Cilt 4 - Bölüm 44: Mağlup Şövalye

avatar
358 4

Start - Kapının Ardındaki Dünya - Cilt 4 - Bölüm 44: Mağlup Şövalye


Yeşim Gölü’nün kuzeyinde yer alan dağın batısında, ormanın kenarında yer alan küçük bir köyü yeni geçici üsleri olarak seçmişlerdi. Önceki üslerini terk ettikleri gibi yakında bu üssü de terk edecek ve kalmak için yeni bir yer bulacaklardı. Sürekli konumlarını değiştirmek yorucuydu fakat yapmazlarsa kraliyet kuvvetlerine yakalanma şansları bulunuyordu. Eğer bir aksilik çıkmazsa birkaç hafta içerisinde burayı da terk edecek ve Vermia’ya yakın başka bir bölgede yeni bir üs kuracaklardı.

“Bugün kuşların bile neşesi yok,” diye düşündü hiçbirinin cıvıldamadığını görünce. Bugün ayın otuzuydu ve bildiği kadarıyla Yu Valarfin’in doğum günüydü. Aylardır içinde olan yara onun doğum günü yaklaştıkça büyümüş ve bugün geldiğinde tamamen kan içerisinde kalmıştı. Tüm hayallerinin, geleceğini akıllarından bile geçirmedikleri ani bir saldırıyla yok olması hayatı boşuna yaşadığını ve kendi kaderi üstünde hiç söz sahibi olmadığını hissettiriyordu.

Ağaçların arasında biraz ilerledikten sonra karşısına çıkan kulübenin kapısını çaldı.

“Kapı kilitli değil.”

Kapıyı araladığında içeride Cornelia Dri Vermilia ve yeni şövalye ilan edilmiş Sör Jaime Salamon ile karşılaştı. İçeri girer girmez Cornelia’nın kapadığı tüm perdeleri açtı ve ağaçların izin verdiği kadar gün ışığının kulübeye girmesini sağladı. Cornelia iç çekerek ışığında çalıştığı mumu söndürdü.

Cornelia’nın sert yüzü kırışıklarla doluydu. Uykusuzluktan gözleri şişmiş ve altları morarmıştı. Çok fazla su içmediği için dudaklarında çatlaklar vardı ve yanakları az yemek yediği için vücudunun geri kalanı gibi zayıflamış ve kemikleri iyice açığa çıkmıştı. Saçları da birisi gelip taramadığı sürece dağınıktı.

İlk bakışta çalışıyor gibi gözüküyordu ama topraklarını kaybetmiş düşes hiçbir önemli bilginin yazmadığı belgelere tekrar ve tekrar bakmaktan başka bir şey yapmıyordu. Onları okumuyor, sadece izliyor ve çalışıyormuş gibi yapıyordu. Belgelerle uğraşmaktan sıkılmıştı. Kılıcını eline alıp kaybettiği şehrini geri almak için Vermia’ya hücum etmek istiyordu.

“Düşesim,” dedi Jaime Salamon.

Babası bile Yu Zao’yu desteklemesine rağmen Jaime Salamon, Cornelia’nın yanında kalmaya devam ediyordu. Temmuzun ortasında topraklarının verasetini kaybettiği haberini almışlardı ve o günden beri genç şövalyenin davalarına olan desteği artmıştı.

Cornelia zayıflamış parmaklarıyla tuttuğu kâğıtları bırakarak Jaime’ye baktı. Genç şövalye hizmetini sunduğu hanımını böyle bitkin bir hâlde görmekten üzüntü duyuyordu. Üstüne ona kötü haberler verecek olmak şövalyenin kalbini yaralamaktaydı.

“Ortana da tamamen Yu Zao Long’un hâkimiyetini kabul ediyor. Maalesef Vermia topraklarında bizi destekleyecek hiçbir...” Cornelia’nın elleri titremeye başladığında Sör Jaime sözlerini yutkunarak bitirdi. “...lord yok.”

