ÇEVİRMEN:SNBURAK
EDİTÖR:BLACKLOTUS
“Ah… B-Biri, b-beni kurtarsın…”
Eun Ji-Min, bir şekilde kurumuş sesini bastırmayı başardı ve birkaç adım geri attı.
Hayır, denediği buydu.
Ancak ayakları hareket etmek istemiyordu. Sanki ayak bileklerine ağır demir külçeler yapışmış gibiydi. Gözyaşları yüzünden aşağı akmaya başladığında orada donup kalmıştı.
Bu sırada adam çevresini taradı.
Kız hareket edecek gibi görünmediğinden onu şu anda burada bırakmayı düşünüyordu. Etrafta kimse olmadığı için ne kadar şanslıydı. Ayrıca bunun gibi tenha bir ara sokağa kurulu bir güvenlik kamerası da olmayacaktı.
‘Bu mahalleyi bu yüzden seviyorum.’
Adam kötü bir sırıtma oluşturdu ve bıçağı Eun Ji-Min’in karnına hedef aldı.
Ama sonra karanlıktan bir el fırladı ve bıçağı kaptı.
“Ha??”
Adam başını kaldırdı, ancak orada duran tuhaf bir genç gördü. Kapüşonundan dolayı sadece serserinin çenesi görülüyordu. Ama oldukça mükemmel bir fiziğe sahipti.
‘Eldiven… Falan mı giyiyor?’
Bıçağı kavrayan elden bir damla kan damlamadı.
“Sen de kimsin?!”
Seri katil, bıçağı birkaç kez çekmeye çalıştı, ancak bir santim bile kıpırdamayacağını anladıktan sonra bıçağı hızla bıraktı ve arkasına döndü. O hızla olay yerinden kaçtı.
“Ne tuhaf bir orospu çocuğu…”
Seri katil birkaç kez arkasına baktı ve tuhaf gencin onu takip ettiğini, etrafındayken sürekli çevreyi taradığını gördü.
‘Bu piçin nesi var...?’
Seri katil yönünü değiştirdi ve genci, terkedilmiş boş bir arsaya, o kadını ilk başta sürüklemek istediği yere götürdü. Eğer o serseri elini bir şeyle koruyorsa başka bir yerde ona saldırmak iyi olurdu.
Hedefe vardığında seri katil yavaşladı ve o zamana kadar ona ayak uyduran tuhaf serseriye olan mesafesini kademeli olarak kısalttı. Boşlukları birkaç adım kadar kapandığında…
“Hey serseri, kim olduğunu sanıyorsun?”
Seri katil döndü ve ceketinin altına sakladığı bir bıçakla genci göğsünden bıçakladı.
“Sana kolay lokma gibi mi görünüyorum?! Ha?”
Çat!
Bıçağı, gencin göğsüne iten el sertçe salladı.
‘…Bu kadar zor ne olabilir ki?!’
Bıçağa dayanıklı yelek mi? Yoksa gömleğinin altında başka bir şey mi var?
Seri katil hızla bir soru sordu.
“Ne oluyor?! Giysilerinin altına bir şey mi giyiyorsun?”
Bu adam sihirli enerjiyi hissedebilseydi bu kadar aptalca bir soru sormazdı. Ne yazık ki seri katil, rakibi o ikinci gizli saldırıdan sonra misilleme yapmaya çalışmasa bile, ‘Avcı’ kelimesini bir şekilde düşünmekte başarısız oldu. Bunun yerine kapüşonun altından sessiz bir ses sızdı.
“Bir şeyi merak ediyorum.”
Ses doğal olarak Jin-Woo'ya aitti. Seri katilin mutfak bıçağını yere attı.
“Bunu neden yapıyorsun?”
“Sorun ne? Beni ıslah etmek falan mı istiyorsun?”
“Hayır. Sadece bir sebebin olup olmadığını merak ediyorum. Bu kadar.”
Seri katil alaycı bir şekilde homurdandı. O kadını kurtarmak için birden ortaya çıkan serseri ve onu buraya kadar takip ederek adalet elçisi kılığına girmiş tuhaf bir insana baktığını düşündü. Ama şimdi…
‘Bu çocuk tam bir salak, değil mi?’
