Goblini takip etmiş ve onun ardından Acıkartal Dağı’nın
içindeki bir mağaraya girmişlerdi. Ellerindeki meşaleler ile yolu aydınlatırken
tekrar aynı şeyi hissediyordu, melankoli. Bu his Kral Dağı’ndayken de vardı.
Rie ve Yurine ile Rolderhelm’deki ilk karşılaşmalarını ona hatırlatıyordu.
「Biliyorsun, onu kurtarmanın yolunu. Valarfin, bu inada bir son ver.」
Mağaranın tavanı alçaktı ve duvarları birbirine yakındı. Kılıcını sallayacak alana sahip olmadığı için çekmemiş ve elindeki çekişle yürümeye devam etmişti. Çekiç de kılıç kadar ölümcüldü. Hatta bazı durumlarda kılıçtan çok daha tehlikeli bir silahtı.
Oğul ve Kyre en değersiz hayatlara sahip olduğu için biri en önden, diğer en arkadan ilerliyordu. Önde ilerleyen Oğul’un hemen arkasında Yu vardı, Yu’nun arkasında Raya ve Fia geliyordu. Onların arkasında Luvanie vardı ve en arkada grubu takip eden Kyre’nin önünde Fake yürüyordu.
“Maceraların çoğu yürümek üzerine kurulu... Yürümek ve yürümek... Aksiyona girdiğim zamanlar yürüdüğüm zamanların onda biri bile etmiyor.”
Bacakları kollarından daha çok çalışıyordu. Şimdi Napolyon’un sözünü daha iyi anlar olmuştu. Napolyon, ‘ordular midelerinin üstünde yürür,’ demişti. Doğruydu, maceraların çoğu nasıl yürümekten ibaretse savaşların da çoğu yürümekten ibaretti ve insanlar aç karınla hareket edemezdi.
“Böyle düşününce savaşlar ve maceracılık büyüsünü kaybediyor. Epiklik ve şandan çok yol görüyorum. Sıkılıyorum.”
Adımlar adımları takip etti ve mağarada yürümeye devam ettiler.
“Fake, burası sizin köye yakın. Daha önce buralara hiç geldin mi?” diye sordu köy ağasına.
“Gençken gelirdik,” diye cevap verdi Fake. “Otuz yıl öncesi, Kahramanların Savaşı’nın üstünden çok zaman geçmediği için etrafta fazla canavar olmazdı. Burası da gençlerin... Kız kaçırdığı yerlerden biriydi.”
“Mağaranın içini biliyorsun o zaman?”
“Evet, düz yürümeye devam edersek mağaranın sonuna ulaşacağız. Orada hiçbir şey yok.” Fake öksürüp boğazını temizledi. “Hem o goblinin bizi doğru yere götürdüğünü nereden bileceğiz ki?”
Goblin mağaranın içinde kaybolmuştu. Onu aramakla uğraşmak yerine mağarada ilerlemeye devam etmiş ve farklı tünellerden içeri girmeleri gerekiyor mu diye tartışmışlardı. Tartışmanın sonunda önce mağaranın sonuna kadar ilerlemeye karar verdikleri için dümdüz yürüyorlardı.
“Sonra ne oldu?” diye sordu. “Artık burada canavarlar var gibi gözüküyor.”
“Evlendikten sonra buraya gelmeyi bıraktım. Diğer gençler evlenince onlar da bıraktı. Daha sonra çatışmalar falan derken kimse buraya gelmez oldu.”
Birkaç kez dilini şaklattı ve duvarlara baktı. Çöp adamdan kız ve erkekler çift olarak resmedilmişti.
“Arkadaşım, men mir şeyrer hissediyorum...” dedi Oğul. “Seni hissettiğim gimi mir şey ama o kadar kuvvetri mir his değir, ıhh~ Ç-çünkü aramızda duygusar mir mağ var.”
“Senin duygularını sikeyim,” diye düşündü. “Sen beni hissedebiliyordun, değil mi? Unutmuşum.”
