Dün gece tüm katedrali ayağa kaldıran ve herkesi
endişelendiren olayın kötü bir şey olmadan kapanmasına şükrediyordu.
Sivina’nın, Yu Valarfin’in bir hastalığı olduğundan haberi vardı ama detaylarını bilmiyordu ve durumun bu kadar ciddi olduğundan da bihaberdi.
Bu bir hastalıktan ötesiydi. Yu’nun vücudunun bir kısmını kaplayan o iğrenç madde hâlâ Sivina’nın zihnindeki tazeliğini koruyordu ve gördüğü şey onu öylesine korkutmuştu ki muhtemelen uzun yıllar aynı tazeliği koruyacak ve bazen de kâbuslarına girecekti.
“Ben hiçbir şey hatırlamıyorum. Bir şeyim yok, iyiyim.”
Güneş doğduğunda ve Yu sağ salim uyandığında dostu iyi olduğu için samimi bir şekilde sevinmişti ama sorulan soruları böyle geçiştirmesi ve etrafında kendisi için endişelenen insanları görmezden gelmesi Sivina’yı sinirlendiriyordu.
Herkes onun için endişeleniyordu ve en azından başına gelenleri anlatması gerekliydi, Yu’nun gizemli havalarından hiç hoşlanmıyordu.
Fakat şu anda Yu’nun hiçbir şey yaşanmamış gibi hareket etmesinin etkileyici bir yönü olduğunu reddedemeyecekti. O iyi bir oyuncuydu.
Sivina merak ediyordu, acaba Yu’nun sorunlarını başkalarıyla paylaşıp çözüm aramama sebebi guruna yediremediği için miydi?
Bazen her insan dertleri içine atmak isterdi ama Yu tam da sürekli böyle yapacak birisine benziyordu. Yu Valarfin gördüğü tüm insanlardan daha fazla kendini beğenmişti ve yanlışları olduğunu fark edemiyor olmalıydı.
Eğer Yu isteseydi Sivina onun dertlerini dinlerdi. Hatta Yu istemese bile Sivina onun dertlerini paylaşırdı. Hatta yalnızca dertlerini değil, duygularını da paylaşabilirdi.
Bir insan böyle yaşayamazdı. Yu’nun yakınında tuttuğu tek kişi Rolderhelm’de evlat edindiği Yurine’ydi. Sivina, Yu’nun Yurine dışında kimseyi yakını olarak görmediğini biliyor ve bunun adil olmadığını düşünüyordu.
“Biz onu bir yakınımız olarak görürken onun böyle davranması haksızlık.”
Gözlerini kısmış bir şekilde Yu’yu izlerken bir kızın koluna girmesiyle ufak bir çığlık attı.
“Neden Bay Valarfin’i izliyorsun? Beni kıskandıracaksın.”
“Ah...”
Sivina cesur bir kızdı ama birisi aniden arkasından yaklaşırsa o da korkabilirdi. Gelen kişinin Ana olduğunu görünce rahatladı.
Ama yanakları da pembeleşmişti çünkü Ana ona çok yakındı. Rolderhelm’deki görevlerini bitirmelerinden beri Ana herkesin içinde sanki sevgililermiş gibi davranıyor ve bu yüzden Sivina utanıyordu.
Ana’yı sevmiyor değildi ama iki kızın böyle olması uygun muydu? Elbette değildi.
“Dün gece hakkında düşünüyordum.”
“O bir sorun olmadığını söyledi.”
“Ama bir sorun var, Ana. Hepimiz bir sorun olduğunu biliyoruz.”
Yu Valarfin siyah uşak kıyafetinin içinde her zamanki gibi yakışıklı gözüküyordu. Zaten giydiği tüm kıyafetler ona yakışıyordu.
Kahverengi saçlarını taramıştı ve yüzü Sivina’nın bir erkekte gördüğü en güzel yüzdü. Belki de Yu denerse onun kalbini titretebilirdi.
Yu’nun tabii ki de kötü yönleri vardı ama bu kötü yönleri dışında yakışıklı, zeki ve korunmaya muhtaç biri olarak Sivina’nın hoşlandığı insan türündendi.
Bakışlarını fark ettiğinde Yu, Sivina’ya döndü ve gülümseyerek ona doğru yürümeye başladı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Yurine onun yanındaydı ve Kigaro ile Dimen koruma olarak ona eşlik ediyordu.
“Neden beklediğimizi hâlâ anlayamadım,” dedi Yu. Sanki dün gece hiç yaşanmamış gibi davranıyordu.