Ya da belki, bu serseri onunla aynı tipte bir deli miydi?
Seri katil, gevezelik yeteneğini kullanırsa buradan zarar görmeden kurtulabileceğini düşündü, bu yüzden gence gönül rahatlığıyla güldü.
“Bir sebep, öyle mi? Pekâlâ, eğer gerçekten bir tane düşünürsem... Eğlenceli diye?”
“Eğlenceli?”
“Nedense ne zaman benden daha zayıf birini görsem ona eziyet etmek istiyorum…”
…Biri
Seri katil söylemek istediği şeyi bitiremedi. Yerine….
“Uwaaaahk?! Uwahk!!”
Bunun yerine, sol ayak bileğinin tendonunun kesildiği yeri tutarak yere düştü. Başını kaldırdığında Jin-Woo'nun mutfak bıçağını o daha farkına varmadan tuttuğunu fark etti.
‘Ama bunu bir kenara atmadı mı? Ne zaman…?’
Tam o sırada Jin-Woo’nun şekli tekrar bulanıklaştı.
“Uwaaahk?!”
Bu sefer sağ bileğiydi. Seri katil acı içinde yerde yuvarlandı. Bu arada Jin-Woo, tendonları ikiye bölünerek hiçbir yere gidemeyen seri katilin ceplerini karıştırdı. Kısa süre sonra katilin cep telefonunu ve cüzdanını buldu.
“Sen, sen!! Sen kimsin, seni orospu çocuğu?!”
Jin-Woo, zehir kusan seri katili görmezden geldi ve ambulans çağırmak için sakin bir şekilde 119'u aradı. Daha sonra bakmak için cüzdandan kimlik kartını çıkardı.
Sonra, telefonu ve cüzdanı titreyen seri katilin ellerine geri koydu ve sessizce mırıldandı.
“Yarın gece yarısından önce kendini polise teslim ol.”
“Ne?!”
“…Nefes almaya devam etmek istiyorsan, yani.”
Söylemek istediği her şeyi söyledi.
Jin-Woo noktadan kalktı ve o askere emir vermeden önce Gölge Askerlerinden birini seri katilin gölgesinin içine soktu.
‘Bir Yüce Ork’un gölgesinin ne kadar sabırlı olabileceğini bilmiyorum, ama…’
Bu asker, belirlenen zamana kadar sabırla beklemek konusunda iyi olmayabilirdi, ancak emrin bir sonraki bölümünü gerçekleştirmek Yüce Orkların uzmanlık alanı olmalıydı.
“Hayatta kalmanı tercih ederim.”
Katil, hayatının geri kalanında günahlarından tövbe edecekse hayatta olmalıydı.
“S-Sen… Kimsin?”
Jin-Woo, boş arsada seri katili acı ve korkudan titreyerek bıraktı. Uzaktan bir ambulansın sirenlerini duyabiliyordu.
Yeterince uzak bir yere yürüdü ve yakınlarda kimsenin olmadığını doğruladıktan sonra kapüşonunu geri çekti.
“…Ohh.”
Seri katili fark ettikten sonra Gölge Asker tarafından gönderilen sinyal sayesinde Jin-Woo tam zamanında gelebilmişti.
‘Gölge Takası’.
Bu yetenek, onu daha çok kullandıkça son derece kullanışlı olduğunu kanıtlıyordu.
‘Boşuna en yüksek seviyeli Runik Taş değil, değil mi?’
Jin-Woo, son birkaç günde Gölge Takası’nın büyüklüğünü bir kez daha tecrübe etmesi gerektiği için memnun bir gülümseme oluşturdu. Yetenek seviyesi, soğuma süresini yeterince azaltacak kadar yükseldiğinde bu becerinin ne kadar faydalı olacağını hayal bile edemedi.
Ve böylece, eve yürümeye devam ederken…
‘Mm?’
Ayın gece gökyüzünün ortasında olduğunu görmek için aniden başını kaldırdı.
‘Şimdi düşünüyorum da… Yarın.’
Kore-Japonya, saldırı ekibinin baskını. Artık gelmişti.
Ekip bile değildi ama kalbi beklentiyle bu kadar çarpıyordu. Peki, katılan üyeler şu anda ne hissediyordu?
