Yaklaşık yarım saattir diz çöküyorduk. Etrafımızda kaslı adamlar, kollarında dövmeler vardı.
"Elinizde neler var bakalım?" dedi en kaslı olanı. Üstünde ona dar gelen bir atleti vardı. Komik bir şekilde bunu giymeyi seviyormuş gibi görünüyordu. "Hayatta kaldıysanız, güçlüsünüz demektir. Buda demek oluyor ki sizde bizim için birşeyler var."
"Örneğin şu ihtiyar adamda birşeyler vardır." dedi bir diğer çelimsiz, kel ve turuncu sakallı adam. "Evet, kesin onda birşeyler var."
"Bende birşey yok, bırakın beni!" dedi Albay.
"Albay'da birşey yok. Onun bir suçu yok. Neden hırpalıyorsunuz?" diye bir soru yönelttim. Buna sinirlendikleri belliydi. En kaslı adam bana sağlam bir yumruk geçirip konuştu, yere serilmiştim.
"Çeneni kapasan iyi edersin Murphy." dedi. Adımızı nereden biliyordu?
"Sen, adımı nereden biliyorsun?" dedim ona doğrularak. Bana vurduğu sırada ablam kalkmak istemişti fakat şişman olan deri montlu adam izin vermemişti.
"Adınız, çok güzel. Fakat safsınız. Arkanıza bakmayı akıl bile edemediniz. Douglas, sana neden Albay diyorlar?"
Bu sözü duyduktan sonra sinirlerim tepeme fırlamıştı. O kadar sinirliydim ki, boğazıma birşey takılmış gibiydi. Konuşamıyordum.
"Bak, Bill bırak onları gitsinler." dedi en kaslı adama. "Bunlar masum çocuklar."
"Masum mu?" dedi şişman adam. Gülmeye başladı. "Kimse masum değildir."
Çelimsiz adam yanıma yaklaşıp; "Hırkan güzelmiş, artık benim." dedi ve hırkamı zorla çıkartıp yanındaki kendisinden büyük çantaya koydu.
"Patron için bu kadarı yeter şimdilik. Hadi gidiyoruz." dedi en kaslı adam. "Ama Douglas da bizimle geliyor!"
Albay'ı da yanlarına almışlardı. Ablam Jessica ve ben itiraz etmemiştik. Albay yüzünden peşimizdelerdi. İtiraz etmek yanlış olurdu zaten.
Herşeyimizi alıp dışarıdaki arabalarına bindiler. İkimiz de dışardan onları izliyorduk. Arabanın arkasındaki haç dikkatimi çekmişti. Beyazdı, parlıyordu. Donup oracıkta kalmıştım. Şaşkın, aynı zamanda üzgündüm.
"Ne oldu?" dedi ablam Jessica.
"Sadece insanları kaybetmekten yoruldum." dedim.
"Bu ilk defa başımıza gelmiyor. Alıştık artık." dedi ablam.
"Hayır alışmadık. Alışmayacağız." dedim.
İkimizde içeri girerken elli metre öteden birkaç yürüyen geliyordu. Aldırmadım. Moralim alt-üst olmuştu. İkimizde mutfağa girdikten sonra elimizde sadece köpek maması kaldığını gördük. Moral bozucuydu. Ablamın kısa kollu tişörtüne baktım. Kolları çiziklerle doluydu. Ama buna aldırış etmiyordu. Ben de pek farklı değildim. O adam hırkamı çaldığından rahatça yaralarımı görebiliyordum. Avuç içlerim kirle doluydu. Ablam benim vücudumdaki yaraları görünce sessiz kalamamıştı;
"Kollarına ne olmuş, Murphy? Yıpranmışsın." dedi ablam kollarındaki çizikleri kaparken. Kollarımı kontrol ediyordu. Her yerimi didik didik aramıştı. "Tamam, iyiysin. Önemli bir şey yok."
"Bunu neden önemsiyorsun ki?" dedim. "Artık önemli olan yaralar, vücudumuzdakiler değil."
Sohbetimizin arasına giren birkaç yürüyen sesi olmuştu. Mutfağın camından gizlice dışarı bakmıştım. Geçip gidiyorlardı. Aldırmıyorduk. Heyecanlanmıyorduk. Kalbimiz yerinden çıkacak gibi olmuyordu.
"Eski hayatı özledim." dedim. "Bu virüsten öncesi, daha güzeldi."
"Bence, böyle daha güzel." dedi ablam. "Tek kötü yanı sevdiklerini kaybetmek."
Yürüyen sesleri kesilmişti. Fakat bunu ikimiz de dile getirmedik. Bunu, istemedik belkide...
"Hadi, ikimiz de uyuyalım. Yarın yeni bir gün olacak." dedi ablam. "Hiçbirşeyimiz olmadığı için nöbete gerek yok."
O bunları dile getirdiği anda gün doğmaya başlamıştı. Galiba yeni güne başlamıştık bile.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..