Aklında binlerce düşünce vardı Cain’in. Diğerlerinden çok sonra doğduğu için herkes gruplaşmıştı. Ayrıca Kılıç Uzmanı seviyesine ulaşana kadar burada kalmak zorundaydı. Doğduğu andan beri bir kuş gibi bu kafese kapatılmıştı.
Aslında bir kuştan bile beterdi. Bir kuşun onu seven sahipleri ya da ailesi vardı. Fakat Cain annesinin yüzü ve abisinin ismi dışında hiçbir şeylerini bilmiyordu. Doğduğu andan beri bir kez bile ziyaretine gelmemişlerdi.
O yüzden Cain eğitimi dışında kendine bir hizip oluşturmakla da görevliydi. Her ne kadar hiçbir zaman bu savaşa katılmak istememiş olsa da çoktan defalarca kez ölümle burun buruna gelmişti. İleride buradan çıkacaktı. Kara Kılıç Kalesi gibi bir kalkanı olmayacağından herkesle tek başına savaşması gerekecekti.
Bunu yapamazdı.
O en güçlü olana kadar ona destek olacak birilerine ihtiyaç duyuyordu.
“Her ne kadar tarafsız kalmak istiyor olsanız da bunu yapmanız mümkün olmayacak. Ashborne ailesi en sonunda bir iç savaşa sürüklenecek. Abilerim ve ablalarım çok açgözlüler. Yeni reise karar vermek kolay olmayacak.”
“Biliyorum. Cevabımızı o zaman vereceğiz.”
Cain acı acı güldü, Constantine bir şeyi unutmuşa benziyordu.
“Benden önce buraya gelenler olduğundan bahsetmiştiniz. Kara Kılıç Tugayı her ne kadar üç büyük Kara Şövalye biriminden biri olsa da şu anda bir kaleye hapsolmuş durumdasınız. Ne nüfuzunuz ne de siyasi arena da dostunuz var. İzole edilmişsiniz ve dış dünyaya benim kadar yabancısınız - savaştan uzak tutularak askeri başarı elde etmeniz engelleniyor… Neden? Birileri sizi bir tehdit olarak görüyor.”
Kara Kılıç Tugayı emri altında üç bin Kara Şövalye bulunduruyordu. Tüm Kutsal İttifak içerisindeki en güçlü şövalye tugayları arasındaydı. Savaşta yaratacakları katliamın haddi hesabı yoktu. İyi bir komutanın öncülük ettiği Kara Kılıç Tugayı yüz bin kişiye bedeldi.
Ashborne Ailesi’nin topraklarını koruyan ordunun asker sayısı üç yüz bindi. Bunlar arasında doğrudan Kutsal İttifak’a bağlı olan garnizon ve kolordular görmezden geliniyordu. Kısaca Ashborne Ailesi tek başına bir ülkeyle kıyaslanabilirdi.
Kutsal İttifak altındaki krallıkların orduları yüz binle sınırlandırılmıştı. Ayrıca bu asker sayısının çok az bir kısmını krallıklarında bulundurma imkanları vardı. Çoğu savaş için sınırlara gönderilmişti. Ashborne Ailesi’nin toprakları bir ülkeyle kıyaslanamasa da hâlâ devasaydı.
Özellikle denize kıyısı olan bir bölge oldukları için fethedilen adaları kendi himayelerine alabiliyorlardı. Üç yüz bin kişilik bir orduya sahip olmaları sayesinde onlara sataşabilen çok az kişi vardı. Ve bu ordunun en önemli gücü on beş bin kişilik olan Kara Şövalye Birliği’ydi.
Her bir askerinin Kılıç Uzmanı seviyesinde olduğu bu ordu Ashborne Ailesi’nin asıl gücüydü.
İşte Kara Kılıç Tugayı yedi Kara Şövalye Tugayı arasındaki en iyi üç tugay arasında giriyordu. Ve aktif olarak görev almamalarına rağmen bu şekildeydi.
Constantine sessizce dinlemeye devam ederken bir yandan da şarabını yudumluyordu. Farkında olmadan üç kadeh bitirmişti bile.
