Uluslararası bir cezaevine yollanmıştık. Ivan'la birlikte bir yığın mahkumun arasında yolculuk ederken hakimin verdiği ceza tekrar tekrar kafamda oynuyordu: "Kesinleşmiş ceza süresi: Yedi yıl. İyi halden cezaları düşürülebilir. Bir aylık kesin mahkumiyet. Sonrasında kefaletlerinin ödenip serbest kalma bedelleri: Beş yüz bin euro."
Bir ay boyunca kesin şartla yatmak zorundayız. Sonrasında beş yüz bin euro kefalet bedeli ödenip serbest kalabilirim. Böyle bir miktarın varlığından yeni haberdar oldum.
Mahkum arabası durdu. İndirilip sırasıyla dizildik.
Gardiyanların arasında horoz olduğu belli bir gardiyan yüksek özgüvenli görünümüyle karşımızda dikildi.
"Benim adım Kniric," dedi aksanlı İngilizcesiyle. "Burada üç kural vardır: Bir: Kavga istemiyorum. İki: İçeride yaşananlar içeride kalır: Üç: Sorunlarınız umurumda değil. Anlaşıldı mı?"
Başımızı kaldırıp onunla göz göze gelmeye cesaret bile edemedik.
Aramızdan birinin hıçkırık sesini işittim. Başımı fazla kaldırmadan oraya çevirdiğimde Kniric'in ağlayana doğru yürüdüğünü gördüm.
"Çok yazık..." dedi Kniric. "Bugün ilk elenen sen olursun," dedi ağlayan adamın başını okşarken.
Kniric'e bir insanın üzerinde korku ağı kurmanın büyük bir zevk verdiği belli oluyordu.
"Ne yapıyorsun Kniric?" diye başka bir ses işittik.
Kniric hemen elini çekti ve ona seslenene baktığımızda; takım elbiseli, yeni tıraş olmuş, eli yüzü düzgün bir adam gördük.
"Mahkumların tam olup olmadığına sayıyordum müdürüm."
"Mahkumları artık güzide malikanemizle tanıştırmanın zamanı geldi," dedi müdür. "Herkes görevinin başına," dedi ve hapishaneye girip gözden kayboldu.
Gardiyanlar bizi ikişer kişilik sıra halinde içeri alıyordu. Büyük kapıdan gardiyan eşliğinde iki mahkum giriyordu ve sonrasında içerde heyecanlı, çoşkulu sesler kopuyor, iki mahkum gözden kaybolunca sıradaki iki kişi giriyor ve sesler tekrardan düğün ediyordu. Bu her seferinde tekrarlanıyor ve biz bekleyenler için bu durum daha da korkutucu oluyordu. Dönüp mahkumlara baktığımda bazılarının yüzlerinde tecrübe görüyordum. Bazılarının yüzünde ise benim yüzümdekine benzer dehşeti.
"Sonuçta sen de bir insansın," dedi Ivan. "Korkuyorsun. Biliyorum. Ama senin bilmen gereken bir şey var: Burada olmaz. Kendini toparla."
Haklıydı. Asla taviz vermemeliydim. Beni orada neyin beklediğini bilmiyordum ve hayal etmek dizlerimin bağını çözmeye yetiyordu. Yetmemeliydi. Ivan yanımda. Yalnız değilim. Olsam bile göğüs germeliyim.
Sıra bize geldiğinde vücudumu sarmalamış olan korku adım atmama izin vermedi. Gardiyan arkadan iteledi ve Ivan'la birlikte kapıdan içeri daldık. İçeri girdiğimizde solumuzda yüksek bir duvar vardı ve duvar belli bir yükseklikten sonra tel örgülü çitlerle devam ediyordu. Tel örgüye yığılan yeni dostlarımız coşkulu ıslıklarla ve çığlıklarla bizi karşılamıştı.
Hırvatça kelimeler agresif ve alaycı şekilde havada savruluyordu.
İngilizce duyumsadığım bir cümle, "Şu yavrulara bakın! Sarışın olan benim!" diye keyifle haykırdı.
