Yer yerinden oynuyor, tüm şehrin yaygarası misali şiddetli savaş nidaları yankılanıyordu.
İşte dünyada bunlar hüküm sürerken savaş alanını gözlemleyen Abel, elini boynundan çekmekteydi.
Abel: [――――]
Bağırıp çağırarak pervasızca atağa kalkan Yorna, hem şehrin hem de Kırmızı Lapis Kalenin enkazını kolayca manipüle ederek Büyük Felakete karşı azılı bir saldırıya geçmişti.
Doğası meçhul bir şeye saldırmak için bir binayı kullanmak son derece alışılmadık bir saldırı olarak adlandırılabilirdi; bununla birlikte bu saldırının, doğası gereği her şeye rağmen genişleyen o zifiri karanlığın―― yani Büyük Felaketin üzerinde nasıl bir etki doğurduğu belirsizliğini koruyordu.
Bir nebze etkili olabilmiş miydi, yoksa tamamen anlamsız bir saldırı mıydı?
Abel: [――Kesinlikle tamamen anlamsız olmamalı.]
Abel Yorna'nın pervasız saldırısından etkilenmiş değildi ama düşmanın böyle bir saldırıya karşı tamamen bağışık olmayacağı da kesindi; bu kadarı eskisi kadar harekete geçmeyişinden anlaşılabiliyordu.
Kırmızı Lapis Kale, ortaya çıktığı andan itibaren Büyük Felakete yem olmaya başlamıştı. Yorna’ysa uzun süredir ikamet ettiği bu kaleye olan bağlılığına rağmen onu yıkıcı bir güce dönüştürerek saldırıya geçmiş, Büyük Felaketin ivmesini şüpheye yer bırakmayacak şekilde azaltmıştı.
Aksi takdirde Büyük Felaket şimdiye başlangıçtaki hızını arttırıp İblis Şehrini bütünüyle yutmuş, taşıdığı sonsuz boşluğu tüm İmparatorluğa yaymış olurdu.
――Fakat İmparatorluğun yıkışı engellenmemiş, yalnızca ertelenmişti. Bu gidişle sonuç kaçınılmazdı.
Abel: [En rezil tarafı da bu.]
Diyerek azıdişlerini sıkan Abel, Büyük Felaketi öngören adama dair detayları anımsıyordu.
Yaklaşan tehdidi öngörecek kadar elverişli olan ama buna rağmen daha fazla sorgulanmayı reddeden bir varlıktı. Yoksa o varlığa Gözlemcilerin piyonu mu demeliydi?
Her halükarda o kişiye duyduğu kinin şu anda ona bir faydası dokunmazdı. İlla birini düşünmek zorundaysa, onunla benzer pozisyonda başka bir kişiyi düşünmeye değebilirdi.
Abel: [――Natsuki Subaru, sen…]
Çalkalanmayı sürdüren Büyük Felakete odaklanan Abel, o ana dek kaçındığı ismi mırıldandı.
İşte tam da o anda…
???: [Abel-chin! Geri döndük!]
Abel: [――――]
Abel’in kulaklarına, dünyadaki tüm uğultulara ve gümbürtülere rağmen bastırılması mümkün olmayan tiz bir ses ulaştı.
Ve Abel kafasını arkaya döndürürken o sesin sahibi havadan alçaldı. Hafif bir pat sesiyle birlikte Abel’in arkasına iniş yaparak el sallayan kişi, koyu tenli bir kadın tarafından sarmalanan küçük bir kızdı.
Abel: [Medium, Taritta, geri dönmüşsünüz.]
Medium: [Oldu bir şekilde! Bu durum daha önce bahsettiğinden farklı, değil mi, Abel-chin? Yorna-chan nerede?]
Abel: [―― Şu tarafta.]
Çatıya iner inmez Taritta’nın kollarından sıyrılan Medium’un sorusu, Abel’in çenesini oynatışıyla karşılık buldu. Biraz ilerilerindeki Yorna, binaları gönlünce kullana kullana Büyük Felakete ardı ardına fiziksel saldırılar gerçekleştirmekle meşguldü.
Uzun menzilli saldırılar gerçekleştirebilen bir başka kişi, yani Kafma da onun Büyük Felaket karşısındaki mücadelesine destek oluyordu.
Tabii Kafma’nın dikenli sarmaşıkları da vücudunda büyüyüp yetişen birer “haşarat” olduğu için bitip tükenmek bilmez Büyük Felakete yem olmalarına izin vermek pek hoş bir fikir olmazdı.
Bunun yanı sıra toplanmış olan Kaos Alevi vatandaşları da etraftaki binaları parçalıyor, yine bir kısmı o parçaları gülle misali Büyük Felakete fırlatarak saldırıyordu.
