Raya, Altar’ı iyileştirene dek Yu, Oğul’un cesedinin yanında
durmuş ve kadını izlemişti. Altar’ın çatlamış damarları normale döndüğünde Raya
yüzündeki teri kıyafetine sildi ve başını çevirerek Yu’ya baktı. Yu kısa bir an
için kadının içten bir şekilde gülümsediğine şahit olma fırsatını yakalamıştı.
“Onu öldürdün mü?” diye sordu Raya. Yu başıyla onayladı. “Ölüm onun için bir ceza sayılamayacak kadar merhametli olsa da dünya bir pislikten kurtuldu.”
“Babası kızmayacak mı?”
“Babasının onu önemsediğini sanmıyorum.”
Oğul’un cesedinin yanında siyah figürler beliriyordu. Kimisi hayvandı, kimisi insan; cüceler ve elfler de vardı, Yu’nun daha önce hiç görmediği canlılar da. Zincirlerinden kurtulmuş ve üzerlerindeki siyah kiri yavaşça atmaya başlamışlardı. Birkaç saniyenin ardından hepsi özgürlüğüne tamamen kavuştu ve reenkarne olabilmek için gökyüzüne, Nefaera’nın yanına yükseldi.
“Marak’ı nasıl öldürdüğünü gördüm. Bu piçlerin sonunun geldiğini görmek iyi hissettiriyor. Sahiden gittiğin her yere felaket götürüyorsun.”
“Bu biraz kalbimi kırdı.”
Vazgeçilenlere felaket getirmekten duyduğu memnuniyet tamamen gerçekti ama geçmişte başkalarının üstüne getirdiği felaketler onu üzüyordu. Yaşadığı kırgınlığı saklayamazdı.
“Beni iyileştirecek misin?” diye sordu Raya’ya. Ayağa kalkıp kılıcından destek alarak yanına yürümeye çalıştı. “Umuyorum ki Vazgeçilenler artık yok diye beni öldürmeye çalışmazsın. Eğer istersen bunu başarabilecek birine benziyorsun.”
“Keşke yapabilsem ama hâlâ hizmet etmek zorundayım. Efendim beni azat edene dek.”
Kime ve neden hizmet ettiğini merak ediyordu ama cevabını alamayacağını bildiği bir soruyu sormak enerjisini boşa harcamaktan ibaretti. Raya’nın yanına oturdu ve Altar’ın vücuduna baktı. Altar’ı da öldürmesi gerektiğini, onun da diğer Vazgeçilenler kadar kötü olduğunu biliyordu. Ona kılıç kullanmayı öğrettiği için içinde samimi bir duygu beslese de adalet anlayışını hissettiği duygulara göre şekillendirmemeliydi.
“İzin vermem,” dedi Raya. “Onu öldüremezsin.”
“Onu seviyor musun?”
İkisinin yaşları yakın gözüküyordu ve hiçbir Vazgeçilen, Raya’ya dokunmaya cüret etmemişti. Altar ile aralarında bir ilişki olabileceğinden şüpheleniyordu ve bu şüphe şimdi bir kez daha gün yüzüne çıkmıştı.
“Hayır,” dedi Raya ciddi bir şekilde. “Ama efendimin atadığı lider o. Bugün daha fazla adil kahramanı oynamayacaksın.”
Raya onun yaralarını iyileştirmeye başlayınca biraz daha enerjik hissetti. Birkaç dakikanın ardından çok fazla mana harcayan Raya esnemeye başladı ve Yu onu daha fazla yormamak için şifa büyüsünü kesmesini istedi.
“Kahramanı oynamak diyorsun... İnsanlar için en hayırlısı bu olmaz mıydı?”
Kılıcından destek alarak ayağa kalktı. Vücudunda hâlâ sızlayan morluk ve yaralar olsa da acıya karşı toleransı artmıştı ve kendini biraz daha yetişkin hissediyordu. Ne uğruna savaştığını görmek için tanrının lahdine doğru yürümeye başladı.
“Altar sana özgür olacağını söyledi, biliyorum ama öylece gitmenin iyi bir tercih olduğunu zannetmiyorum. Efendimizin onayını bizzat almanı öneririm.”
Yu başını çevirdi ve hayal kırıklığıyla Raya’ya baktı. “Oysaki sana bir kasabaya kadar eşlik etmeyi önerecektim. Senin de özgür olacağını düşünmüştüm.”
Vazgeçilenlik işi bittiğinde ve herkes özgür kaldığında Raya’ya zarar vermelerinden korkuyordu fakat gördüğü üzere hâlâ bitmemişti. Üstüne üstlük Oğul’un babası, yani Vazgeçilenlerin efendisinin buraya geleceğini anlamıştı. Raya’nın azat edilmeyi beklemesi onun gözünde bu anlama geliyordu. Oğul’un babasının kim olduğunu merak etse de onunla şu anda karşılaşmak iyi bir fikir değildi.