Konuşmadan önce cesaretini toplayıp sırtını dikleştirmiş olmasına rağmen konuşmasının ardından omuzlarını indirmişti. Bir şövalyeye yaraşmayacak bir duruşu vardı ve üstündeki zırhı bir adam değil de bir çocuk giyiyormuş gibi gözüküyordu.

“H-hainler... Hain... Hain... Hepsi hain!” Cornelia hışımla gereksiz belgeleri yırttı ve yere attı. “Yüzyıllar önce babalarını kanatlarımızın altına aldık! Onları itlerden koruduk! Açlıktan guruldayan karınlarını doyurmaları için tarlalar ve hayvanlar verdik! Karşılığı bu mu?”

Saçlarını yolmak için zayıf parmaklarını başına götürdü lakin Jaime tarafından engellendi. Genç şövalye efendisinin güzelliğinin daha fazla zarar görmesini istemiyordu ama Cornelia bu iyi niyetli davranışı hırçınlıkla karşıladı. Jaime’yi itti ve ayağa kalkıp bağırmaya devam etti. En azından artık saçlarını yolmayı denemediği için genç şövalye başarılı olmuş sayılırdı.

“Hepsinin kellesini alacağım!” diye bağırdı Cornelia. Kellelerinin alınması gerektiğini düşündüğü kişiler arasında Jaime Salamon’un ailesi de vardı. “Her biri bana ihanet etti, aileme ihanet etti, verdikleri yemine ihanet etti! İhanetin cezası nedir, Sivina? Ölüm değil midir?”

Yu’nun Yurine’nin yanına gitmek için üst katın penceresinden içeri girmesinin ardından Sivina kendini şeytanlarla karşı karşıya bulmuş, onlarla savaşmış fakat güçleriyle sayı üstünlükleri birleşince onlara karşı dayanması mümkün olmamıştı.

Fakat onu silahsız bırakmalarına ve yere düşürmelerine rağmen öldürmek için bir hamle yapmamış oluşları Sivina’yı hâlâ düşündürüyordu. Kendi aralarında onun anlamadığı bir dilde biraz tartışmış ve sonra Sivina’yı yakalamak için ellerini uzatmışlardı.

Cornelia ve Link’in birlikte sahneye girdikleri an buydu. Sivina’yı kurtarmış ve Yurine ile Yu’yu bulmak için uğraşmış fakat başaramamışlardı. Tıpkı neden öldürülmediği düşündüğü gibi o kuleden tek bir çıkış olmasına rağmen Yu ile nasıl karşılaşmadıklarını düşünüyordu.

Yurine ve Yu’yu bulamadıktan sonra kaleden ve hatta şehirden kaçmak zorunda kalmışlardı. Link onların kaçabilmesi için kendini feda etmişti ve Ana kayıptı. Cornelia çıldırmak üzereydi fakat şehirden yükselen alevleri görene dek akıl sağlığını tam anlamıyla kaybetmiş sayılmazdı. Düşesleri şehrinin yandığını gördüğünde onu dizginlemek için kaba kuvvete başvurmaları gerekmişti.

Cornelia’nın tamamen aklını kaybetmesini sağlayan şeyse kraliyetin şehri geri aldığını öğrendikleri an değil, şehri yakanın kimliğini öğrendikleri andı. Pençeleri olan siyah bir kola sahip, kahverengi saçlı ve mor gözlü yakışıklı bir peygamber insanları örgütleyerek Vermia şehrini yakmış ve halkın birbirine düşmesine sebep olmuştu. Onların kulağına gelen hikâye buydu.

Bugün bile Sivina bunun mümkün olmadığına inanmak istiyor, kendine işin içerisinde başka şeylerin olduğunu söyleyip duruyordu. Belki bu iş şeytanların oyunuydu, belki de tamamen bir yanlış anlaşılma olmuştu. Sevdiği adamın kötü şeyler yapabileceğini biliyordu ama böyle bir şey yapabileceğine hiç imkân vermemişti. Hele ki Yurine yanındayken Yu’nun böyle bir şey yapması mümkün değildi. Yurine böyle bir şeye asla izin vermezdi.

