Varlığı birini ağlatmıştı.
Varlığı birini daha ağlatmıştı. Hiçbir şey yapmamış, konuşmamış, kıpırdamamıştı bile ama yine de var olmaya devam ederek birinin gözyaşı akıtmasını sağlamıştı.
“Yu Valarfin olmak başlı başına bir günahtı, dünyaya bir kötülüktü.”
İşlediği günah gözünü tekrar doldurdu ve ağlamaya başladı. Bu sefer hıçkırıyordu. Onu ağlattığı için üzülüyordu.
Yüksek elfin kendi gözlerindeki yaşlar akmaya devam ederken çenesini tuttu ve ağzını açtı. Diline bakmıştı. Yu’nun dili defalarca kesilmiş ama işkence sona erdiğinde şifa büyüsüyle tekrar iyileştirilmişti.
Çünkü günahlarını tekrar ve tekrar itiraf etmesini istiyorlardı.
“Çocuk…” Yüksek elf, Yu’nun başını göğsüne bastırdı. “Lütfen bana cevap ver, lütfen konuş. Artık korkmak zorunda değilsin; her şey bitti, her şey geçti. Kurtuldun, o yüzden konuş.”
Kurtulmak, ne kadar güzel bir kelimeydi?
Ama kurtulamazdı ki.
Kurtulamazdı.
“Kurtulamam,” diye fısıldadı. “Günah… Günahkârım… Daha fazla insanı üzerim, seni üzdüğüm gibi… Ben- benim yüzümden… Benim yüzümden ağlıyorsun…”
Daha fazla ağladı. Kambur adam ona bir oyun oynuyor olsun ya da olmasın, karşısındaki kişi gerçekten onu kurtarmak için burada olsun ya da olmasın fark etmezdi.
Dışarıya, gün ışığına adım atarsa daha fazla insan onun yüzünden üzülecekti. O ayak bastığı her toprağı karartan, bulunduğu her yere hüzün getiren bir şeytandı.
“Çocuk, neler diyorsun sen böyle?” Şaşkın ve üzgün yüksek elf hem kendi hem de Yu’nun gözyaşlarını sildi. “Seni kırmışlar, kendinde değilsin… Ben, ben seni aradım. Rolderhelm’de Denise ile konuştum ve Mora’ya geldim. Seni ülkenin her yerinde bulmayı denedim. Seni… Seni kurtarmak için…”
“Günahkârım,” dedi. “Seni hayal kırıklığına uğratıyorum. Yine günah işliyorum… Yalvarırım... Günahlarımdan arınmam için... Ateşini kullanarak…”
“Çocuk…”
Yüksek elf, Yu’nun siyah koluna bağlı olan zinciri koparttı ve onu yarattığı dışkı tepeceğinden uzak bir yere taşıyarak yere koydu. Daha rahat oturması için sırtını duvara dayamıştı ama bacakları olmadığı için bu bile düzgün durmasında yardımcı olmuyordu.
Yüksek elfin gözlerinde hayal kırıklığı vardı ama o pes etmiyordu. Gözlerindeki kırgınlığın yanında onda olmayan azim de vardı. Yu tekrar acıyla tebessüm etti. Eğer o da onun gibi güçlü olsaydı aynı azmi sergileyebilirdi.
“Günah…”
Yine günah işlemişti.
Beceriksizliği ve zayıflığı için bahane aramıştı. Oysaki güçlü olsun ya da olmasın, ne durumda olursa olsun, yapması gereken şey belliydi. Durmamalıydı, yürümeye devam etmeliydi.
Durarak pes etme günahını işlemiş bir suçlu olarak acı çekmeyi hak ediyordu.
“Azerel,” dedi yüksek elf. “Benim adım Azerel ve zamanda geri gitmem gerekiyor. Kurtarmam gereken insanlar var. Ancak sen olmadan bunu yapamam.”
.
.
.
.
.
“...ıh…ıh…ıh-ıh-ıhh…Hı, hı, hıa… Hahahahaha!”
Buraya geldiğinden beri ilk kez bir şaka duyuyordu.
Gülerken kendinden iğrendi.
Olduğu kişiden nefret ediyordu.