Doğrusu, Yu’yu değil Yu’nun kanını hissedebildiğiydi. Bunu ona Altar söylemişti ve sahte cenneti yaşadığı mağaradayken de Oğul onu bu şekilde bulmuştu.
“Benim gibi başka bir şey hissediyorsan ve o kişi Şeytan Beyi ise... Hay ananı sikeyim, şimdi de şeytan mı olduk?”
Kanının şeytanlara ait olduğu teorisi, bir şeytan tarafından lanetlendiği gerçeği yüzünden aklının bir ucunda duruyordu. Hatta bu onun için bir teoriden fazlasıydı fakat hem düşünmesi gereken diğer şeyler olduğundan hem de insanlığı bırakmaktan korktuğundan düşünmemiş ve sadece lanetli diyerek geçmişti.
Bunu yaparken gurur duymayacaktı ama artık yalnızca basit bir lanet olmadığını söyleyebilecekti. Tabii eğer Oğul’un birilerini hissetme kabiliyeti şeytan kanı üzerine kuruluysa bu düşünceleri desteklenebilirdi. Farklı etmenler devredeyse ve Oğul’un hissettiği kişi bir şeytan bile değilse bu fikre karşı çıkmak mümkündü.
“Yine de kötü şeyler doğrudur, güzel şeyler yanlıştır. Bu dünya böyle bir yer.”
Lanetli bir kan, lütuflar, geçmişten gelen ruhlar, onu insan öldürmeye teşvik eden bir kılıç, etrafındaki tecavüzcüler, tanrılar, şeytanlar, kayıplar ve önünde duran görev... Her şey onu boğuyordu. Bir yılda edindiği dertler önceki on sekiz yıllık hayatında edindiği dertlerden çok daha fazlaydı.
“Onu hissedebilmen çok iyi!” dedi sahte bir neşeyle. “Onu nerede hissediyorsun? Hadi bizi ona götür! Onu hissedebilmen harika!”
“Ihh? Ihh?” Oğul’un durgun sesi de Yu’nun sesi gibi neşeyle dolmaya başladı. “Gerçekten mi? Menim harika orduğumu mu düşünüyorsun? M-men de senin kadar havarı mıyım?”
“Hiç kimse benim kadar havalı olamaz,” dedi çelik göğsünü kabartarak. “Ama biraz havalı olduğunu kabul edebilirim.”
“Ihh!” Oğul çabucak neşelenmişti. “Duvarrarı kırıp geçeceğim!”
“Hayır, bunu yapmana gerek yok. Tünelleri takip etsek yeter.”
Meşaleler duvarları aydınlatırken Oğul onları gördüğü ilk tünelden içeri soktu. Tünelin içine girdikleri gibi atmosferin ağırlaştığını hissedebilmişlerdi. Biraz aşağıya iniyor, duvarlardaki insan çizimleri yerini pençe izlerine bırakıyordu.
“Canavarların yaşadığı bir mağaraya göre temiz gözüküyor. Kan izleri, kemikler falan beklerdim. Şeytanlar da düzenli yerlerde mi yaşamak istiyor acaba?”
Yarı ölü hâlde yerlerde uzanan veya duvarlara asılmış esirler yoktu, goblinlere ait hiçbir eşya da bulunmuyordu. Sadece duvarda birkaç iz ve Oğul’un ‘hissettiği’ şey vardı.
「Eğer merak ediyorsan, ben de bir şeyler hissediyorum.」
“Sen de hissediyorsan sorun yok.”
Karşılaşacağı şeytan konusunda canını en çok sıkan şey büyüydü. Eğer Altar gibi büyü kullanabiliyorsa ki öyle yapabileceğini düşünüyordu, mağaranın içinde onları küle döndürecekti. Üstüne bir de çelik zırh giydiklerini düşünürse burada zırhları etlerine yapışmış hâlde ölebilirlerdi.
“Niye devam ediyorum?”