“Köprüye adım attığım an ikinci bir melek çıkıp beni öldürse çok trajikomik olmaz mıydı?” diyerek bir şaka yapmayı denedi ama Raya buna gülmemişti. “Hayatımı fazla riske atıyorum.”
Yürürken destek aldığı kılıcı lahde doğru fırlattı ve kılıca hiçbir şey olmayınca kendisi de köprünün üstüne ilk adımını attı. Aşağıdaki çukura bakmaya korkuyor ve hâlâ bir meleğin çıkıp ona saldırması endişesi yerinde duruyordu. Dikkatlice yürüdü ve lahdin karşısında durdu.
Rahatça söyleyebilirdi ki kendi dünyasındaki herhangi bir antik çağ kralının mezarı, önündeki tanrının lahdinden daha şahşahalıydı. İçinde Zamander isimli tanrının yattığı lahit tamamen siyahtı ve süslerden arınmıştı. Yu ona baktığında endişelerden daralan göğsü karanlık çukur tarafından pençeleniyor ve olumlu duyguları sömürülüyordu.
“İnsanlar özgürlüğü uğruna savaşıyor,” diye düşündü aklında ablalarının mezarı varken. “Ama en sonunda özgürlükten söz edilemeyecek bir mezarın içine giriyorlar. Sonum böyle olacaksa özgür olmanın ne anlamı var ki? İnsanın ihtiyacı olan şey özgürlük değil.”
Kendini lahdin içinde hayal ediyordu. Hareket etmesi mümkün değildi, çıkıp kurtulamazdı. Tamamen karanlıktaydı ve bir daha hiçbir insanla karşılaşmadan, dünyanın sonuna dek orada kalacaktı. Bu düşünceler göğsünde daha güçlü bir baskı oluşturuyor, sevdiği insanların bu durumda olduğunu bilmek ve kendisinin de bir gün o durumda olacağı düşüncesi nefeslerini ağırlaştırıyordu.
“O duruma gelen insanlar artık o durumda olduklarını bilmeseler bile... Koyuyor...”
O kadar çok kişiyi öldürdükten ve altında yürümenin neredeyse imkânsız olduğu kadar suç işledikten sonra ölmekten eskisi kadar korkmasa da mezarın içinde olduğunu düşünmek onu boğuyordu.
“Beni aşağılamak için onlarca şey söyleyen o herifler neden şimdi moral vermek için gelmiyorlar?”
Ellerini lahdin kapağının üstüne koydu ve itmeyi denedi. Düşündüğünden daha zor olmuştu ama yine de omuzlarını çalıştırdı. Kendi ağırlığını da verince kapağı aralamayı başarmış ve ne için savaştığını görme fırsatına erişmişti.
Lahdin üzerinde hiçbir toz zerresi olmadığı gibi içinde de yoktu, tanrı yeni konulmuş gibiydi. Lahdin kapağı tamamen açık olmasa bile içerisinden yayılan ışık göz alıcı seviyede yüksekti.
Altından örülmüş gibi gözüken uzun sarı saçları hâlâ capcanlı olan ve kokusunu kuvvetli bir şekilde koruyan papatyalarla süslemişlerdi. Üstünde ipekten beyaz bir elbise vardı ve elleri karnının üstünde birleştirilmişti. Vücudu tıpkı Nefaera’nın vücudu gibi parlıyordu ve dünya Nefaera’da olduğu gibi onun üstüne secde ediyordu. Tanrının vücuduna bakıldığında ölü olduğunu belli eden bir şey yoktu, uykuya dalmış gibiydi.
“Demek bir tanrı böyle görünüyor,” dedi Raya onun yanına geldiğinde. “Elfe benziyor.”
“Evet, kulakları uzun,” dedi onaylayarak. “Okuduğum bir kitapta yüksek elflerin kulaklarının şekli de böyleydi ama benim tanıştığım tanrıçanın kulakları insan kulağıyla aynıydı. Belki şekillerini istedikleri gibi değiştirebiliyorlardır.”
“Belki,” dedi Raya. “Eğer lekelenmemiş biri olsaydım ona secde ederdim.”
Kelimeyi nasıl bir anlamda kullandığını bilmiyordu. Vazgeçilenlerin ya da başkasının ona kölelere yaptıkları şeyleri yapmamış olmasını diledi. Hâlâ birilerinin iyi olacağını umabilecek kadar insanlık taşıyordu.
“Ne yapıyorsun?” diye sordu Raya.
Yu buna cevap vermedi ve tanrının göğsüne dokundu. O anda tüm evren gözlerinin içine sığmıştı.
---:---:---:---:---:---
Sonsuza dek uzanan yemyeşil çimenler üstünden nehirler geçmeye başlamış ve ufukta dağlar yükselmişti. Önlerinde kırmızı, yeşil, mavi, sarı, beyaz ve siyah devler duruyordu. Hepsi tek bir kişiydi ama her biri birbirinden bağımsızdı. Onun gibi özel bir varlık bile aralarındaki ilişkiyi anlayacak kadar kabiliyetli değildi.