Ama her ne kadar Yu’nun masumiyetine inanmak istese de tüm iddialar Yu’nun aleyhineydi. Bir süre sonra bu sahte peygamberin isminin Yu Valarfin olduğunu da öğrenmişlerdi. Cornelia büyülü bir şekilde âşık olduğu adamın ihanetine uğradığını düşünmüş ve onu öldürmek için yeminler sıralamıştı.

“Eğer onu dinlemeseydim ve yanında yukarı çıksaydım bir şeyler değişir miydi? Hayır, bir şövalye olmayı hak edecek kadar güçlü değilim. Yaşananlar yetersizliğimden kaynaklıydı. Benim suçum.”

Bunu o kadar çok kez söylemişti ki artık onun üzerinde bir etkisi kalmamıştı. Başını kaldırdı ve Cornelia’nın gözlerine bakıp sakince cevapladı.

“Eğer düşes hazretleri herkesin kellesini alırsa yöneteceği kimse kalmaz.”

“Adalet kalır!” diye bağırdı Cornelia. “Yönetmek istemiyorum, adalet istiyorum! Sözlerini bozanlar için adalet! Şehrimi yakan ve insanlarımı öldüren canavar için adalet! Şehrimi istila eden kral bozuntusu için adalet!”

Sürekli neden Cornelia’nın yanında durduğunu sorguluyordu. Şimdiye dek çoktan Yu’yu bulmak için ayrılmış olmalıydı ama cevabı kendi kendine verdi; Yu’yu bulmayı her ne kadar istese de bir o kadar da onunla yüzleşmekten korkuyordu. Bu yüzden Cornelia’nın ona ihtiyacı olduğu bahanesinin altına sığınıyor ve onun yanında duruyordu.

“Onca şeyi yapmış olamaz... Olmamalı...”

Kapının çalmasıyla birlikte Sivina omurgasından yukarı çıkan soğuk bir hisle irkildi. Ne zaman beklemediği anda gelen bir ses duysa irkiliyordu. Vermia’nın düşüşünden sonra yaşanmaya başlamıştı.

“Kapı kilitli değil,” dedi Cornelia.

İçeriye giren kişi Sivina ile aynı memleketten geliyordu, Elvhavenliydi. Daha da ilginci Sivina’nın ailesi Ecuesleri tanıyor oluşuydu.

“Düşesim, bu sabah şehirden gelen köylüler ile konuştum,” dedi Sör Galahad Uzunmızrak.

Yeni doğanların pek çoğu gibi o da Kahramanların Savaşı’ndaki en öne çıkan kahraman olan Galahad’in ismini almıştı. Galahad Uzunmızrak’ın sürekli taradığı kısa sarı saçları ve açık mavi gözleri vardı. Yu’dan daha uzundu ve hiç şüphesiz daha güçlüydü. Yine de Sivina’nın nezdinde Yu kadar yakışıklı değildi. Hiçbir adam onun kadar yakışıklı olamaz ve Sivina’nın kalbini onun yaptığı şekilde titretemezdi. Duyduğu şeylere rağmen hâlâ gözü Yu’yu arıyor ve diğer erkeklerle ilgilenmiyordu.

“Ne anlatıyorlar?” diye sordu Cornelia. Çabuk sinirlendiği gibi çabuk sakinleşmiş ve sandalyesine geri oturmuştu.

Sör Galahad anlatmaya başladı. “Yu Zao’nun generallerinden Han Zao doğuda Narbun, Gast, Karakale, Uyundur ve Keçioku’nu ele geçirmiş. Sagio’yu es geçmeyi ve Kral Juel Hao için Leo’ya doğru inmeyi planlıyor.”

“Orada yaşananlar bizi ilgilendirmiyor,” dedi Cornelia. Sivina aksini düşünse de aralarına girmedi. “Başka ne anlatıyorlar? Bizi ilgilendiren bir şey var mı?”

“Majesteleri Kral Juel Hao Long ve Aslan Kardinali’nin kızı Kraliçe Glorie Ascor bir bebek bekliyor. Kral Juel Hao bebeğin doğmasının ardından savaşa katılacağını bildirmiş.”