Jin-Woo, tanıştığı baskın üyelerinin yüzlerini hatırladı ve görevdeki başarılarının yanı sıra güvenlikleri için dua etti.
***
Gece geç saatlerde.
Goto Ryuji hala Japon Avcıları Birliği’nin judo salonundaydı.
Önünde iki adam ve arkasında biri. Çevresinde S-Seviyeli Avcılar vardı, görünüşe göre kendisiyle aynı seviyeyeydi. Goto Ryuji derin bir nefes aldı ve tam gözlerini açarken…
“Ta-ha-aht!!”
Sıralarını bekleyen Avcılar, aynı anda ona güçlü bir şekilde saldırdılar. Ancak…
Çat!
Düşenler saldıran üç Avcı idi.
“Bu harikaydı!”
“Goto-san'dan beklendiği gibi!”
“Yeteneklerinizi kimse ölçemez, efendim.”
Judo salonunun ahşap zemininde yatan üç Avcı kendilerini silkeledi ve ayağa kalktı. Bu ancak Goto Ryuji gücünü geri tuttuğu için mümkündü. Hiçbir şey söylemeden hepsinin iyi bir iş çıkardığını ima etmek için başını hafifçe eğdi.
‘Beklendiği gibi, fiziksel durumumla ilgili bir sorun yok.’
Hayır, kendini dürüstçe değerlendirecekse şu anda en iyi durumdaydı. Sadece Güney Kore'yi nasıl yutacağını hayal ederek durumu kendi kendine daha iyi hale geliyormuş gibi gelmişti.
Peki, nasıl olur da…?
Goto Ryuji, o günün hatıraları hala aklındayken üç Avcı'nın gittiği boş judo salonuna bakmaya devam etti.
Seong Jin-Woo.
Neydi o?
‘……’
O günü ne kadar düşünürse o kadar acı hissetti. Ancak kısa süre sonra Goto Ryuji başını salladı.
‘Artık önemi yok.’
Her şeyden bağımsız olarak Seong Jin-Woo bu baskına katılmıyordu. Ve Birlik Başkanı'nın planı herhangi bir aksilik olmadan uygulanacaktı.
Güney Kore, S-Seviyeli Avcılarının neredeyse tamamını kaybettiğinde liderliği doğal olarak Japonların eline geçecekti. O zamana Korelilerden uygun tazminat talep eden Japon vatandaşlarının şikâyetleri, bunun yerine coşkulu tezahüratlara dönüşecekti.
Bu olduğunda…
‘Seong Jin-Woo tek başına ne yapabilir?’
Seong Jin-Woo'nun gerçekten güçlü bir Avcı olup olmaması ya da Goto Ryuji’nin anlık yanılsamasıyla bu şekilde karşılaşması önemli değildi, gerçek şu ki yarınki baskına katılmaması Japonya'nın daha yararınaydı.
Artık onu rahatsız edecek hiçbir şey kalmamıştı. Belirleyici an yarın gelecekti.
Hala soğuk ay ışığındaki bu judo salonunun içinde Goto Ryuji kendine sessiz bir gülümseme oluşturdu.
***
“Sizin sorumluluğunuzda olacağız!”
Bir televizyon kanalının genel müdürü, yalnız kameramana başını eğdi. Böyle bir şey hiç duyulmamıştı. Ancak müdürün karşısındaki kameraman sıradan bir adam değildi. Aktif bir Avcıydı ve A-Seviyeli lisansa sahip olmaktan gurur duyuyordu.
“İstasyonumun geleceği bu baskına bağlı.”
Özel yayın haklarını kazanmak için müdür, istasyonun toplam yıllık bütçesinin yarısından fazlasını harcamak zorunda kalmıştı. Çok fazla rekabet eden teklif vardı ve bu yüzden her şeyini vermek zorunda kalmıştı.
Ama yine de bu kadar cesur bir iş kararı vermesinin zorlayıcı bir nedeni vardı.
Dünya çapında pek çok S-Seviyeli Kapı açılmıyordu. Biri açıldığında bile orada olanların görüntülerini yakalamak için kayıt cihazını içeri almak hala imkânsızdı.
