Öncesinde annesinin söylediği bir söz vardı. Bu söz belki de onun söylediği tek doğru sözdü. Tüm hayatını pembe bir yalanın içinde yaşamak için çabalayan bir kadından duyulabilecek en son şeydi belki de.
‘Planlar düşündüğün gibi ilerlediği sürece plandır, aksi takdirde başarısız olursan; seni yok oluşa götürebilecek olasılıklar dizisidir.’
Oysa bu sözleri söyleyen kadın oğlunun kitap okumaması için her şeyi yapmıştı.
Karanlık tüm gezegeni yutmuştu. Güneş yerini aya bıraktığından burnun ucunu görmek bile büyük bir başarı sayılabilirdi.
Dean aylardır yapmaktan kurtulamadığı çalılıklardan birisine saklanmış vaziyette, kendisinden yaklaşık iyi yüz metre ötede duran mezarlığı incelemekteydi.
Mezarlık onu saran sis tabakası yüzünden pek görülmüyordu. Ancak buna rağmen sisin içinde hareket eden parlak yeşil küreleri görmek sorun değildi.
‘İki yüz çift göz var. Yani yüz tane düşük seviye iskelet var. Fakat bunlar sadece girişte olanlar. Mezarlığın geri kalanında daha fazla olduğu kesin.’
Kutsal Meşe Mezarlığı, Kuzey Stesk Zindanı’ndan bir hayli uzakta bulunuyordu. Lanetli bir yer olarak biliniyordu ve sadece maceracılar tarafından ziyaret edilebilirdi. Bu, loncanın kurduğu bir kuraldan ziyade yazılı olmayan bir kural gibiydi.
Efsaneler birkaç şey söylüyordu ancak hiçbirisi dikkate almaya değecek kadar güvenilir değildi. Özellikle son zamanlarda çıkanlar.
‘Bu kadar inceleme yeterli olacak mı ki? İçeriye girmem gerekmez herhalde. Fakat, o piçi azıcık anladıysam pay vermemek için bir neden bulacaktır. En azından bir iskelet öldürüp kemiklerini götürmeliyim.’
Norlather’e o kadar az güveniyordu ki, canını ondan ziyade yoldan geçen birisine emanet edebilirdi. Yoldan geçen kişinin daha güvenilir olacağından emindi.
‘Bu yüzden içeriye girip daha fazla bilgi edinmem gerekiyor.’
Çalıların arasından gizlice ilerledi ve mezarlığa daha da yaklaştı. Mezarlığa yaklaştıkça çürümüş ceset kokusu burnuna gelmeye başladı, boğucu bir hissiyat bedenini sardı ve ürpermesine neden oldu.
‘Urk, Ölüm Aurası dedikleri şey bu olsa gerek. Düşündüğümden daha farklı ve endişe verici.’
Ölüm Aurası ölümle dolu yerlerde yükselen garip bir atmosfer türüydü. Boğucu ve karamsar bir tondu. Normal aurayı beyaz renk dersek, Ölüm Aurası siyah olurdu. Yeterince solunduğunda delirmeye bile sebep olabilirdi.
Ölüm aurası ayrıca ölümsüzlerin oluşmasında ve güçlenmesinde büyük rol oynardı.
Mezarlığa yaklaştıkça koku ve auranın kuvveti gittikçe arttı ve artık midesinin bulandırabilecek seviyeye ulaştı. Kusmamak için kendini zorlarken sisin içindeki yeşil göz kürelerinin hareketlerini inceledi. Son derece yavaş ve dengesizlerdi.
Yakınlaştığı için mezarlığı örten sisin pek bir etkisi kalmamıştı. Bu yüzden netlikle görebiliyordu; sisin içinde hareket eden iskeletleri…
Mezarlığın girişindeki kapıda büyükçe yazan silik kelimeler artık okunulamazdı. İçeride gözüken minik mezarlar ve hareket eden iskeletler kalbe garip bir korku veriyordu.
‘Yok artık!’
İskeletleri daha net görünce Dean’ın gözleri büyüdü.
‘Hepsi… bebek mi?’
Yeşil göz küreleri bir metre yükseklikte olduğundan Dean onların en azından goblin iskeletleri olabileceğini düşünmüştü. Bu yüzden onlarla karşılaşmak konusunda bir sıkıntı göremiyordu. Aksine, goblinlere karşı daha avantajlı olurdu. Bundan dolayı iskeletlerin goblin iskeleti olmasını umut etmişti.
Fakat hepsinin üst üste binmiş, vücutlarının yarısını bulunmayan insan bebekleri olacağını düşünmemişti. Hayır, aklına bile gelmemişti!
‘Hm?’
Derken kulaklarına bir ses ilişti. Çok hafif bir kadın sesi kulaklarına erişmişti. Ancak öyle kısıktı ki odaklanılmadığı sürece duyulması imkansızdı.
-Benim tatlı bebeklerim… Lütfen beni bırakmayın… Anneniz sizi çok seviyor… Lütfen onu bırakmayın… Beni bırakırsanız üzülürüm… Bizi kimse ayıramaz…
Dean kadının yumuşak bir şekilde ninni söylediği duyunca içine kurt düştü. Vücudu korkudan titremeye başladı. Ağlamamak ve sesin geldiği yöne doğru koşmamak için kendini zor tutuyordu.