Bu haber Sivina’yı acı bir şekilde güldürmüştü. Bebek doğana kadar geçen sürede kraliyet güçleri tüm ülkeyi ele geçirebilir ve Kral Juel Hao Long kendini düşmanlarla çevrili hâlde bulabilirdi.

“Bunun da bizimle alakası yok,” dedi Cornelia. Parmaklarını sertçe masaya vuruyor ve bacaklarını sallıyordu. İlgilenmediği haberler düşesin canını sıkıyordu.

“Majesteleri Kral Juel Hao, Sabah Şövalyesi tarafından desteklendiğini iddia ediyor. Kuzeyden gelen orduyla onun yerine Sabah Şövalyesi savaşacakmış.”

Bu kısımda Cornelia ilgilenmediğini söylese bile gözlerini Sör Galahad’in üstüne dikmiş ve diyeceği diğer şeyleri duymak için dinlemeye başlamıştı. Aynı şey Sivina ve Jaime için de geçerliydi. Sivina, Andromeda Kilisesi içerisindeyken Sabah’a dokunmayı denediği seferi hatırlıyordu. Onun tarafından reddedilmiş ve sertçe itilmişti.

“Nasıl olur?” Jaime şaşkınca sordu. “Öyle bir şey olsa batıdan bunun haberi gelmiş olmaz mıydı? Bu savaşı değiştirebilecek bir şey.”

“Savaşı bir adam değiştirir mi bilmiyorum,” diye devam etti Sör Galahad. “Ama onun ayna kadar parlak bir kılıç taşıdığını söylüyorlar. İsmini doğal olarak bırakmış ama insanlar onun sıradan bir köylü olduğu dedikodularını kulaktan kulağa anlatıyor. Bazıları da kendisi için yüz adamı yenecek güçte diyor.”

“Bir yanlışlık olmalı.” Sivina da duyduklarına inanamıyordu. “Andromeda’dan böyle bir haber almadık, bunun doğru olduğuna inanmıyorum. Öyle bir şey olsa haber bize daha önce ulaşırdı.

Sör Galahad omuz silkti. “Bizim inanmamız önemli mi ki? Diğer insanlar buna inanıyor. Bu yeterli.”

Güç kılıçlardan veya taçtan değil ona inanan insanlardan gelirdi. Eğer tüm insanlar bir kişinin kral olduğuna inanırsa o kişi ister bir soylu ister basit bir çiftçi olsun, ona inanan insanlardan aldığı yetkiyle herkesten daha güçlü olurdu. Doğum hakkıyla mirasçı olmuş haklı bir kral bile böyle bir gücün karşısında duramazdı.

Eğer insanlar onun Sabah Şövalyesi olduğuna inanıyorsa ve o kişi biraz da güçlüyse yalan söylemiş bile olsa gerçek Sabah Şövalyesi’nden bir farkı kalmayacaktı. En azından insanların gözünde böyleydi ve çoğu zaman bu yeterliydi.

“Kova Katedrali’nden hâlâ haber alamıyoruz,” dedi Sör Galahad. “Yakında Yu Zao’nun Aqua şehrine doğru ilerleyeceği söyleniyor.”

“Bizi ilgilendiren tek haber,” dedi Cornelia. “Neden daha önce söylemek yerine lafı uzatıyorsun!”

Sör Galahad sakince cevapladı. “Önce bunu söyleseydim diğerlerini dinlemezdiniz.”

Yu Zao şehirden çıkarsa şehri almak için bir şansları olurdu fakat Sivina onun şehri terk edebileceğini düşünmüyordu. Şimdiye dek hız kesmeden gelen çoğu erzak konvoyunu yağmalamış ve şehre yemek akışını engellemişlerdi.

“İçki getir,” dedi Cornelia, Jaime’ye. Genç şövalye hâlâ yaver muamelesi görmekten hoşlanmasa da itaat etmek zorundaydı. “Yu Zao ancak rüyasında tekrar savaşabilir. Konvoyları yağmalamaya devam edeceğiz. Eğer dövüşemeyeceğimiz kadar çok adamla korunuyorlarsa yakacak ve telef edeceğiz. Açlıktan ölmemek için şehirden çıkmaları gerekecek, o zaman şehrimi onlardan geri alırım. Eğer çıkmazlarsa da şehrimi onların cesetlerinden geri alırım.”

