyor? Duymazdan mı geliyorsun? Sen beni duymazdan mı geliyorsun!? Lü-lütfen yapma, bana öyle acı acı bakma. Ah, ah, yapma, yapma… şarkımı dinledikten sonra öyle iç çekme… bu kadar hayal kırıklığına uğramış görünme, beni affet…”
Subaru sessizliğe gömülürken önündeki kız, Liliana, anımsamak istemediği bir şeyi anımsamışçasına ürpermişti.
Bu tepkiye tanık olan Subaru açıkça,
Subaru: “…Midem bulanıyor.”
Liliana: “Ha!? Bu yaşandı mı gerçekten?! Bir kızın suratına bu kadar yakın mesafeden merakla baktıktan sonra ilk söylediğin şey midenin bulandığı! Ben, Liliana, Natsuki-sama’dan annesinden de çok utanıyorum!”
Liliana gözleri dolmuş gibi yaparak kafasını çeviriyor, bir yandan da tepkisini görmek adına Subaru’yu izliyordu. Fakat Subaru onun bu sinir bozucu tavrının farkında bile değildi. Durduğu yerde titrerken de yere yığılıp kalmış, bunu engelleyememişti.
Emilia: “Subaru? Sorun nedir?”
Beatrice: “Sorun nedir, sanırım, Subaru? Subaru?”
Elini tutmakta olan Beatrice ve yakınlarda durmakta olan Emilia, Subaru’ya endişeli bakışlar atıyordu. Subaru’nun rengi öylesine atmıştı ki iki kız da nefeslerini tutmadan edememişti.
Subaru: “—Midem bulanıyor.”
Ölümden Dönüş yaşamayalı bir yıl olmuştu ve Ölümünden önce yaşanan o bunaltıcı olay yüzünden kusmaya fazlasıyla yaklaşmış şekilde, titreyen dizlerini tutuyordu.
Böylece Ölüm sarmalı bir kez daha başlamıştı.
Bu defa kâbusları Pristella şehrinde sahnelenecekti.
— Perde bir kez daha kalkmıştı.
#Çok iyi bir bölümdü. Herkesin hipnotize olmuş ve hafiften sıyırmış bir şekilde bu sahneyi izleyişi ve alkışlamayı kesmeyişi gerçekten çarpıcıydı. Sirius denen karakterimiz de sahiden enteresanmış. Yeteneğinin boyutlarını henüz tam bilemesek de bir kitleye ne yapabildiğini görmüş, konuşma tarzını tanımış olduk. Ve her şeyden öte, uzun zamandır görmediğimiz bir dehşetle döngülerimizi yeniden başlattık. Bu defa pek de geri sarmıyoruz, kızlarla olan sohbetimizin son anlarına gidiyoruz.
Bu yalnızca başlangıçtı, daha çok yolumuz var. Öyleyse bir sonraki bölümde görüşmek üzere!
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..