Kandırılmaya çalışılıyordu.
Aptallık günahını işlemeli ve ona inanmalı mıydı?
Eğer ona inanmaz ve onunla gitmezse suçlarını düzeltme şansını mı kaçıracaktı?
Hangisi daha büyük günahtı?
Eğer düzeltebilirse düzeltmesi gerekirdi ve aksi günahtı.
Eğer dışarı çıkarsa varlığıyla dünyayı daha fazla kirletme günahını işleyecekti.
“Yu Valarfin ne yapmalı?”
“Yu Valarfin burada kalmalı.”
Azerel, Yu’nun vücudunu baştan aşağıya süzdü. Zaten sadece bir gövde, bir kol ve baştan ibaret olduğu için süzmesi uzun sürmemişti.
“Denise bana oraya gitmenin yolunu sana anlattığını söyledi. Oraya tek başıma gidemem. Yani, gitsem bile kraliçeden Lütuf’u alamam ya da kraliçeyle nişanlanamam. Birinin bunları yapması gerekiyor; bunlara uygun birinin yapması gerekiyor. Sendeki iki Lütuf olmadan bunları yapmak mümkün değil.”
Azerel’in söylediği şeyler bir kulağından girip diğerinden çıkıyordu. Dinleyemiyordu, anlayamıyordu, kafası almıyordu.
“Çocuğum, sana ihtiyacım var. Seninle bir anlaşma yapmak istiyorum, büyülü bir anlaşma. Senin yaşam süreni uzatacak ve kızını kurtarman için gereken şartları sağlayacağım.”
Tek gözünü kaldırıp elfe baktı. Böyle birine güvenmemesi gerekiyordu ama adamın ona aşıladığı duygular ve her saniye artan samimiyet aksini söylüyordu.
“Brahatul Çölü,” dedi Azerel. “Oradaki Asmaorman’ı bulmamız ve kraliçesinden Quasar Lütufu’nu almamız gerekiyor. Bu, bizim Nekonozwei Dağı’na girmemizi sağlayacak orduyu canlandırmamızın ve dağın mühürlenmiş kapısını açmamızın anahtarı.”
“Q-Quasar…”
Rie, Sigma Kulesinden Quasar Lütufu’nu almaya çalışırken ölmüştü. Lütuf orada yoktu ve ona kurulan bir tuzaktı.
“Evet. Lütuf, İlonya Krallığı’ndaki devrimden kurtulan son İlon üyesine geçti, Prenses Florya El İlon’a. Quasar Lütufu’nu ondan alırsak kraliçenin ordusunu canlandırabilir ve istediğimiz şeye ulaşabiliriz. Sen kendi suçlarını düzeltirsin, ben de benimkileri. Bunu bir anlaşmayla mühürleyelim, Yu Valarfin.”
Söylediği şeyleri yapması çok kolaymış gibi söylüyordu ama kabul ederse tekrar acı içinde kalacağı belliydi. Üstelik karşısındaki adam onu kıskandıracak kadar güzel, güçlü ve bilge biriydi. Onun yardımına ihtiyaç duyması fikri nereden baksa tutarsızdı.
Ama o kadar tatlıydı ki…
“Yu Valarfin bir günahkâr,” diye karşılık verdi Yu. “Buradan kaçamam… Günah işlemeye devam edemem…”
“Peki ya tembellik günahı?” diye sordu Azerel. “Burada kalarak, hareket etmeyerek tembellik günahını işlemeyecek misin?”
Günah.
Günah.
Günah.
Günah.
Günah.
Ne yapmalıydı?
Ne yapmalıydı?
Ne yapmalıydı?
“Kandırıyorsun?” dedi. Sonra tek gözünü korkuyla kapatıp sol kolunun arkasına saklandı. “İftira… İftra attım… Hayır! Ben… Bilmiyorum… Lütfen, ne yapmam gerekiyor? Ben, ben olmak istemiyorum. Yu Valarfin’in kim olduğunu bilmiyorsun! Onun aldığı her nefeste insanlara nasıl zarar verdiğini bilmiyorsun! Sen kimden yardım istediğinin farkında değilsin! DEĞİLSİN!”