Dünyayı ve babalarını gördükten birkaç saniye sonra o da diğerleri gibi bir vücut elde ettiğini anlamıştı. Oynatabildiği parmakları vardı ve burnundan aldığı ilk nefes ciğerlerini yakıp gözlerini yaşartmıştı. Onların dışında ileride vücut bulan başka varlıklar da bulunuyordu. Onları ilk gördüğü andan itibaren içerisinde bir düşmanlık hissetmeye başladı. Onlar birbirleriyle savaşmak için yaratılmıştı.
Başka canlılar daha vardı; titanlar onlara kanat vermiş ve gökyüzünde uçmalarını söylemişti. Onların da birer tehdit olduğunu kardeşleri gibi içerisinde hissediyordu. Kendileri dışında herkes birer tehditti.
Sonra babaları olan altı büyük dev konuştu. Onlar konuştuğunda sanki gök gürlüyor, yeni dağlar oluşuyordu. “Cennetin tahtını almak isteyenler dünyada galip gelmeli,” demişti babaları. Böylece İlk Yüzyılın Savaşı başlamıştı. Her şeyden çok istedikleri fakat görmedikleri bir taht uğruna, onlara üflenen bir nefesle, tanımadıkları canlılara karşı savaşmaya başladılar. Tek görevleri babalarını eğlendirmekti.
Onlar da öyle yaptılar. Ölümüne savaştılar ve babalarını eğlendirdiler. Şeytanları ve ejderhaları yendiklerinde babaları onlara hak ettikleri ödül olan cenneti vermiş, ardından onlardan sıkılıp uykuya dalmıştı. Cennetin sahipleri olarak dünyayı yönetme izni de onlarındı. Onlar da yönettiler ve dünyayı, bir zamanlar babalarının yaptığı gibi canlılarla doldurdular. Böylece babalarının yolundan gidebilir ve eğlenebilirlerdi.
---:---:---:---:---:---
Raya onu kolundan tutup çektiğinde ikisi de yere düşmüştü. Yu birkaç saniyeliğine nasıl nefes alındığını unuttuğu için öleceğini düşündü. Sonra ilk nefesini aldı.
“İyi misin?” diye sordu Raya.
Gördüğü şeyler tekrar gözünün önünden geçti. Dünyanın ilk anlarına tanıklık etmişti. Henüz dili dönmediği için Raya’ya başta cevap veremedi. Raya yüzüne birkaç tokat attıktan sonraysa “Bilmiyorum,” diyebildi. Tanrıdan anılar çalmış gibi hissediyordu.
“İyi misin?” diye tekrarladı Raya.
Yu aynı cevabı verdi. “Bilmiyorum, ben... Sen ne gördün?”
“Hiçbir şey,” diye cevapladı endişeli kadın. “Ona dokunduğunda ikiniz de parladınız ve gözlerimi kapatmak zorunda kaldım. Çok parlaktı.”
“Ondan uzak duralım,” dedi Yu. Gördüklerini hem kendine saklayacak hem de daha fazla tanrıya dokunup binlerce yıllık anıları beynine doldurmayacaktı. Yaşadığı deneyim o kadar gerçekçiydi ki deneyimlemeye devam ederse kendi kişiliğini kaybetmekten korkuyordu.
Raya’nın “Ne yaşadın?” sorusunu cevaplamadan köprüden çıktı ve uzaklaştı.
“İstersen benimle gelebilirsin,” dedi Raya’ya. “Eğer başka planları yoksa diğerlerini Roteur limanından başkente göndermeyi planlıyorum. Benimle gel ve onlarla git. Yu Zao’nun başkenti güvenli olur diye düşünüyorum.”
“Hâlâ gitmemen gerektiğine inanıyorum,” dedi Raya. Sadece onu reddetmiyor aynı zamanda burada kalmasını söylüyordu. “Ama seni burada tutmakla yükümlendirilmedim ve bunu yapacak kadar güçlü de değilim.”
“Anlıyorum.”
Yu kılıcından destek alarak kapıya doğru yürüdü ve mezarı terk etmeden önce son bir kez Raya’ya baktı. Aralarında geçen pek bir şey olmasa da ona karşı arkadaşça duygular besliyordu. Eğer hedeflediği şeyi başarırsa onu unutacak olmasına rağmen mutlu olmasını istiyordu.
“Daha sonra Fake’nin yanına uğra, sana vermesi için bir şeyler bırakacağım,” dedi kapıdan çıkarken. “Bence sen iyi bir insansın. Umarım iyi bir hayat yaşarsın. Her şey için teşekkürler. Elveda.”
-------------------------
07.09.2022 – 00:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..