Yorna daha önce de İmparatorluk Başkentine başkaldırdığı bir seferde şehrin kendisini silah olarak kullanmıştı. Ve bu, şehir üzerinde mutlak kontrol sağlamaya çalışan İmparatorluk Askerlerini fazlasıyla geren, korkutucu bir kollektif taktikti.
Yine de bir grup düşmana karşı etkili olan bu taktiğin, gücüne akıl sır ermeyen Büyük Felaket karşısında etkili olup olmayacağı muammaydı.
Her şeyden önce Abel’in belli bir mesafeden görebildiği üzere――
Taritta: [Büyük Felaket, giderek büyüyor mu…?]
Medium: [O şeyi, kendi haline bırakamayız, değil mi!? Abel-chin, ne yapmalıyız?]
Büyük Felaketin yavaş ama emin adımlarla yayılışına tanık olan Medium ve Taritta ikilisi Abel’in vereceği kararı bekliyordu.
Aslında amaçları Yorna’nın yardımıyla İblis Şehrinden kaçıp geri çekilmekti ama Yorna’nın İblis Şehri takıntısı yüzünden bunu yerine getirmeleri mümkün olmayacaktı.
Bu durumda gidişatı Vincent’ın yapacağı şey belirleyecekti. ――Yo,
Abel: [――Ya da bundan önce, sen bu durumu değiştirebilir misin, Taritta?]
Taritta: [Ha…?]
Abel’in kendisini sorgulayışını işiten Taritta, ne diyeceğini bilemez halde, ağzı açık kalakaldı.
Ancak şaşkınlığının sebebi neden bahsedildiğini bilmeyişi değil, şu anda böyle bir şey duymayı beklemiyor oluşuydu.
Yani Abel’in neden bahsettiği hakkında bir fikri vardı.
Medium: [Bu-bunu dile getirme şeklin biraz tuhaftı, haksız mıyım? Ne demek istiyorsun?]
Abel: [Bu mesele seni ilgilendirmez. Taritta, o şeye ne dedin sen?]
Taritta: [Ne-neden bahsediyorsun…]
Abel: [――Büyük Felaket, ona böyle dedin. Bu ismi nereden duydun?]
Taritta, Abel’in baskıcı sözcükleri karşısında soluksuz kalmış durumdaydı.
İkili arasındaki etkileşim nedeniyle afallayan, gözleri faltaşı gibi açılan Medium’sa bu tabirin kendisine yabancı oluşu nedeniyle “Büyük Felaket mi…?” dedi.
Tabii bu tepkiyi vermesi doğaldı.
Asıl doğal olmayan, meçhul bir varlıkla karşı karşıya kalıp da ona “Büyük Felaket” demekti. Yalnızca varlığından haberdar olanlar, o şeye haklı olarak Büyük Felaket diyebilirdi.
Başka bir deyişle――
Abel: [Yıldızlar sana bu yıkımdan nasıl kaçılacağını öğretti mi?]
Taritta: [――Hk! Be-bekle bir saniye, ben…!]
Abel: [――――]
Taritta: [Ben…]
Diyen Taritta bir adım öne çıktı, bir elini göğsünün üzerine koydu ama sözcükler boğazında düğümlenip kaldı.
Beti benzi atmıştı, gözleri delice sağa sola kayıyordu; alışılmadık bir görünüme bürünmüştü ve onu bu halde gören Medium, “Taritta-chan!” diyerek desteğe koştu.
Fakat Taritta, onun gösterdiği merhamete karşılık verme lüksüne sahip değildi.
Belki de son ana dek gizleyebileceğine inanmıştı. Belki de sonsuza dek sessiz kalabileceğine inanmıştı.
Abel: [Ahmak.]
Ama iyi saklanmış bir sır ya da açığa çıkmamış bir gerçek söz konusu olamazdı.
Hiç değilse örtbas etmek adına bir çaba sarf edilmedikçe o sır veya gerçeğin gün yüzüne çıkacağı gün er ya da geç gelirdi. Yapılabilecek tek şey, kaçınılmazı ertelemekti.
Aslında ölüm anına dek ertelemek de mümkün olabilirdi; yani Taritta’ya kalırsa bu sırrı yaşayanların dünyasında kaldığı sürece saklayabilirdi.
Abel: [Taritta, Büyük Felaket hakkında bir şey biliyorsan, pişmanlık duyuyor musun?]
Medium: [Pişmanlık mı? Ne pişmanlığı… Abel-chin! Sen neden bahsediyorsun!? Taritta-chan neyden pişmanlık duyacak…]
Abel: [Apaçık ortada değil mi? ――Ormandayken beni tek bir okuyla öldürmemiş olmasından bahsediyorum.]