Yere düştü, dengede duramıyordu. Azerel onu kaldırmayı denerken bile bağırmaya ve Yu Valarfin’i tanımadığını söylemeye devam etti. Adeta ateş püskürtüyordu. Kendisine olan nefreti o kadar büyüktü ki hayatında hiçbir şeyden böylesine nefret etmemişti ve hiçbir şeyden böylesine nefret etmeyecekti.
“Sana bir hikâye anlatayım çocuğum.” Yu biraz sakinleştiğinde Azerel bir dizinin üstüne çöktü. “Bir keresinde yaşlı bir elf bir hana gitmiş ve hancıdan iki kupa bira istemiş. Hancıya göre karşısındaki adam sıradan bir müşteri olduğu için herhangi bir anormallik beklemeden iki kupayı vermiş ama adam ilginç bir şey yapmış; önce bir kupadan sonra da diğer kupadan yudumlar alarak ikisini de aynı anda içmiş.”
Yu başını duvara dayadı. Ona herhangi bir ders verilemezdi, anlamazdı. Ne anlatıyordu? Bilmiyordu. Bilmiyordu. Bilmiyordu.
“Ertesi gün yine aynısı olmuş. Yaşlı elf tekrar gelmiş ve tekrar iki kupa isteyip aynı şekilde içmiş. Sonraki gün de aynısı olmuş, sonraki hafta da… En sonunda hancı merak etmiş ve sormuş: ‘Neden her seferinde iki kupa alıp ikisinden de bir yudum içiyorsun?’”
Göğsüne binen yükü hissetti. Yıldız ağırlaşmaya, parlamaya ve acı vermeye başlamıştı. Lütuflar tekrar çalışıp ona görünmeyen şeyleri göstermeyi deniyordu ama elfin vücudunu saran nur onun Lütuflarından bile daha parlaktı. Öylesine parlaktı ve gözünü öylesine alıyordu ki elini gözüne siper etti ve hikâyeyi dinlemek zorunda kaldı.
“Yaşlı elf sanki bunu önceden defalarca kez anlatmış gibi cevaplamış: ‘Başka bir ülkede yaşayan bir kardeşim var ve edindiğimiz adete göre ne zaman birbirimizden ayrıyken içecek olsak iki kupa alır ve iki kupadan da yudum yudum içeriz. Bir bardak benim için, bir bardak da onun için.’”
Göğsündeki yıldız yakıyordu. Karnına doğru bir çatlak oluşturuyor ve Azerel’in yüzüne doğru parlıyordu. Aslında iki yıldız, iki Lütuf vardı ama birbirlerine o kadar yakınlardı ki sanki tek bir yıldız varmış gibi gözüküyordu.
Azerel bir anlığına anlatmayı kesti ve ilahi mavilikteki gözlerini açarak yıldıza baktı. Asırlar boyu yaşamış olabilirdi ve karşısındaki manzara onu bile şaşkınlığa düşürüyordu.
“Hancı bu geleneği çok beğenmiş,” dedi gözlerini zorlukla yıldızdan alıp Yu’nun tek gözüne çevirirken. “Daha sonra yaşlı elf o hanın devamlı müşterisi olmuş. Haftalar, aylar ve yıllar birbirini kovaladıktan sonra bir kez daha hana gelmiş. Her zaman oturduğu masaya oturmuş ve hancıya seslenmiş. ‘Bir kupa,’ demiş.”
Göğsünden kıvılcımlar yükselmeye başlamıştı ve vücudundan parçalar koparak yıldıza düşüyordu. Öleceğini hissettiği anda Azerel büyü yapmaya başladı. Onu hayatta tutuyor ve yıldıza doğru çökmesine engel oluyordu.
“Hancının yüzü düşmüş, ne olduğunu anlaması zor değilmiş. En iyi birasını büyük bir kupaya doldurmuş ve yaşlı elfe uzatırken ‘Başınız sağ olsun, bayım,’ demiş.”
“Yaşlı elf gülmüş,” dedi Yu, inlerken.
Fıkrayı daha önceden de duymuştu. Hikâyede kimi zaman bir mormon, kimi zaman bir alman kimi zaman da herhangi bir gruba ait olmayan sıradan bir adam anlatılırdı fakat ana fikir her zaman aynıydı.
