Sivina’nın
itirafı Yu için her şeyi daha karışık bir hâle sokmuştu.
Şimdiye dek zamanı geri alacağı için onun aşkını görmezden gelirse sorun olmayacağını düşünmüştü ama bu noktadan sonra bunu görmezden gelmesi mümkün gözükmüyordu.
Sivina tekrar ve tekrar âşık olduğunu söylemiş, Yu’nun söylediği hiçbir şeyi umursamamıştı. Ona suçlarından bahsettiğinde bile Sivina ona olan aşkından bahsetmeye devam ediyordu.
“Ethalot’a ulaşmamız ne kadar sürer ki? Belki üç ya da dört yıl. O zamana kadar ne yapacağım?”
Önceden düşünmek onu yorduğu için düşünmek istemiyordu, şimdiyse düşünmekten korktuğu için düşünmek istemiyordu.
“Keşke gerçekten kalpsiz biri olsaydım, o zaman umursamazdım.”
Ama şimdi aklından çıkaramıyordu. Nasıl unutabilirdi ki? Sivina sürekli onun yanında olmaya devam edecek, aşkını daima hatırlatacaktı.
Ama bir yandan da göğsü dokunmayı arzuladığı yıldız için yanıyordu. Ruhu, Yu’ya kızıyor, canını yakıyor ve hatırlamadığı, ona ait olmayan anıları yüzüne vurmaya çalışıyordu.
Ninninin sesi kulaklarındaydı ve ninniyi söyleyen kadın her kimse artık daha kederliydi.
Kova Katedrali’nin minarelerinden birindeydi ve yüzünü güneybatı yönüne dönmüştü. Bu yönde ilerlediği zaman Rolderhelm ile karşılaşıyordu.
Aqua değişik bir şehirdi. Sıradan orta çağ Avrupa şehirlerine benzeyen yönleri olsa da bazı yönleri ile Çin mimarisini andırıyordu. Özellikle kaplıcaları doğu tarzında inşa edilmişti.
Yu’nun hiç şüphesi yoktu ki bu eserler kendisinden önce buraya gelen Dünyalar Arası Seyyahlara aitti.
Rüzgâr biraz sert esiyor, güneş tam tepeden vuruyordu. Elindeki havluyu bırakmış ve saçlarını eliyle düzeltmişti. Taramak içinden gelmiyordu.
“Yükseklik korkum olabilir,” diye düşündü aşağıdaki şehre bakarken. Buradan bakması korkutucuydu ama hemen geri dönmeyi isteyecek kadar da korkmuyordu.
“Rie’yi kurtarmalıyım, Yurine’ye mutlu bir hayat sunmalıyım. İkisinin önündeki engelleri yok etmeliyim. Sonra… Ondan sonra hayatta kalmak için bir yol aramalıyım. Eğer bulamazsam da ölmeyi hak ediyorum.”
Bugün çok fazla ağlamıştı ve hâlâ ağlamaya devam ediyordu. En azından şimdi, kaplıcada olduğu kadar çok gözyaşı çıkmamıştı. Sadece birkaç damla yaş minareden aşağıya düştü.
“Ölmek istemiyorum. Savaşmak istemiyorum. Mutlu olmak istiyorum.” İsteklerini kendine sıralarken denizi izlemeye devam ediyordu. “Ama dövüşmek istiyorum, onları öldürmek istiyorum, mutluluğun önünde duran herkesi… Ben ne istediğimi bilmiyorum.”
Yu Zao ile olan kısa karşılaşması aklına geldikçe öfkesi artmaya devam ediyordu ve bu öfke kararlılığını güçlendiriyordu.
“Yapmam gereken şeyi hiç unutmadım,” dedi kendi kendine. Arkasına döndü ve minarenin balkonuna çıkan kapının kapalı olduğuna emin oldu. “Zamanı geri sarmaktan hiç vazgeçmedim. Rie’yi kurtaracağım, Yurine’yi annesine kavuşturacağım.”
Yu Valarfin kararlılığını bu yola çıktığından beri hiç kaybetmemişti ve şimdi bu kararlılık çok daha güçlüydü.
“Bu ruh her ne istiyorsa ona vereceğim ve en sonunda ruhum huzura kavuşabilecek. Ben olmam gereken adam olacağım.”
Gülmüyordu, mutlu değildi ama ciddiyeti hiç olmadığı kadar yerindeydi.
Hâlâ öncekinden çok da farklı olmadığının farkındaydı. Kafa karışıklığı devam ediyordu ve eğer günah işlemesi gerekirse günah işlemekten çekinmeyecekti.
Yine de bir şeyler farklıydı.
Sol eline baktı, pençelerini inceledi. “Benim içimin dışa vurumu. Artık eskisi kadar güzel değilim, huh?”
Sağ eliyle sol eline dokunuyordu ama sol elindeki kemiksi dokuda bir his yoktu. Bastırdığında ağırlığı hissedebiliyor ama normalde teninin yarattığı hissi hissedemiyordu.
Yumruğunun altıyla minarenin duvarına vurdu. Sağ eliyle vurduğu zaman ne olacaksa sol eliyle vurduğunda da minarede aynı şey olmuştu, hiçbir şey.
Bu siyah el çirkinlik dışında ona özel bir yetenek katmıyordu. Sağ eline kıyasla tek iyi yönü duvara vurduğunda baskıyı hissetse de acıyı hissetmemiş oluşuydu. Yine de omzu sızlamıştı.
“Tenime değen güneş, saçlarımı okşayan rüzgâr... Şimdi o kadar farklı geliyor ki.” Uzunca, derin bir nefes aldı. “Bu Yu Valarfin’in öncekinden daha iyi olduğu bariz ve yarınki Yu Valarfin bugünkü Yu Valarfin’den daha da iyi olacak.”
Yere oturdu ve bulutsuz masmavi gökyüzüne bakmayı denerken elini güneşe siper etti. Bu esnada geriniyor ve birinin gelip ona masaj yapmasını diliyordu.
“Tekrar başlayacağım. Bu sefer Vermia’yı alacağım.” Birisi kendi kendine konuştuğunu duysa deli olduğunu düşünürdü ama devam etti. “Ve sonra Başak Katedrali en popüler katedral olacak, güç kazanacağız ve Ethalot’a gireceğiz. Kolay ya da zor yoldan, oraya gireceğiz.”
Sol yumruğunu sıktı. Ona ait olmayan bir eldi ve bakması ejderhayı hatırlatıyordu.
“Ve ondan sonra tekrar, tekrar başlayacağım. Hayır, bu sefer tekrar başlayacağız. O zaman geldiğinde, tekrar başlayan Yu Valarfin bu dünyada olduğundan çok ama çok daha iyi olacak. O zamanki Yu Valarfin mucizeler yaratabilen biri olacak. Ben kaderi istediğim şekilde yazacağım. Bir daha kimseyi kaybetmeyeceğim, benden başkası acı çekmeyecek.”
Ayağa kalktı ve balkona girdiği kapıyı açmadan önce son bir kez denize baktı.「Ben #####'##!」
Bağırdığında minarenin huni şeklindeki tepesinde durduğunu fark etmediği kargalar korkuya kapılarak yerlerinden ayrıldılar ve bazılarının kanatlarından kopan tüyler Yu’nun yanına düştü.
Doğrusu eğer birisi ona bağırdığında ne söylediğini sorsaydı cevap veremezdi. Bağırmıştı ama ağzından çıkanları kendisi de bilmiyordu.
Yine de bunu umursamadı ve kapıyı açıp merdivenlerden aşağıya indi.
Doğrudan Yurine’nin odasına gitmek istiyordu. Bu yüzleşme ona acı verecek olsa da yapmak zorundaydı.
Aşağıya indiğinde katedralin hizmetkârlarından bir erkeği çevirdi ve sordu. “Başak Kardinali’nin odası nerede?”
“İleriden sola dönün,” dedi hizmetkâr.
Yu, Yurine ile yüzleşmeye utandığı için doğrudan minarenin tepesine çıkmıştı ama şimdi kendinde yüzleşecek cesareti bulabiliyordu. Yeni Yu Valarfin ve Yurine ilk kez karşılaşacaktı.
“Kâhya kıyafetlerini giymemişsin.”
Dimen, Yurine’nin kapısında bekliyordu. Göğsündeki çelik dışında zırhının kalanı deriydi ve katedralde silah taşımalarına izin verilmediği için bir tehlike anında pençelerini kullanmaya hazırdı.
“Bundan sonra giymek istemiyorum,” diye cevap verdi Yu.
Üzerinde, ejderha onu Vermilia kampına getirdikten sonra giydiği kıyafetin benzeri vardı. Beyaz bir pantolon ve kısa kollu, beyaz bir giysi. Giysinin ortasında mor bir çizgi uzanıyordu.
Kıyafeti gayet basit olsa da Yu Valarfin hâlâ yakışıklıydı ve hâlâ giydiği her şey ona yakışıyordu.
Bu kıyafetle ilgili yakındığı tek şey sol elini saklayamayacak oluşuydu. Uzun kollu bir kıyafet ile bir eldiven yardımıyla bunu yapabilecek olsa da eğer bunları giyerse terlerdi ve terlemek istemiyordu.
Dimen, Yu’nun önünden çekildi ve Yu kapıyı açarak içeri girmeden önce konuştu. “Link, Sivina ve Ana’yı çağır.”
Oda kendi evlerindeki odadan çok daha küçük olsa da içerisi bir kardinale uygun lüksle döşenmişti. Perdeler ve pencereler sonuna kadar açıktı ve güneş ışığı içeriyi aydınlatıyordu.
Yurine’yi yatırdıkları yatağın çevresinde tüller sarkıyordu. Kigaro yatağın baş ucundaki bir sandalyeye oturmuştu.
“Daha iyi misin?” diye sordu Kigaro. Yu’nun sol eline bakmaktan çekinmemişti.
“Düne kıyasla daha iyiyim, yarına kıyasla daha kötüyüm.”
Yu’nun verdiği cevapla fazla ilgilenmedi. Kollarını karnının üstüne dolamış oturmaya devam ederken Yurine’ye göz ucuyla baktı.
“O, bizden önce ölmemeli.”
“Buna katılıyorum.”
Kigaro muhtemelen roaron töresi ile ilgili bir şeyden bahsetse de Yu ile aynı fikirdelerdi. Roaronlar, Yurine’yi hayatta tutmak zorundaydı ve Yurine ölürse varlıkları anlamını kaybederdi.
Yu tülü çekti ve Yurine’nin başının yanına oturdu. Yurine huzur içinde uyumuyordu, kötü bir rüyanın içindeymiş gibi bir ifade vardı yüzünde. Yu sağ elini Yurine’nin saçlarına götürüp okşadı.
“Sadece evcilik oynuyorsun,” demişti ablası ya da ablasının şeklini alan şey.
Bunu söyleyen her kim olursa olsun sözler Yu’yu yaralamıştı. Yu daha önce elbette bir baba olmamıştı, babasını en son bebekken gördüğü için bir baba nasıl olunur onu da bilmiyordu ama kendine Yurine’nin babası olduğunu söylemek iyi hissettiriyordu. Hatta bununla gurur duyuyordu.
Kim ne derse desin Yu, Yurine’nin sahip olduğu tek babaydı ve Yu böylesine değer verdiği bir bağın aşağılanmasına kırılmıştı.
“Baba… Ne babayım ama…” Uhrimi ile yaptığı şey aklına gelince pişmanlığı arttı. “Neden o kadına izin verdim ki? Bir de gidip onu sikecektim…”
Yüzü utançtan kızarıyordu. Yurine bunu bilseydi sinirlenir ve üzülürdü. Yu kısa süreli bir rahatlama için o kadının kendisiyle oynamasına izin vermişti.
Sadece izin vermemişti, bunu istemişti.
“Pişmanlık fayda etmeyecek ve kendimi daha fazla aşağılayarak vakit harcamak istemiyorum.”
Yapması gereken şeyler vardı ve bunları kendisiyle boğuşan bir Yu Valarfin başaramazdı. Bu yüzden görevi boyunca sorunlarını bir köşede bırakacak ve ancak görevini bitirince onların yüzüne tekrar bakacaktı.
“Bunlar nerede kaldı?” diye düşünürken odanın kapısı çaldı.
“Girin,” diye seslendi Yu.
Kapı açıldı ve içeri sırasıyla Ana, Sivina ve Link girdi. Ardından kapıyı kapatarak Dimen’i dışarıda bıraktılar.
Sivina hatırladığına göre Yurine’nin de yaşananları hatırladığını varsaydığında içeride olup da yaşananları bilmeyen iki kişi vardı. Biri Ana’ydı diğeri de Kigaro.
Ana ve Kigaro’ya da olayları anlatması gerekiyordu. Ayrıca hepsine karşı olabildiğince dürüst olmak ve yaptıklarını itiraf etmek istiyordu.
“Daha iyi misin?” diye sordu Link. Yu’nun karşısına, Yurine’nin ayak ucuna oturdu.
“Evet, teşekkürler.”
Sivina yatağın diğer ucuna geçti ve Yurine’nin baş ucuna oturdu. Yatağın boş kalan son köşesine de Ana oturmuştu.
“Hepimizi burada toplama sebebiniz ne?” diye sordu Ana.
“Yurine tekrar beni boğarsa ayırmanız için,” diye cevapladı Yu. Ciddiydi.
Ölmek istemiyordu ve ölümünün yanlışlıkla Yurine’nin elinden olmasını hiç istemiyordu.
“Uyandıracak mısın?” diye sordu Sivina.
Yu, Sivina’ya göz ucuyla baktı ve utangaç bir âşık gibi hemen gözlerini kaçırdı. Böyle bir şey yapacağını düşünmezdi ama yaşadıkları anın tazeliğinden mütevellit onunla göz göze gelmekten de konuşmaktan da çekiniyordu. Bu yüzden sadece başını sallayarak onayladı.
-------------------------
03.05.2022 -16:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..