Nasıl ölebileceğini gözünün önünde canlandırabiliyordu. Eğer düşmanları arkalarında belirmezse ateş önce Oğul’u vururdu. Onun arkasında dururlarsa biraz yaşama şansları olacaktı. Eğer onlara canlı kalkan olan Oğul düşerse yapacakları çok fazla şey kalmıyordu. Gelecekte onu öldürmek istese de şu anda güvendiği şey Oğul’un gücüydü.
「Yaklaşıyorlar.」
Kimler yaklaşıyor demeye kalmadan küçük yeşil yaratıklar yürüdükleri koridorun iki ucunda belirerek onların gurubunu kapana kıstırdı. Köleler kalkanlarının arkasına saklanırken Kyre onların önüne geçti. Onun önünde beş goblin vardı.
Oğul’un önündeki goblinlerin sayısı altıydı ama Oğul’un tek başına onlar yenebileceğine emindi. Yine de gücünden emin olmadığı Kyre’nin yanına geçmek yerine Oğul’un arkasında kalmayı tercih etti. Gobinlerden birinin Oğul’u aşıp diğerlerine arkadan saldırmasına engel olmalıydı.
Karşılaştıkları goblinler önceden karşılaştığı goblinlere göre daha ‘yeni’ ve ‘hasarsız’ gözüküyorlardı. Tamamen çıplaklardı ve bacaklarının arasında vücutlarının kalanından daha koyu olan küçük yeşil bir uzuv taşıyorlardı. Dirseklerinden uzayan boynuzlar ve pençeleri kısaydı.
Ezilen kemiklerle birlikte cıvık bir ses, Oğul’un başını tutup duvara vurduğu goblinden geldi. Diğer goblinleri de elleriyle ve ayağının altında ezerek öldürdü. Son goblin kaçmaya teşebbüs etmeden önce onu yakaladı ve vücudunu iki parçaya ayırdı.
Her tarafa sıçrayan kan, et ve kemik dışında yaptıklarını daha korkunç kılan şey hiç çaba harcamamış oluşuydu.
Kısa süre içerisinde ölen goblinlerin kan ve dışkı kokusu dar koridorda yayıldı. Ağır bir kokuydu ve miğferi yüzünden zaten nefes almakta zorlanırken bir de koku eklenince rahat nefes almak için ağzını açıp derin nefesler almak zorunda kalıyordu.
“Umarım kriz geçirmem.”
Diğer tarafta Kyre diğer dört goblini öldürmüştü ama bir goblin onu devirip üstüne çıkmayı başarmış gibi gözüküyordu. Aptal yaratık Kyre’nin görmesi için miğferine açılmış ince aralığa pençelerini sokmak yerine boynuna saldırmayı tercih etti. Boynunu koruyan çelik yüzünden pençeleri kırıldı ve Raya yaratığı tekmesiyle Kyre’nin üstünden attıktan sonra Kyre onu tutup altına aldı. Sonraki hamle belindeki hançeri çıkarıp goblinin gözüne saplamak olmuştu.
“Buranın Şeytan Beyi geri zekâlı herhâlde... Goblinlerin bir işe yaramadığını anlayamamış mı? Yoksa yaratabildiği tek şey goblinler olduğu için umutsuzca onlara bel mi bağlıyor?”
Kyre ayağa kalkıp düşürdüğü kılıcını geri alır ve goblinlere küfür ederken Yu genç insanları sinirli görmenin komik olduğunu düşünmeye başladı.
“Arkadaşım, o şey uzakraşıyor,” dedi Oğul.
Yu heyecanla konuştu. “Öyleyse onu takip edelim! Sana güveniyorum! Yolu göster arkadaşım!”
“Ihh~ Gösteririm!” Duyduğu kelimeler Oğul’un hoşuna gitmişti. “Mu taraftan gideceğiz!”