Track!
Titremeye devam ederken sisin içindeki hareketlilik bir anda durakladı. Yeşil gözlerin parlaklığı gökteki ayla yarışabilecekmişçesine yüksekti. Duran yeşil gözler birden girişte bir kolonun arkasına saklanmış Dean’a döndü.
‘Has… siktir.’
Yüzlerce gözün birden ona odaklanması kelimelerle betimlenemeyecek kadar korkutucuydu. Ayrıca bu kişiler bebek iskeletleriydi. Üstelik kemiklerin üzerinde et parçaları kalmıştı, yanlış sıyrılmış bir tavuk etini andırıyorlardı. Ancak çok daha kanlı, iğrenç ve ürperticiydi.
‘Kesinlikle sabah gelmeliydim!’
Dean kararından pişman oldu. Fakat bunu düşünmekle uğraşamazdı. Kaçmalıydı. Tereddüt etmeden arkasını döndü ve kaçmaya hazırlandı.
Ama arkasını döndüğünde yüzüne sıcak bir hava vurdu. Yüzünün dibinde sarkık gözlü bir rahibe, kulaklarına varan yırtık gülümsemesiyle bekliyordu.
Gri yüzü pıhtılaşmış kan tortularıyla doluydu, yanağı bir şey tarafından parçalanmıştı. Gülümseyen dudakları bunun yüzünden çenesinden sarkıyordu. Gözleri açık kahverengiydi, parlaktı ve menfur bir hissiyat veriyordu. Gözlerinde azap çeken milyonlarca ruh görülebilirdi.
Yavrusuna bakan bir güvercin gibi ferahlatıcı bir gülümsemesi vardı.
O anda Dean’ın kalbi atmayı bıraktı.
Rahibe de bunu fark etmiş olacak ki tekrar gülümsedi ve kollarını açarak Dean’a sarıldı.
Shlak!
Fakat bunu yaptığı anda göğsünde büyük bir boşluk açıldı.
Arthfael peynir delermişçesine rahibenin kalbini deldi ve diğer taraftan çıktı.
Dean düşünmedi bile. Arthfael’i onun göğsünden çıkardı ve kadının suratına tekme savurdu. Rahibe afalladığından Dean’ın tekmesine karşılık veremedi, tekme suratına çarptı ve kafası yere düştü. Zorla tutturulmuş bir yapbozu andırırcasına deri parçaları etrafa yayıldı. Çürümüş kan her yere saçıldı.
Dean tereddüt etmeden oradan kaçtı. Arkasına bile bakmadı ya da bir şey düşünmedi. Korkudan işlevini yitirmiş beyni ve kalbi, ölümcül durumlara alışmış vücuduna kıyasla güçsüz kalmıştı.
Dean karanlıkta kaybolunca yere düşmüş rahibe çığlık atmaya başladı. Gözlüğünü düşürmüş bir öğrenci gibi eliyle yeri yokladı ve düşürdüğü ‘et’ parçalarını teker teker topladı. Deriden yoksun olan suratındaki kemikler belirgindi artık. Yeşilimsi et parçaları çürümüş kanla karışmıştı. Kaslar görünürdeydi.
Rahibe düşen et parçalarını tek tek buldu ve yüzüne yapıştırdı. Nereye yapıştırdığı önemli değildi. Çenesinde olması gereken ölü deriyi göz torbasının altına, yanağını üstüne yapıştırmıştı. Önceki çirkin ve kötücül halinden daha da beter olmuş olmasına rağmen rahibe gülümsemesini sürdürdü. Sanki o üzülürse çocukların morali bozulurmuş gibiydi.
‘Yüzünü’ topladıktan sonra yerden kalktı ve mezarlığa geri döndü. Göğsünde ki derin boşluk ise umurunda değildi.
Onun kalbindeki boşluk, mezarlığa girdiği anda hızlıca kapanmaya başladı ve çevredeki bebek iskeletler bir bir yere düşmeye başladı. Bazıları korkudan ağlamaya başladı. Bazıları ise bir banshe gibi çığlıklar atmaya başladı. Fakat korku, ölüm ve dehşet mezarlıktaki sisin ve Ölüm Aurası’nın kalınlaşmasına neden oldu.
Tıkırt!
Tıkırt!
Kemikler birbirine sürttü. Mezarlığın derinindeki bekçi kulübesinden yaşlı bir adam çıktı ve Dean’ın kaçtığı yönden baktı. Hafifçe gülümsedi ve kulübeden içeriye baktı.
Taş yatağın üzerinde parçalara ayrılmış çıplak bir kadın cesedi vardı. Kopmuş kafasındaki gözler pörtlemişti ve doğrudan adama bakıyordu. Dudakları yukarıya kıvrılmıştı, vücudunun her santimi vahşice tahribe uğramıştı; insanın kabuslar görmesine neden olacak gibiydi.
Yaşlı adam tatminkar bir oh çekti ve ona doğru gelen rahibeye baktı.
Baktığı anda rahibenin çirkin yüzü değişmeye başladı.
On saniye sonra yaşlı adamın yanına geldiğinde genç bir kız kadar güzel, yeni ölmüş bir beden kadar da tazeydi.
Yaşlı adam onu kollarına aldı ve rahibe kıyafetlerini çıkarmaya başladı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..