Başka bir deyişle, bu, sıradan vatandaşlar için devam eden gerçek bir S-Seviyeli baskına tanık olmak için tek fırsat olacaktı. Başka bir yerde açılan S-Seviyeli Kapı olmadığı sürece, öyleydi.
Üstelik bu yayın bir kayıt değil, canlı olarak gösteriliyordu. Elbette, canlı yayında on dakikalık bir gecikme olacaktı.
Reyting ne kadar yüksek olabilirdi?
Yüzde 70 mi? 80?
Genel müdür, görüntüleri diğer ülkelerdeki televizyon ağlarına satmaktan elde edilebilecek tüm potansiyel kar marjını yeniden düşündüğünde kanalın bütçesinin yarısını bu girişime yatırmaktan artık pişmanlık duymuyordu.
‘…Baskın başarısızlıkla sonuçlanmadığı sürece!’
Aslında, dışarıdaki aklı başında hiçbir izleyici, en yüksek seviyeli Avcıların baskın sırasında canavarlar tarafından yutulmasını izlemek istemezdi. Hayır, izlemek isteyen olsa bile bu tür görüntülerin halka yayınlanmasına izin veremezdi.
Yani, müdür dördüncü boyun eğdirme operasyonunun başarısı için sahip olduğu her şeyi riske atmıştı.
Bunu göz önünde bulundurursak çok önemli görüntüleri yakalamakla görevli kameramana birkaç kez başını eğmek gerçekten de hiçbir şeydi.
Kameraman dilerse müdür yerde secde etmeye bile hazırdı.
“Lütfen çok fazla endişelenmeyin, müdürüm.”
Kameraman titreyen genel müdürü sakinleştirmek için elinden geleni yaptı.
Avcı olmadan önce bile kameraman olarak para kazanmıştı. Ve bu işi üstlenmeyi kabul ettikten sonra kamerayı kullanma becerilerini daha da iyi çalışıp geliştirmişti.
Açıkçası kendi adına aptalca bir hatayla tüm ulusun izleyeceği yayını bozmak istemiyordu. Elbette, karşılığında da oldukça büyük bir ödül alacaktı.
‘Sonuçta, bana yayından elde edilen kârın bir kısmını verecek.’
Kameraman, A-Seviyeli Avcı olmaktan zaten çok şey kazanmıştı ancak teklif edilen miktar o kadar yüksekti ki onu gerçekten heyecanlandırmıştı.
Operasyon başarıyla sonuçlanırsa muazzam miktarda para ve şöhret kazanabilirdi, belki de baskına katılan S-Seviyeli Avcıları kadar.
Güney Kore'deki en ünlü A-Seviyeli Avcı olamaz mıydı?
Gelecekle ilgili her türlü harika düşüncesi kafasında yeşerirken kameramanın yüzünde bir gülümseme oluştu.
“Bu arada Birlik Başkanı Goh Gun-Hui'nin bu baskını filme alma iznini vermesine şaşırdım. Demek istediğim, bu dik kafalı adam buna sadece para uğruna izin vermez, bu yüzden…”
Kanalın müdürü kameramanın şaşkın sorusuna başını salladı.
“Ödediğimiz ücretin bugün katılan tüm Avcılar arasında eşit olarak paylaştırılacağını söyledi.”
“Ah? Bu durumda, neden…?”
Baskının çekilmesine neden izin vermişti?
Yönetmen dikkatli bir şekilde tahminini dile getirdi.
“Sanırım… Sanırım, belki de vatandaşların kalbini teselli etmek istiyor.”
Kore Avcıları Birliği, karınca canavarların elindeki acı mağlubiyet hapını üç kez yutmak zorunda kalmıştı. Sürekli başarısızlık nedeniyle Birlik büyük kayıplar vermek zorunda kalmıştı ve bu da halkın güvenini kaybetmesine neden olmuştu. Bu arada, bu karınca canavarların yenilmez olduğu düşüncesi yüreklerinde kök saldıkça vatandaşlar kendilerini giderek güçsüz hissetmişti.
Ulusun atmosferi bu şekildeyken birdenbire tüm bunları tersine çevirme şansı kucağına düşmüştü.
‘İnternet forumlarına hızlıca göz atarak halkın nasıl tepki verdiğini anlayabilirsin.’