Ellerindeki adamlarla yapabilecekleri tek şey buydu. Sivina iznini isteyerek dışarı çıktı ve Sör Galahad onun arkasından geldi. Bulundukları ev ağaçların arasında kaldığı için doğal olarak onlar da ağaçların arasındaydı. Jaime, Cornelia’nın içkisini getirirken karşılaştılar ve birbirlerini selamladılar. Sonra da Sivina, Sör Galahad ile birlikte köyün içerisine doğru yürümeye başladı.

Galahad Uzunmızrak, Sivina’nın ailesi Ecueslerin bağlı olduğu Elo düklüğüne bağlı olan Uzunmızrak Ailesinden geliyordu. Onun ailesi de bir şövalye ailesiydi fakat Sivina onları yalnızca isim olarak tanıyordu. Bir kız çocuğu olarak aile içindeki konumu nedeniyle onlarla görüşme fırsatı yakalayacak kadar ön planda olmamıştı.

Zaten aileler arasındaki ilişkilere pek ilgili değildi ve bu ilişkilere kızlar katıldığında bunun anlamı bir evlilik olurdu. Babası kızının evlenmesi fikrinden rahatsızlık duyuyordu ve Sivina da bir evliliği Yu’ya âşık olmadan önce düşünmemişti.

“Pek fazla konuşamıyoruz,” dedi Sör Galahad. “Ağabeyin Henry'nin karısı şu sıralar doğurmuş olmalı. Umarım doğum sorunsuz geçmiştir.”

“Umarım,” dedi Sivina.

Galahad Uzunmızrak’ın babası veya annesinin sözüyle buraya geldiğine neredeyse emindi. Babası onun bağımsız biri olmasını istese de en nihayetinde bir babaydı ve kızı hakkında doğal olarak endişeleniyordu. Annesinden söz etmesineyse hiç gerek yoktu, kızı eline kılıç aldığı günden beri onun için endişeliydi. Bu yüzden kocasını ikna etmesi ve tabularını yıkıp Sör Galahad’i ikna ederek onu kontrol etmesi için göndermeleri olasıydı. Zaten birbiriyle yakın olan ailelerin çocuklarının dünyanın başka bir köşesinde karşılaşması gibi bir tesadüf kulağa pek inandırıcı gelmiyordu.

“Hiç sevinmemiş gibisin,” dedi Sör Galahad hoş bir gülümsemeyle. “Bir yeğenin daha oldu. Eğer kız olurlarsa adını Edith, erkek olursa adını Arthur koymak istiyorlardı.”

“Biri annemin diğeri babamın adı, ikisi de bununla gurur duyar.”

Babası Sör Arthur Ecues, harika bir savaşçıydı. Yedi oğlu ve bir kızı vardı, güzel bir eşe sahipti ve bir şövalye olarak tüm El adasında nam salmıştı. Kendisine çok fazla toprak bahşedilmese de hâlâ genç sayılırdı ve gelecekte kralın ona daha büyük topraklar vermesi muhtemeldi. Belki bir kaleleri bile olurdu.

“Büyüdüğümde baban gibi olmak istemiştim,” dedi Sör Galahad.

“Ben de,” diye cevapladı Sivina. “Ve pek çok diğer çocuk da aynısını istedi.”

Babası uzun boylu bir adamdı, erkek kardeşleri de öyle. Sivina hâlâ yüz yetmiş santimetrelik boyuyla yaşıtı kızların çoğundan çok daha uzundu ama babası uzun kılıcı tek eliyle kullanabilecek kadar uzun boyluydu. Öyle ki on üç yaşındayken yetişkin bir adamı çoktan geçmişti.