Taritta: [――――]
Afallayan Taritta’nın yüzü bembeyaz olmuş, gözlerinin feri sönmüştü.
O iki mavi gözün içine bakan Abel’se kısa bir duraksama ve iç çekişin ardından sözlerine devam etti.
Abel: [Peki bundan böyle yukarıdan gelen buyruğa uyum sağlayacak mısın, ormanın avcısı? Yo, yoksa sana şu şekilde mi hitap etmeliyim?]
Taritta: [――――]
Abel: [Büyük Felaketi önleme buyruğunu devralan, yeni Yıldız Gözlemcisi olacak kişi mi demeliyim?]
△▼△▼△▼△
Zeminden yükselen şiddetli gümbürtüler ve yankılanan uğultular dünyanın sonu için bir haykırıştı adeta.
???: [Ah, ahh, ahhh… Hk!]
Kafasını tutup da kulaklarını tıkamaya kalksa başarısız olurdu.
Bu da tek kollu olma lanetiydi. Her iki eliyle kulaklarını tıkamayı bile başaramıyor, bilincini dünyanın bu ucundan tam anlamıyla koparamıyordu.
Sağ kulağını kaldırmış olduğu omzuna bastırıp uzattığı elinin parmaklarıyla sol kulağını tıkıyor, yetersiz bir kulak tıkacıyla karşı koymaya çalışıyordu. Ama imkanı yoktu.
Yer yerinden oynuyordu. Havaya dehşet çöküyordu. Dünyanın sonu geliyordu.
Hepsi de Al'ı yiyip bitiren ve onun tüm gücünü tüketen korkunun sembolüydü.
Al: [Neden… Neden, burada… Hk!]
O ana dek olup biten tüm çaresizce olaylara lanetler okurken sesi kesiliyordu.
Elbette ki bu lanetlerin hiçbir anlamı yoktu. Neticede ortada bir lanet de yoktu. O yalnızca oyun bittikten sonra kendini teselli etmekle yetinebilen, şöyle ya da böyle olsa daha iyi olurdu diyebilen mağlup eziğin tekiydi.
Bunun olmasına hazırdı. Ya da öyle olduğuna inanıyordu.
――Fakat değildi. Buna hiçbir zaman hazır olmamıştı. Aklından bu olasılık geçtiğinde bile bunun gerçekleşmeyeceği konusunda iyimsermiş gibi davranarak gözlerini kaçırmıştı.
Natsuki Subaru ile birlikte hareket ettiği sürece böyle bir tehlikeyle karşılaşma ihtimali çok fazlaydı. Az buz değil, bir hayli fazla.
Natsuki Subaru haricinde herhangi biriyle birlikte hareket etmiş olsaydı, bu durum gerçekleşmeyecekti.
Yine de elden bir şey gelmezdi. Çünkü onu yalnız bırakamazdı. Onu yalnız bırakmasına imkan yoktu. Natsuki Subaru o zaman teslim olmamış olmalıydı.
İşte bunun sonucunda, işte bu zorunluluk yüzünden, şu anda kendisi――
???: [――Amanın, ben de bu ağlayıp sızlanan kim diye merak ediyodum, meğer senmişsin.]
Al: [――Hk!?]
???: [Kakakakka! Az önce nasıl da sıçradın ama! Tam bi tırtıl gibiydin, çok komikti, aşırı komikti lan!]
Ansızın odanın ortasında bir ses işiten Al, panik içerisinde fırlamış ve kafasını çevirmişti.
Onun fena halde hoyrat bu görüntüsüne tanık olan karşı tarafsa ellerini çırparak―― yo, ayaklarını yere vurarak bir kahkaha patlatmıştı.
Maalesef ellerini çırpmak, karşı tarafın bir daha asla yapamayacağı bir şeydi.
Çünkü――
???: [Tanrım, doksan yılı aşkın süredir benimle olan sağ elim yola bensiz devam etti. Mahvoldum. Bundan böyle nasıl tayın topu hazırlayacağım ki? Kakakakka!]
Diyen ve neşeyle kahkaha atan ihtiyar canavar―― Olbart Dunkelkenn, bileğinden aşağısını yitirdiği sağ kolunu göstererek el sallıyordu.
#Bu bölüm de çok iyiydi ya. Olbart’ın ölmemiş olduğunu gördük. Al ve Subaru ilişkisinin gizemi biraz daha derinleşti. Taritta’nın gizemiyse bir miktar çözüldü. Bu ara hikaye gerçekten çok iyi ilerliyor. Daha neler göreceğiz çok merak ediyorum doğrusu. Ama bugünlük bu kadar arkadaşlar. Şimdiden iyi yıllar diliyorum sizlere, 2023’ün ilk bölümünde tekrar görüşmek üzere!
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..