“Kardeşlerim benden daha şanslı doğdular. Bir yerde güvenebilecekleri anneleri, dayıları ve hatta aileleri var. Daha önce doğduklarından benim gibi tehdit altında değillerdi. Gelişmeleri için ortam hazırdı ve savaşı başlatana kadar huzur doluydular. Ancak ben öyle değilim. Doğduğum andan itibaren çatışmanın ortasındayım. Ne bir desteğim ne de bir ailem var. Tek başımayım. Tıpkı sizin gibi…”
Constantine kadehindeki son şarap damlasını da bitirdikten sonra kadehini masaya koyup yenisini doldurmaya kalktı. Fakat içindeki şarap bitmişti. Farkında olmadan hepsini bitirdiğini fark etti. Derin bir nefes aldı, nedense gerilmişti.
Savaş alanında yıllarını geçirmiş bir veterandı. Fakat nedense çocuğun söyledikleri zihnindeki endişeleri tekrardan ortaya çıkarmıştı. Garip bir sesi vardı. Hiç liderlik eğitimi almamış olmasına rağmen hitabet sanatında kendini geliştirmişti.
Constantine karşısındaki çocuğa baktı. Ondan önce gelen altısı yanında şövalyeleri ya da hediyeleriyle gelmişti. Hediyesiz ve tek başına gelen tek kişi Cain’di. Üstelik sadece sekiz yaşındaydı. Yanında bir desteği olmadığına göre de kararları kendisi veriyordu.
Diğer varisler gibi ona danışmanlık yapacak kahyaları bulunmuyordu.
Buna rağmen söylediklerinde haklıydı. Ortada tek bir koltuk vardı. Birden fazla kişi o koltuğa oturamazdı. Fakat ne yazık ki koltuğa oturmak isteyenlerin sayısı hiç de az değildi. Bir savaş çıkması kaçınılmazdı.
“Dediklerinizi yalanlayamam, Genç Efendi. Her kelimeniz de haklısınız. Ancak bir şeyi yanlış anladınız. Biz bir orduyuz. Üç bin kişiden oluşan bir ordu hem de. Kimin tarafını seçtiğimize dikkat edersek eninde sonunda istediğimiz şeye ulaşacağız.”
Constantine Cain’in düşündüklerini biliyordu. Zira ondan önce gelenler de aynı şeyi söylemişti. Bir taraf seçmek zorunda olduklarını… Fakat Constantine herhangi bir tarafa yaklaşmayı reddediyordu. Tarafsızlık politikasını sonuna kadar sürdürecekti.
“Şu anda taraflar arasındaki denge bozuluyor. Etraftan aldığım duyumlara göre Vladimir ve Valentine arasındaki savaş sadece siyasi arena da değil, ordu arasında da kutuplaşmalara yol açmış. Aile reisi bu savaşı umursamamaya devam ederse eninde sonunda iç savaş başlayacak. Aklınızdaki plan o zamana kadar tarafsızlığını korumak ve kazanmaya en yakın olana destek olmak değil mi?”
Böylece sadece kazanan kişinin tarafında olacaklardı. Herhangi bir zarara uğramayacaklardı ve en yüksek kârı elde edeceklerdi. Constantine şaşırmadan edemedi. Sekiz yaşındaki bir çocuğun düşüncelerini anlamış olmasına inanamıyordu.
Haklıydı. Constantine bu savaşta bir taraf seçmek zorunda olduğunu biliyordu. Taraf seçmeme gibi bir imkanı yoktu. Sonuçta savaş tüm herkesi etkileyecekti. Yeni reisi desteklemezse ona karşı çıkanlarla aynı muameleyi göreceği bir gerçekti.
Bu yüzden son noktaya kadar taraf seçmeyecekti.
Constantine bir şey söylemedi.
“Siz bir askersiniz.”
Cain masanın üzerinden kendine bir kadeh aldı ve kendisine şarap doldurdu. Alkolle arası iyiydi. Çok fazla düşündüğü ve kabus gördüğü için alkol içmeye çok küçükken başlamıştı. Kırmızı şarabı yudumlarken iğneleyici bir gülümseme belirdi suratında.