"Beyaz çocuk benimdir!" dedi biri, benim için. "Sakallarını kesersek yüzünde gizlediği tüm güzelliği ortaya çıkarırız değil mi hanımlar!"
Coşkulu yüksek sesler devam etti.
Ivan'ın başı ve omuzları dik, duruşunu bozmadan ilerliyordu. Kalabalığın arasında üç tane kel ve sakalsız adamların bizle beraber yürüdüğünü gördüm. Üçü de gözlerini hiç ayırmadan bize dikmişti. Onlar bizle beraber seyahat ettikçe tüm sesler durgunlaşıyor, onların üzerimdeki yoğun baskısı artıyordu.
Önümdeki birkaç adımlık merdiveni tırmandıktan sonra küçük kapıdan geçtik; uzun, dar bir koridor önümüzde uzanıyordu. Koridorun sonunda bileklerimizdeki kelepçeler çözüldü, sola dönüp Ivan'la birlikte yürümeye devam ettik. Mavi kapının önünde üç gardiyan bizi bekliyordu. Önce Ivan'a, sonra bana beyaz yastık ve yorgan teslim edip kapıyı açtılar.
İki katlı bir koğuş.
Ivan sağa, ben sola götürüldüm. İkimiz de merdivenleri çıktık. Ben onu izlerken o benden önce demir parmaklıklarla kapanmış odanın önünde durdu. Ona baktığım sırada arkamdaki gardiyan beni copla dürtükleyince ben de durdum.
Gardiyan anahtar dolu halka anahtarlığı belinden çıkarıp kapıyı açtı. Kapı arkamdan kapatıldı. Karşımda duran zenci; uzun boylu, uzun sakallı, patlıcan burunlu, kıvırcık, ama sert saçlara sahipti.
Sağımdaki ranzaya baktım; yastığı ve yorganı nereye koyacağımı bilemedim.
"Selamun aleyküm, kardeşim," dedi Amerikan İngilizcesi olarak tahmin ettiğim aksanıyla.
Bu selamını refleks olarak aldım.
"Müslümansın!" dedi bana gülümseyerek.
"Değilim. Agnostiğim desek daha doğru olur."
Zenci biraz duraksadı. "Nerelisin?"
"En çok saat sattığınız ülke neresi?"
Irkçılık yaptığımı sanarak dik dik baktı.
Belki de farkında olmadan yapmış olabilirim.
"Türküm. Sen?"
"Senegal, kardeşim," deyip elini uzattı.
Art niyet beslediğini düşünmüyordum. Samimiyetini sahte bulmamıştım.
Elini sıktım.
"Bizde misafir her zaman iyi karşılanır. Ne tarafta yatmak istersin?"
"Kıçımı sağlama almak için üst tarafı seçiyorum," dedim. "Müslüman olman içime biraz su serpti. Ama yine de bedenimin güvende olduğunu düşünmüyorum. Gözlemlediğim üzere dinler yönelimleri pek dizginleyemiyor."
Kara yüzünde beyaz dişlerini samimiyetle göstererek güldü. Omzuma samimi amaçla dokundu.
Kaçındım.
Öğrendiğim bir şey varsa o da kendine bile güvenmemen gerektiğidir.
Yastıkla yorganı üst tarafa koydum ve çıkıp uzandım.
"Adın ne?" diye sordu
"Beautiful derler.''
İçtenlikle güldüğünü işittim. "Bu lakabı burada kesinlikle kullanmamalısın, kardeşim."
"Senin?
"Bana da Kara Melek derler," dedi. "Ama senin Kahel, demeni tercih ederim."
"Biraz erken el sıkışmış olabiliriz.''
"Olabilir.''
Tüm ışıklar söndürüldü.
Oda sessizliğe gömüldü. Yorganımı üzerime çektim.
Sabaha kadar Kahel'e olan güvensizliğimden dolayı gözlerimi bile kırpmadım.
Gözyaşlarım... anlamlı hissettiriyordu. Her zaman yalnız olduğumu düşünür, öyle hissederdim.
Yalnızlık, özgürken güzeldi.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..