Yu’nun sesindeki sahte heyecana kapılan Oğul mağaranın içinde koşmaya başladı. Hedefinin nerede olduğunu hissetse de mağaranın içindeki tüneller karışık olduğundan bazen çıkmaz yollara girip geri dönüyor ve farklı bir tünele giriyorlardı. Tüneller arasında ilerledikçe mağaranın düşündüğünden daha karışık olduğunu anladı.
“Muradan gidersek hiçmir yere çıkamayız!” diye bağırdı her yerinden ter damlayan Fake. “Tünerin sonunda hiçmir şey yok. Hatırrıyorum murayı.”
“Ama arkadaşım! Murada! Hissediyorum! Yaran söyremiyorum!” Oğul kelimelerin arasında hiç duraksamadan konuşuyordu. “Men onu hissediyorum! Kanım kaynıyor!”
“Bizi yaratıklarıyla öldüremeyeceğini anlayınca tuzağa çekmeye mi karar vermiş? Bizi çıkmaz bir alana sürükleyip kapana mı kıstıracak? Mağarayı üzerimize çökertebilir mi? Ya da en azından yolumuzu kapatabilir mi? Oğul varken hareket etmemizi engelleyebileceğini zannetmiyorum.”
Fake’nin dediği gibi girdikleri tünelin sonu hiçbir yere çıkmıyordu fakat sadece goblinlerin emekleyerek girebileceği kadar küçük iki delik vardı.
Yu kendi elinde tuttuğu meşaleyi deliklerden birinin içine attı ve içerideki bir şey ciyakladı. Şimdiye dek tanıdığı kadarıyla sesi bir gobline aitti. Raya, Yu’nun yaptığı şeyi ve sonucunu fark edince hemen kendi elindeki meşaleyi diğer deliğin içine attı. Bir süre goblinlerin dışarı çıkmasına engel olacaklardı.
“Hani muradaydı?” diye sordu Kyre. “Gobrin yuvasına gerdik, maşka mir şey yok!”
“Murada!” diye bağırdı Oğul. Sesi mağaranın duvarlarında yankılandı.
Yu etrafına, özellikle tavana baktı. Tavana saklanmak oldukça klişe bir hamleydi ve böyle klişe bir hamleyle ölmeye niyetli değildi.
「Burada bir yerlerde.」
Oğul’un ve Kyre’nin sözlerinden çok kılıcına güveniyordu. Güvendiği şeyin bir şeytan olması da durumunun içler acısı oluşu olarak yorumlanabilirdi.
「Na retro!」
Birbirlerine yakın durdukları için aralarından geçebilecek pek bir şey yoktu, yine de kılıcının uyarısıyla elinde taşıdığı savaş çekicini arkasına doğru savurdu.
Kırmızı derili, beyaz saçlı ve gözlerinin yerinde iki büyük çukur olan bir varlık, çekicin kendisine çarpmaması için durdu ve yüzünü Yu’ya yaklaştırarak mağarada karşılaştığı şeytana benzer uzun sivri dişlerini ona gösterdi.
“Ar!”
Oğul üstü zırhla kaplanmış elini şeytanın başına doğru sallarken kırmızı yaratık toz ve gölge karışımı bir forma bürünüp hızla görünmez olarak Oğul’un elinden kurtuldu. Yu kılıcın sesini tekrar zihninde işitti.
「Kölene!」
Kılıcın sözüne bir kez daha uydu ve Fia’ya yöneldi fakat şeytanın elfin önünden mi yoksa arkasından mı çıkacağını bilmiyordu. Fia’nın elinde tuttuğu kalkana güvenerek arkasına doğru çekicini savurdu, yanlış tercihti; kırmızı tenli kötücül mahlûkat elfin önünde belirmişti.
Fia kalkanını yüzünü korumak için kaldırırken şeytan parmaklarındaki uzun siyah pençeleriyle kalkanın üstüne vurdu. Kalkanın üstünde dört derin çizik oluşurken şeytanın parmaklarından kıvılcım çıkmıştı. Kyre kılıcını ona saplamak için uzattığında tekrar ortadan kayboldu.
-------------------------
02.09.2022 – 00:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..