“Her ne kadar yönetim kabiliyetiniz olsa da bir şeyleri yanlış anlamışa benziyorsunuz. Fakat anlaşılabilir. Sonuçta bir askersiniz. İnsan doğasını iyi anlayamıyor olmanız sizin suçunuz değil.”
Sık yapılan bir hataydı. İnsanlar her zaman davranışların arkasındaki güdüleri okumaya ve öngörülebilirliği kullanmayı denerdi. Politika da zaman geçirmiş herkesin yaptığı bir şeydi. Tabii bir asker olan Constantine’in bunu bilmemesi normaldi.
Ne kadar öngörülebilir olduğunu bilmek deneyim gerektirirdi.
Çok acı bir deneyim.
“Ne demek istiyorsunuz?”
Cain gülümsedi.
“Herkesin sizin ne yapmak istediğinizi bildiğine eminim.”
“Yani?”
“Ah…”
Cain iç çekti. Çok yetenekli ve zeki birisi olsa da Constantine’in bir sorunu vardı. Hayatı boyunca yalnızca strateji ve taktik yapmış olmasıydı. Hiçbir zaman daha uzun süreli olan politikalar ile uğraşmamıştı.
“Gün sonunda herkes bu oyunun oyuncusudur. Siz de bir oyuncusunuz. Ancak diğer oyuncularla aranızda bir fark var. Herkesin ayağına basarak kendinizi izole ettiniz. Bir tarafa yakınlık göstermediğiniz için herkes tarafından dışlandınız.”
“Herkes bizi kendi tarafına çekmek istiyor…” Constantine araya girdi.
“Bu öyle bir dışlanma değil. Sizi kendi tarafına çektikten sonra ortadan kaldırmayı amaçlayan kişiler sizinle sahte ittifaklar kurmaya çalışacaklardır. Siz, benden öncekilerin ayağına basarak oyun başlamadan elendiniz.” Ağzı kuruduğu için şarabından bir yudum aldı, alaylı bir şekilde devam etti. “Hâlâ önemli bir etkensiniz ancak güvenilmezsiniz. Şahsen aile reisi olsaydım bana sorun çıkarma ihtimali olan herkesi ortadan kaldırırdım. Tıpkı babamın ve ondan öncekilerin yaptıkları gibi…”
Bam!
Constantine hışımla ayağa kalktı. Göğsü inip kalkıyordu, sükunet dolu ifadesi yerini öfkeye bırakmıştı.
“Genç Efendi!”
Cain istifini bozmadan devam etti.
“Masadaki ana taşlardan biri olma ihtimalini kaybettiniz. Şu anda bir piyonsunuz. Kullanıldıktan sonra atılacak bir piyon… Kendinize güvenmeniz çok hoş fakat insanların öfkesini hafife almayın. Herkesi kızdırdığınız için tek başınasınız. Maalesef yılana sarılmaktan başka çareniz yok.”
Kibrinden dolayı gerçekleri fark etmemişti. Kara Kılıç Tugayı şanlı geçmişinin etkisindeydi. Dokunulmaz olduklarını sanıyordu fakat durum göründüğünden çok farklıydı. Önemli bir etken oldukları gerçekti. Ordu kanadındaki güç dengesini tamamen değiştirme kapasitesine sahiplerdi.
Fakat bu veraset savaşı süresince geçerliydi. Savaş bittikten sonra Kara Kılıç Tugayı’nın bir değeri kalmayacaktı. Diğerleri tarafından dışlanacaktı. Son anda taraf seçenler masa da her zaman en değersiz olanlar olmuştu.
Cain korkusuzca Constantine’nin öfkeden kararmış suratına baktı. Bu Constantine’in kendine gelmesini sağlamıştı. Adam derin nefesler alarak yerine oturdu. Sadakat olayının bu kadar sorun çıkaracağını düşünmemişti.
“Şimdi beni dinlemeye hazır mısınız?”
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..