Sivina, kardinallik törenlerinde geleneksel kıyafetler giyinildiğini öğrenmişti ama Yurine’den önceki tek dişi kardinal onun annesi olduğu için henüz kızlara uygun gelenekselleşmiş kıyafetler bulunmuyordu.
Bu yüzden Yurine, Yu’nun tasarladığı bir kıyafet giymişti. Beyaz ve bol bir kıyafetti, kıyafetin kolları Yurine’nin ellerinin yarısını kaplıyordu. Tek parça hâlinde dikilmiş kıyafet altın renginde bir kuşakla belinden bağlanmıştı. Sırtındaki pelerin ve beyaz kıyafetinin üzerinde kırmızı çiçekler vardı. Siyah çoraplarının üstünde yine kıyafetiyle uyumlu beyaz çizmeler seçmişti.
Beyaz, altın ve kırmızı kullanılarak yapılmış, Yurine’ye yakışan bir kıyafetti. Kıyafeti bir yetişkin giymiş olsaydı havalı gözükeceğine emindi ama Yurine’nin üstündeyken onu yalnızca daha tatlı gösteriyordu.
“Yu, sahiden sinirleneceğim. Beni bekleterek hadlerini aşıyorlar. Onlar ne yaptıklarını zannediyorlar?” diye sordu Yurine.
“Daha pontifeks buraya gelmedi,” dedi Ana.
“Hı, belki hâlâ merdivenleri iniyordur.”
Yu sadece yaşlı bir adamla dalga geçse de pontifeksin hâlâ merdivenleri iniyor olma ihtimali yok sayamayacağı kadar yüksekti. Pontifeks ile karşılaştığı zaman onun, bir zamanlar serseri erkek kardeşinin bazı insanlar için dediği gibi ‘öteki dünya yoklamasını kaçıracak’ kadar yaşlı olduğunu görmüştü. Ayakta duruyor olması bile mucizeydi.
Sabahki cenaze törenin ardından Sivina’nın günü, gelecekte yaşayacağı günlerin bir provası misali sürekli Yurine ve Yu’nun arkasında geçmişti.
Yu, Yurine’nin halledemeyecek kadar küçük olduğu işleri halletmek için koştururken Yurine de onun peşindeydi ve Sivina ile Ana da görevleri gereği onların yanından ayrılmıyordu.
Eski Başak Kardinali’nin ölümünün altıncı ayında bir cenaze töreni düzenliyor oluşlarını Sivina hakaret olarak algılasa da Yurine tören boyunca sakindi.
Sivina hayatı boyunca yalnızca El adası ve Rolderhelm’de bulunmuştu ve oralarda cenaze törenleri için altı ay beklenmez, törenler geciktirilirse cenaze sahipleri sinirlenirdi.
“Ama olağanüstü bir durum vardı.”
Sivina’nın öğrendiğine göre Rie, yani Yurine’nin annesi onlar tanışmadan kısa süre önce ölmüştü.
Yurine tören boyunca sakin olsa da üzgün olduğu belliydi. En yakınındaki insanı kaybetmişti ve daha önce hiçbir akrabasını kaybetmemiş Sivina onun acısını anlayamazdı.
Küçük bir kızı kendisinin hiç deneyimlemediği bir acıyla boğuşurken gördüğünde o kıza saygı duymaya başladı. Sivina onun yerinde olsaydı hissedeceği acının bırakacağı etkileri düşünmek bile istemiyordu.
“Sivina, orayı görüyor musun?”
“Evet.”
Yu parmağıyla Yıldız Sunağı’nın arkasında yer alan heykeli, Sabah Şövalyesi’ni gösterdi. Sivina da hemen hemen her insan gibi onun hakkındaki hikâyelerden haberdardı.
“Kılıcı çekmeyi denemek ister misin?”
“Bay Valarfin!” Ana, Yu’ya karşı hafifçe sesini yükseltti. “Bunu konuşmuştuk, ben Sivina’nın Sivina olarak kalmasını istiyorum.”
“Özür dilerim ama sormadan edemezdim.”
O kılıcı çekmeye layık olan kişi, ailesinin ona verdiği ismi geride bırakır ve sadece Sabah Şövalyesi olurdu.
Sivina daha önce kılıcı çekmeyi denemek istemiş fakat Andromeda Kilisesi’nin gardiyanları ona izin vermemişti. Ardından da Ana, bunun daha iyi olduğunu söylemiş ve az önce Yu’ya karşı kullandığı kelimeleri kullanmıştı.
“Belki...” Ana’nın gözlerine baktı. Sivina’nın kılıcı çekeceği kesin değildi ama yine de Ana o kılıçtan uzak durmasını istiyordu.
Fakat kılıç, Sivina’nın aklındaydı ve çocukluğundan beri efsanelerini dinleyerek büyüdüğü kılıcı çekmeyi en azından denemek istiyordu.
“Belki, bir gün... Ama sadece belki,” dedi. İkisini de tam olarak reddedecek bir cevap vermek istemiyordu ama gönlü kılıçtan yanaydı.
Adını kaybedecek olmak da iyi bir şey değildi ama o bahsettikleri şeyin adı Sabah Kılıcı idi.
“Öyle mi? Sabah Şövalyesi olsaydın bu Başak Katedrali için harika bir reklam olurdu.”
“Bay Valarfin, beni reklam yüzü olarak kullanmaktan vazgeçin lütfen.”
Kızılşapel’de yüzünün duvarlara çizilmesi onun için yeterli hatta fazlaydı bile. Kasabanın sokaklarında gezerken sürekli kendi yüzünü görmekten nasıl utandığını ve insanların parmağı ile onu işaret etmesinin ne kadar rahatsız edici olduğunu anlatamazdı.
“Güzel ve karizmatik bir yüzün var ve bir şövalyesin. Ben de reklam yüzü olabilirdim tabii ama tüm ışıkları kendi üzerime toplamam adil olmaz. Hem ben, başlı başına bir ışık kaynağıyım zaten.”
“Ona yürüme, Yu.”
Yurine, Yu’nun elini tutup hızlıca kendine çektiğinde Yu istemsiz bir şekilde eğilmek zorunda kaldı. Karşılıklı konuştukları için eğer Sivina bir adım geri gitmeseydi Yu’nun başı, Sivina’nın iki göğsünün arasına girecekti.
“Terazi’nin varisi geliyor, yol açın!”
Başak Katedrali küçüktü ve Başak Kardinalliği önemsiz bir unvandı. Bu sebeple Sivina neden buranın böyle kalabalık olduğunu anlayamamıştı.
Fakat artık nedenini biliyordu, bugün burada kardinal ilan edilecek tek kişi kendi küçük hanımı değildi. Çok daha popüler bir katedral bugün yeni kardinaline kavuşacaktı.
Önemsiz bir grup olsalar da hâlâ bir mezhebi temsil ettiklerinden onlara salonun içerisinde özel bir yer verilmişti ve buradan alana hâkim bir görüş açısına sahiplerdi.
İçeriye önce ellerinde terazi işlenmiş sancaklar taşıyan dört kişi girdi, mavi zırhlı fakat silahları alınmış sekiz muhafız sancaktarları takip ediyordu ve o sekiz muhafızın ardından gelen kişiyse...
“S-Satoshi?” Sivina gözlerine inanamıyordu.
“Satoshi?” Ana, ağzı açık bir şekilde izliyordu.
“Mal gelmiş,” dedi Yurine. Yüzünde herhangi bir ifade yoktu.
“Satuşi kim lan?” En masum tepkiyi verense Kigaro olmuştu.
Kısa siyah saçları, çekik gözleri, esmer teni ve zayıf vücudu ile Satoshi, Andromeda Kilisesi’nin salonuna girmişti.
“Satoshi değil. Gömdük onu.”
Satoshi boynundan asılmıştı ve bağırsakları yere dökülüyordu. Birinin o andan sonra yaşaması mümkün değildi, Satoshi’nin şifa güçleri bile o durumdaki birini hayatta tutamazdı.
Üstüne üstlük Yu’nun da dediği gibi onun ölü vücudunu Kızılşapel’deki bir mezarlığa gömmüşlerdi. Sivina onun bedeninin üstüne toprak atılırken seyretmişti, o hâlde mezardan çıkıp gelmiş olması imkânsızdı.
“Lan bir şu Japon’a bak bir de yanındaki kıza bak.”
Onun yanında gül renginde kırmızı saçlara ve zümrüt gibi parlayan yeşil gözlere sahip bir kız yürüyordu. Kızın dudaklarındaki gülümseme erkekleri baştan çıkarıyor olsa da bir kız olarak Sivina o gülümsemedeki sinsiliği fark edebiliyordu.
Kız uzun bacakları ve ince beli, mücevherlerle süslenmiş boynu ve bilekleri, üzerine giydiği ipekten yeşil elbisesiyle erkeklerin nefesini kesiyordu. Tanrılar bu özelliklerin üstüne bir de ona porselen misali beyaz bir ten ve iri göğüsler vermişti.
“Şu anda konumuz kız değil.” Ana elini uzatıp Yu’nun kulağını çekerken Sivina hâlâ gözlerini o çocuktan alamıyordu.
Sivina’nın gözleri ona oyun mu oynuyordu? Öyleyse Ana’nın gördüğü neydi? Gözlerinin önünde yürüyen kişi başkası olamazdı. Bir insan başka bir insana bu kadar benzeyemezdi.
“O kız pontifeksin yeğeni Akalda. Yani aslında yeğeninin yeğeni de onun da yeğeni sayılıyordur herhâlde.”
“Burası Başak Katedrali için ayrılan özel yer.”
“Merhaba dostum.”
Dün mahkûmları almak için katedrallerine gelen sarışın adam, Link, bir anda arkalarında belirerek ürpertici bir giriş yapmıştı. Anlaşılan Yu ile pek samimi değillerdi.
“Kızdan bahsetmiyoruz, o çocuk...”
Yirmi kişiyle birlikte salona girmişti ki o yirmi kişi sadece askerdi, bir de onların arkasından gelmeye devam eden bir hizmetçi ordusu vardı.
“O çocuk Satoshi değil. Sivina, bu kadar mantıksız bir şeyin gerçek olacağına inanmıyorsundur herhâlde. Üstelik mezardan çıksa bile sahip olduğu zekâ seviyesi ile bizim izimizi bularak buraya gelip, üstüne Terazi Kardinal’i olması mümkün değil.”
Mantıklı olan buydu, Satoshi’nin yaşaması imkânsızdı. Ruhu çoktan öteki dünyaya ulaşmış olmalıydı.
“Öyleyse o kim? Satoshi’nin ikizi falan mı? Benzerliğin başka açıklaması olamaz.” Ana bir açıklama bekliyordu.
“Bu benim için de şaşırtıcı, onun fenotipine sahip karşılaştığım tek insan erkeği Satoshi’ydi. Ya bu dünyanın doğusunda çekik gözlü insanların yaşadığı topraklar var ve oradan geliyor ya da Satoshi gibi o da benim geldiğim yerden geliyor.”
“Hiç benzemiyorsunuz,” dedi Sivina.
“Japonlar birbirine benzer diye bir geyik var, sanırım tanrılar bize bu geyiği yaşatmak istiyor ama benim ona benzememe sebebim eşsiz olmam. Ayrıca ben Japon değilim. Bu yüzden ona benzemem mümkün değil.”
“Onun ulusuna Japon mu deniyor? Hiç duymamıştım, bilgi için teşekkürler.”
“Sen niye hâlâ buradasın?”
“Dostlarımın yanına gelemez miyim? Beraber uzun bir yolculuk yaptığımıza göre dost olmuşuzdur diyordum.”
Yu, Link’i neden sevmiyordu acaba? Sivina, Link de yakışıklı olduğundan onu kıskanacağını düşünebilirdi ama Yu hâlâ gördüğü en yakışıklı insan olduğundan buna ihtimal vermiyordu.
“İyi ki ona benzemiyorsun, Yu. Sen böyle iyisin.” Yurine, Yu’nun elini iki eli ile tutup kendi yanağına götürmüştü. Yu da onun yanağını okşadı.
“Geçen sefer de ırkçılık yapıyorsun gibi hissetmiştim, şimdi de öyle hissediyorum. Yine de teşekkürler.”
Yu’nun gözleri Satoshi’ye benzeyen gencin üstündeydi ve ona kilitlenmiş hâlde her hareketini takip ediyordu. Kendi geldiği yerden geldiğini söylemişti ama aynı yerden olan insanlar birbirine benzemez miydi? Yu yine bilgilerin bir kısmını saklayarak gizemli bir hava yayıyor ve Sivina’yı huzursuzlaştırıyordu.
“Senin yakışıklı olduğunu düşünmesini anlıyorum ama bunu bir başkasını aşağılayarak yapması bir kardinale yakışacak tavır değil.”
“Bu adam doğru konuşuyor.”
Kigaro, Link’in yaptığı yorumu onun sırtına vurarak destekledi.
Sivina da onun dediğine katılıyordu. Yurine’nin insanlara karşı yaklaşımını değiştirmesi şarttı. Başkalarını aşağılaması, küçük bir çocuk olsa da bir gün tolerans gösterilemeyecek boyuta ulaşabilirdi.
“Siz ne anlarsınız...” diye sitem etti Yu.
Terazi’nin varisi olan Japon çocuk ve onun maiyeti kendilerine ayrılan bölgeye geçti. Sivina’nın bulunduğu bölgeye kıyasla daha büyüktü ve daha fazla ilgi topluyordu.
-------------------------
16.02.2022 – 23:21
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..