Birlik Başkanı bundan bir adım öteye gitmek istemişti. Zafer anını yakalamak ve bunu vatandaşlara canlı olarak yayınlamak istemişti.
Başarısız olmama konusundaki acımasız ve belki de umutsuz kararlılığı bu karardan parıldamıştı.
Kameraman, genel müdürün açıklamasını duyduktan sonra başını salladı. Yüzünde kararlı bir ifade ile ayağa kalkmadan önce kol saatine baktı.
“Zamanı geldi. Ben gideyim, efendim.”
Genel müdür bir kez daha kameramana eğildi.
“Her şeyi sana bırakıyoruz, Avcı-nim!!”
***
Dönen pervaneler başlarının üzerinde sağır edici sesler çıkarırken Avcılar helikoptere binmeye başladı.
“…”
“…”
Sürekli gülümseyen Mah Dong-Wook, her zaman kendine güvenen Choi Jong-In ve hatta pozitif kişiliğiyle ünlü Baek Yun-Ho'nun hepsi kasvetli ifadeler taşıyordu.
Kameraman kayıt cihazını son kez kontrol etti. Kameranın kendisi kafanın etrafına takılacak şekilde tasarlanmıştı, bu nedenle hareketine fazla etki etmemeliydi.
‘Kamera hantal olsaydı ve hareket etmeyi imkânsız hale getirseydi gelmeyi kabul etmezdim.’
Helikopterlerinin gittiği yer, belki de tüm Güney Kore'deki en tehlikeli yerdi – hayır, belki de dünyadaki en tehlikeli yerdi. Gidecekleri yeri düşünen kameraman, sadece gerginlikle tükürüğünü yutabildi.
Sakin kalmaya ne kadar uğraşırsa uğraşsın kalbinde yavaşça oluşan gerginlik konusunda yapabileceği hiçbir şey yoktu. S-Seviyeli Avcılar için de aynısı geçerliydi.
Havadaki gerilimi gidermek için Baek Yun-Ho, en yakın olduğu ‘dongsaeng’ ile konuşmaya başladı.
“Hey, Byung-Gu. Bugün buraya gelmeni gerçekten beklemiyordum.”
Min Byung-Gu karşılık olarak sırıttı.
“Seni iyileştirmezsen bugün ilk ölecek kişi olacağını düşündüm. Her gördüğünde bir canavara atlıyorsun ya.”
“Ne oluyor be? Neden böyle konuşuyorsun? Ne zaman canavarlara ‘atladım’??”
Diğer Avcılar, iki adamın sohbetini duyduktan sonra kıkırdamaya başladı.
Min Byung-Gu, Güney Kore'deki tek S-Seviyeli Şifacı idi. Baskın ekibinin tüm üyeleri büyük bir rahatlama yaşadı ve özellikle bu operasyona katılmak için emekliliği bıraktığını duymaktan büyük mutluluk duydu.
Baskında bir Şifacı olup olmaması arasında büyük bir fark vardı. Ne de olsa, bir tane Şifacı olduğu zaman incinme endişesi olmadan daha çok savaşabilirlerdi.
Baek Yun-Ho ve Min Byung-Gu’nun konuşmasıyla gergin atmosfer donup gerginleşirken Cha Hae-In sessizce bir soru sordu.
“Başkan Baek. Acaba bugün buraya gelmeden önce Bay Seong Jin-Woo ile konuştun mu?”
“Bay Seong Jin-Woo?”
“Evet.”
Baek Yun-Ho başını iki yana salladı.
“Hayır, konuşmadım. Neden soruyorsun?”
“Ah… Önemli bir şey değil. Sanırım bir hata yaptım.”
O anda.
Mah Dong-Wook neşeli bir kahkaha attı.
“Hahah. Görünüşe göre sonunda başlıyor.”
Mevcut Avcıların bakışları onun işaret ettiği yönü takip etti. Helikopterin penceresinden canavarlar diyarı haline gelen karanlık adayı görebiliyorlardı
BL: Bugünlük bölümümüzü burada bırakıyoruz. Yarın neler olacağını neler yaşanacağını göreceğiz. Yarın yeni bölümde görüşmek üzere. Beğenmeyi ve yorum atmayı unutmayın. İyi okumalar.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..