Sör Galahad gülümsemeye devam ederek Sivina’nın defalarca kez dinlediği hikâyeyi anlattı. “On üçünde hizmet ettiği şövalye turnuvadan önce sarhoş olup uyuyakalınca onun zırhını giyip kılıcını kuşanmış ve birbiriyle savaşan yirmi yedi adamın arasında son kalan olmuş.”

“Halam o esnada babamın korkakça savaştığını söyler.”

“Elbette!” diyerek kahkaha attı Sör Galahad. “On üç yaşında bir çocuk birbirlerini öldüresiye dövmek isteyen yetişkinlerin arasına atlıyor. Tabii ki de korkakça savaşacak ama en nihayetinde kazanmış.”

Sivina ne gülüyor ne de gülmek istiyordu.

“İnsanın yaşamak isteyeceği bir yer.”

Köyün konumundan ötürü unutulmuş ve önemsiz olmasını şaşırtıcı bulmazdı ama öyle değildi. Buradaki insanlar bölgenin kalanından yarı izole yaşadıkları hayatı ellerinden geldiğince güzel kılmak için çabalamıştı.

Evlerin hepsi ya iki ya da üç katlıydı. Bahçeler büyük ve yeşildi ve yollar genişti. Sivina’nın bir kuyudan su çıkarttığı köy meydanı köylülerin eğlenceleri için büyük tutulmuştu fakat en önemlisi köylüler, en azından çoğu, Cornelia’ya sadıktı. Cornelia hakkı olanı geri aldığında onları ödüllendireceğini söyleyip duruyordu.

Köy hareketliydi. Köylülerden bazıları Cornelia’nın emrinde savaşmak için eğitiliyordu. Sadece on beş kişi olsalar ve gerçekçi bir bakış açısıyla koca bir orduya karşı işlevsiz kalsalar da toplam asker sayıları üç yüzü geçmiyorken onlara katılacak her adam bir nimetti.

“Günaydın hanımefendi, sör,” dedi Sivina kuyudan çektiği suyu içerken yanlarına gelen bir kadın. Elinde bir kova vardı ve kuyudan su doldurmak istiyordu. Sör Galahad onu selamlarken Sivina kenara çekildi ve kadın kuyunun karşısına geçti.

“Çocukların dışarıda oynadığını görmek güzel,” dedi Sör Galahad. “Savaştan uzaklar ve mutlular. Şövalyelerin böyle bir manzarayı görebilmek için savaşması gerektiğine inanıyorum.”

“Şövalyeler efendilerinin emirlerini yerine getirmek için savaşırlar,” diye karşılık verdi Sivina. “Epik şövalye hikâyeleri sadece çocukken güzel geliyordu.”

“Ben böyle düşünmüyorum.” Sör Galahad şövalyelik hakkındaki görüşlerini anlatırken insanlar su almak için kuyuya sıra olmuştu. “Biz de onların arasından çıkmış kişileriz. Arasından çıktığımız insanlar için savaşmazsak ne işe yararız?”

Sivina somurtarak Sör Galahad’in susmasını bekliyordu. Onun görüşleriyle ilgilenmiyordu ve kendisine karşı sergilediği yakınlaşma çabalarından hoşlanmıyordu. Söyledikleri sıradan bir kızı etkileyebilirdi fakat Sivina için geçerli değildi. Şövalyelerin profesyonel katillerden ibaret olduğunu Sivina biliyordu. Artık asil bir davaya hizmet etmek isteyen genç kız yoktu, esen rüzgârla sürüklenen başarısız bir şövalye vardı.

“Hanımefendi!”

Omurgasına yine soğuk girerken arkasını döndü.

“Düşes efendi şimdi köyden çıkmanızı ve çevreyi gezmenizi istiyor! S-sonra... Şey-”

Cornelia’nın yaver olarak seçtiği küçük çocuk söylediğini unutmuş gibiydi. Sör Galahad onun yerine cümleyi tamamladı.

“Erzak hatlarını kontrol etmemizi istiyor. Şehre bakmamızı ve bekledikleri erzakların ne zaman geleceğini öğrenmemizi istiyor. Öyle mi?”

“E-evet!” diye bağırdı çocuk.

-------------------------

03.10.2022 - 20:45







Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 46883 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr