Oğul onu son bıraktığı yerde bekliyordu. O dışarı çıkmadan
önce elleriyle gözlerini kapamıştı, heyecanlıydı ve ayakları yerinde
durmuyordu.
“Gerdin mi? Gerdin mi kıymetri Yu?" diye sordu.
Yu boğuk bir sesle cevapladı. “Evet.”
“Ihh! Ihh!” Oğul kendine özgü tuhaf seslerini çıkartarak ellerini gözlerinin önünden çekti. “Ihh! Ihh! Çok havarı ormuşsun arkadaşım! Yani tam da arkadaşımdan mekrendiği gimi! Ihh! Çok havarısın!”
Yu’ya doğru koştu ve adımları bir kez daha yeri sarstı. Eğer çimlerin üstünde değil de bir evin içinde koşuyor olsaydı Yu deprem olacağı korkusuyla en yakın pencereden dışarı atlardı.
“Ihh! Çok yakışıkrısın arkadaşım!”
Yu kılıcını ona doğrulttu. Oğul bunu bir tehdit olarak algılamamıştı bile. Onu övmeye devam etti ve övgülerin arasında güçlükle bir boşluk bulan Yu konuştu.
“Kılıcıma kın lazım ve tütüne ihtiyacım var. Eğer varsa zevk veren başka maddeler de istiyorum.”
Oğul dış görünüşü ile ilgili övgülerine bir son verdi ve bir anda korkutucu bir sessizliğe büründü. Yu yanlış bir şey dediğini düşünmeye başlayacaktı ki Oğul’un dudaklarının uçları sevimsiz bir şekilde yukarı kıvrıldı. Bir saniyenin ardından yüzünde ahlaksız ve çirkin bir gülümseme duruyordu.
Ellerini havaya kaldırdı ve kendini alkışlarken dönmeye başladı. Döndüğü esnada Yu’nun üstüne ilerlemişti, Yu ondan kaçındı ve Oğul çadırın girişine kadar dönerek ilerledi.
“Ihh! Miriyordum! Çok yakın arkadaşrar oracağımızı miriyordum! Mak, tıpkı senin gimi düşünmüşüm! Yani munrarı isteyeceğini çoktan düşünmüştüm! Senin için munrarı çoktan hazırramıştım! Hepsi en yeni ve en yakın arkadaşım sevgiri Yu için!”
Nasıl bir insan daha önce hiç görmediği bir insanın uyuşturucu talep edeceğini düşünebilirdi, Yu bilmiyordu. Onu yanlış anlamış olmalıydı. Yu kendini daha iyi ifade etmek için konuşmayı denedi ama söze girmesine izin verilmedi.
“Çadırına gir sevgiri arkadaşım! Sana istedikrerini mizzat getireceğim! Samırra mekre! Ihh! Ihh! Ihh! Ihh! Ihh!” Oğul koşarak uzaklaşırken tuhaf sesler çıkarmaya devam ediyordu. “Ihh! Ihh! Ihh!”
Güneş tepede olsa da bu güneşin aydınlattığı tek şey dünyaydı. Güneşin yaydığı ışığın Yu’nun düşünceleri, arzuları ve hayatına hiçbir etkisi yoktu.
Hatta hayatında ilk kez gün ışığından hoşlanmadığını fark ediyordu. Güneş onu rahatsız ediyordu, sabah olduğu için huzursuzdu. Gece olduğunda daha fazla kötü düşünceyle baş başa kalacağını biliyordu ama kendini gün ışığına ait hissedemiyordu.
Çadıra girmek yerine etrafında yürümeye başladı ve çevreyi daha fazla inceledi. Adamların pek çoğu tütün içiyor veya birbirleriyle dövüşüyordu. Bunları yapmayan birkaç kişi kafeslerdeki köleleri hayvanları beslermişçesine besliyordu.
Çadırın arkasına doğru yürüdüğünde dikkatini kadınların ağlama sesleri çekti. Biraz daha ilerleyip ağlayan kadınları gördüğündeyse çadırın arkasına hiç yürümemiş olmayı diledi.
Biri elf olan iki kadın kafeslerinden çıkarılmış, dört kişinin tecavüzüne uğruyordu. Çıplak vücutları morluk ve kesiklerle doluydu. Adamlardan biri elf kadının göğsünü ısırıyordu. Yu kadının göğsünden akan kanı gördü.
Arkasını döndü ve koşarak geldiği yere geri döndü. Bunları görmek istememişti. Onların kafesteki kadınlara böyle şeyler yaptığını zaten tahmin etmişti ama görmek düşünmekten çok daha kötüydü.
“S-sessiz kalıyorum... O kadınlar benim ablalarım olabilirdi... Sessiz kalıyorum...”
Dünya üstüne gelmeye başladı. Yer ona doğru yaklaşıyordu, gökyüzü üstüne çöküyordu ve nefes almak gittikçe zorlaşıyordu. Dizlerinin üstüne çöktü ve ellerini yere koydu.
“Sessiz kalıyorum... Sessiz kalıyorum... Tanıklık ediyorum ve hiçbir şey yapmıyorum...”
Kılıcı hâlâ elindeydi. Onu nasıl kullanacağını biliyordu. Buradakilerden daha iyi olmasa bile kılıcını kullanmak, onlara doğru kaldırmak ve yaptıklarını engellemek için savaşmak yapması gereken doğru şeydi.
Ama yapacak cesareti toplayamıyordu çünkü bunu yaparsa ona verilecek ceza ölüm olmayacaktı. Eğer yalnızca öldürülecek olsaydı kılıcını kullanır ve onları engellemek için dövüşürdü ama bu zalimler ona ölüm gibi bir lütuf sunmazdı. Sesini çıkardığı an o kadınlardan bir farkının kalmayacağı açıkça söylenmişti.
“Onlar birilerinin kızları. Birilerinin ablası olabilirler. Birilerinin karısı olabilirler. Birilerinin annesi olabilirler.” Kendi ablalarının, Yurine’nin, Sivina’nın veya Ana’nın başına böyle bir şeyin geldiğini düşünebilen bir Yu Valarfin’i düşünmek bile istemiyordu. “Ama onların yakınları için bu düşünmenin ötesinde... Onlar tecavüze uğruyorlar. İnsanlık onurları alaşağı ediliyor... Ve ben... Ve ben bu sefer tepki göstermeye korkuyorum. Yine sessiz kalıyorum. Benim gücüm yalnızca kendimden güçsüzlere yetiyor.”
Ağlamaktan sıkılmıştı. Ağlamaya devam ediyordu. Gözleri kızarırken siyah kılıcına baktı. Dünyanın renklerini sömürmeye devam ediyordu. Etrafındaki yeşil çimenler artık gri gözüküyordu.
“Susuyorum. Öyleyse suç ortağıyım. Ben... Ben de bir tecavüzcüyüm...”
Kılıcını sıktı. Ne yapması gerektiğini biliyordu. Onları öldürmek zorundaydı. Onları öldürmek istiyordu. Dünya onlar olmadan daha iyi bir yer olacaktı.
「Valarfin~」
Kılıcını biraz daha sıktı. Çeliğin duygularını hissediyordu. Çelik kan ve eti arzuluyordu. Yu’nun kalbini pençeleriyle okşuyor ve ona cazip tekliflerde bulunuyordu.
「Ne yapman gerektiğini biliyorsun...」
Ne yapması gerektiğini biliyordu. Bir kahraman olsun ya da olmasın ne yapması gerektiğini her insan evladı bilirdi. Sorun ne yapması gerektiğini bilmek veya bunun için gerekli cesareti toplamak değildi; bunun için gereken güce sahip olmaktı.
“Onları öldürsem ne olacak ki? Sadece o kadınlara tecavüz eden kişileri değiştireceğim. Onları kurtarmış olmayacağım.” Kılıcı tutan eli kanamaya başladı. “Ama yapılması gereken şey... Onlardan güçsüz olduğum için yapmaya korkuyorum.”
Korku, yapmak istediklerinin üstüne düşen bir gölgeydi ve tecavüze uğrayan kişiler ilk kez gördüğü mağdurlar değil de tanıdığı, değer verdiği insanlar olsaydı bile hiçbir şey başaramayacak olmanın farkındalığı korkudan daha beterdi. Tüm gururunu, tüm onurunu parçalara ayıyordu.
Siyah kanı çimenlere bulaşıp tüterken dişlerini sıktı. “Neden bir kahraman burada değil? Neden tanrılar bu dünyayı izliyorlarsa hiçbir şey yapmıyorlar? Neden?”
Kılıç dışında konuşan başkaları da vardı. Hiç sahip olmadığı bir geçmişten gelen sesler fısıldıyor, onu aşağılıyor ve ölümü pahasına da olsa harekete geçmesini söylüyordu. Yu hiçbir şey değiştiremeyeceğini bildiği için harekete geçemiyor ve o sesleri daha fazla sinirlendiriyordu.
Yu’nun vücudunun üstüne büyük bir gölge çöktü.
“Arkadaşım Yu, sana çadıra dönmeni söyremiştim, burada ne yapıyorsun?”
Yu başını kaldırıp Oğul’a baktığında gözyaşları açığa çıktı. Onun üstüne atlamak, onu ve buradaki diğer herkesi öldürmek istiyordu. Düşünmeden edemiyordu, eğer Sivina veya Yurine bu insanların eline geçse neler yapacaklarını biliyordu. Tüm dünyanın iyiliği için onları yok etmesi gerektiğini biliyordu.
Kendinden nefret ediyordu. Güçsüz bir yaratık olduğu için Yu Valarfin isimli varlığa karşı sahip olduğu her hücreyle öfke duyuyordu.
“Arkadaşım! Niye ağrıyorsun?”
Oğul’un da gözlerinde yaşlar belirdi. O da bir tecavüzcüydü. Yu sırf onunla birlikte ağladığı için ona sempati besleyecek değildi. Onun da bu dünyada bulunmaması gerekiyordu.
“B-b-bebe-n...” Kekeledi. “B-ben s-sadece... Sadece ne kadar iyi arkadaşlar edindiğimi düşündüm.”
Oğul dizlerinin üstüne çöktü ve toprağın bir kısmı onun ağırlığını kaldıramayıp yere göçtü. Yaratığın sarı gözleri tamamen yaşlarla doldu ve Yu ile birlikte ağlamaya başladı.
“Ihh! Ihh! Men de senin gimi mir arkadaş edindiğim için çok mutruyum! Hayatım moyunca senin gimi iyi mir arkadaş edinmenin hayariyre yanıp tutuştum! Mamamın senin hikâyererini tekrar tekrar anrattığı her seferde seninre tanışmayı daha çok istedim! Sevgiri arkadaşım! Kıymetri arkadaşım! Seni çok seviyorum!”
Eskiden yarısı çürük bir elma olduğunu hayal ederdi ama şimdi anlıyordu. O yarısı çürük bir elma değildi. O tamamen çürük bir elmaydı. Gücü sadece kendinden güçsüzlere yetiyordu. Ahlaktan, şereften yoksundu. Kadınlar arkasında tecavüze uğramaya devam ederken o kendi güçsüzlüğüne ağlıyordu.
Kendine daha fazla dayanamadığını söylüyordu ama hâlâ yaşamaya ve göz yummaya devam ediyordu. Sadece ona bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyen ablası değil aynı zamanda ölmesi gerektiğini söyleyen siluetler de haklıydı.
O siluetler onurlu insanlara aitti. Kahramanların siluetleriydi. Onlar için ne acıydı ki ruhları Link’in ya da Yu Zao’nun değil Yu Valarfin gibi bir çürüğün vücudunda tekrar hayat bulmuştu. Neden ondan tiksindiklerini artık çok daha iyi anlıyordu. Yu Valarfin bile kendinden tiksiniyordu.
Tiksinmek. İğrenmek. Bu kelimeleri o kadar yoğun bir şekilde yaşıyordu ki kelimeleri kullanmaktan bile sıkılır olmuştu. Zaten kendi isminin, hâlâ yaşıyor oluşunun bu kelimelerin taşıdığı anlamı üstlendiğine inanıyordu.
“Neden gökyüzünde onlarca tanrı varken biri bile burayı görmüyor? Neden bir kahramana ihtiyaç duymak zorundayım? Neden... Ben...”
O güçsüz olduğu için hiçbir şey yapamıyordu ama bu evrende bu deliliğe bir son verecek pek çok varlık vardı.
“Neden hiçbiri burada değil? Neden bu insanlar bir kahramana sahip değil?”
Gölge üstüne tekrar çöktü, Oğul ayağa kalkmıştı. Ağzındaki çürük dişleri gösterdiği gülümsemesiyle Yu’ya bakıyordu. Neşe duygusunu bu yaratığın gözlerinde görmek onu duygunun kendisinden soğutuyordu.
“Kıymetri, yani en kıymetri arkadaşım. Ger ve senin için hazırradığım tüm o güzer hediyerere mak!” Yaratık ona çadırın içini işaret etti. “Mamam sonunda seninre tanışacağımı söyreyince hepsini hazırramaya koyurmuştum! Hadi, ger menimre!”
Omuzları eğik bir şekilde ayağa kalkan Yu, kılıcını yere sürterek Oğul’u takip etti. Oğul’un vücudu o kadar büyüktü ki eğer dengesini kaybedip üstüne düşse Yu’yu öldürebilirdi.
Böyle büyük bir vücuda kılıcını saplamayı hayal etti. Karnına ya da göğsüne saplasa bile böyle bir şeyi öldürebileceğinden emin değildi. Onu öldürmek için aklına gelen en basit yöntem kılıcı boğazına saplamaktı ama yaratığın dansına bakarak onun hızlı hareket ettiğini söyleyebilirdi. Yani kılıç boğazına ilerlerken boş duracak değildi.
Arkası dönükken ensesinden saplamayı deneyebilirdi. Vücudunda mana olmadığı için yaratık arkasındaki tehdidi hissetmekte gecikebilir ya da hiç hissetmez, Yu’nun kılıcından kaçamazdı. Onu öldürmek için tercih edebileceği en kolay yöntem buydu.
Ama şimdi harekete geçmek, kılıcını kaldırmak ve onu öldürmek acı dışında hiçbir şey kazandırmayacaktı. Onu öldürdüğü için işkenceye maruz kalacak, ağlayacak, güçsüz bir insan olduğu için kendinden daha fazla nefret edecekti.
Burada bir şeyler başarmak istiyorsa yapması gereken şey gruptaki herkesi öldürmekti ancak bunu yapmaya gücü yetmezdi. Onların yarattığı vahşete engel olmasının bir yolu yoktu.
Çadırın girişine geldiklerinde Oğul durdu. “İşte, menim canım arkadaşım! İçeri gir ve senin için hazırradığım hediyerere mir göz at!”
Yu çadırın girişini araladı ve ağlamaktan kızarmış gözleriyle içeriye baktı.
-------------------------
26.07.2022 – 22:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..