“‘Hayır, yanlış anladınız,’ demiş yaşlı elf,” dedi sol elinden destek alıp doğrulmayı denerken. “‘Kardeşim hayatta ve gayet sağlıklı ama ben artık içmiyorum.’ Sonra bardağından bir yudum almış.”
Azerel büyüsüyle Yu’nun vücudunun çökmesine engel olurken gülümsedi. Yu da gülümsüyordu ama Azerel’in sıcak ve masum gülümsemesinin aksine onunki acı doluydu. Yaşamak zorunda olduğu için acı çekiyordu.
“Anlıyorsun, değil mi?” diye sordu Azerel. “Bizim gibiler kendisi için yaşamaz, çocuk. Biz başkaları için yaşar, başkaları için dövüşür ve başkaları için ölürüz. Başkalarının mutluluğunu kendi mutluluğumuzun önüne koyarız ve onların gülümsemesi bizim hayatımızın amacı olur. Sevdiklerimizi gülümserken görmek bize yeter.”
Anlıyordu. Bu yaşamanın en kolay yolu olsa gerekti. Kötü şeyler yaptığında vicdanını böyle rahatlatabilir ve kendi hayatını başkaları üzerinden yaşayarak kendisini düşünmekten kurtulabilirdi.
“Sen yaşamak istemiyorsun, ben de öyle. Yine de birileri için yaşamaya devam etmek zorundayız, bu yüzden devam edeceğiz. Seni, sen Rie’yi öldürmeden öncesine gönderelim ve ben de seninle aynı zamanda yaşanacak felaketimi önlemek için evime döneyim.”
Yu onu düzeltmek zorunda olduğunu hissetti. “Yaşamak istiyorum. Ölüm benim için kurtuluş olur. Böyle bir lütfu hak etmiyorum. Ben… Ama ya kambur adam beni tekrar kandırıyorsa? Her şeyi düzeltmek…”
“Kandırmaca yok,” dedi Azerel. “Teklifimi kabul ediyor musun?”
Yeniden başlamak, günahlarını düzeltmek… Bunları yapması gerekiyordu ama tekrar Yu Valarfin olursa; tekrar dünyaya adım atarsa; tekrar… Tekrar…
“Acı çekeceksin.” Azerel onu yanaklarından tuttu. “Canını yakacağım ve acı seni günahlarından arındıracak. Sonra tekrar canın yanacak ta ki tamamen temizlenene dek. Sonra, Yu Valarfin, kutsanmış bir adam olarak dünyaya çıkacak ve hatalarını düzelteceksin. Yu Valarfin, çocuğum, kabul ediyor musun? Günahlarından arınmak istiyor musun? Vaftizimi istiyor musun?”
Yurine’yi ondan alan çanların sesi tekrar kulaklarına geliyordu. Çanlar tekrar çalıyordu ve sesleri zindana dek iniyordu.
“İstiyorum.”
—
“Bedel ödemeye hazır mısın?”
—
“Evet.”
Azerel tekrar gülümsedi.
Yu’ya neyi kabul ettiği sorulsa cevap bile veremezdi. Tek anladığı yürümeye devam etmek zorunda olduğuydu.
Günahlardan uzak durarak.
Bu sefer aydınlığın şampiyonu olarak.
Gözlerinin önündeki Azerel ayağa kalktığında Yu kalbinde bir korku kırıntısı hissetti. Korkusu kandırılmış olmaya yönelikti. Onun gideceğini ve kambur adamın gelerek onu yakacağını düşünmüştü.
“Korkma.”
Korkmak günahtı. Korkmamalıydı. Hiçbir şeyden korkmamalıydı.
Azerel’in vücudu da Yu’nun vücudu gibi dağılmaya başladı ve birkaç saniyenin sonunda tamamen parçalanarak beyaz dumana dönüştü.
Duman da karanlığın içine karıştığında elfin doğal bir ışık kaynağı olan teni kaybolmuş ve kalan tek ışık kaynağı Yu’nun göğsünü yakan yıldız olmuştu.
Bir anda ağzı açıldı ve ciğerleri nefes almayı kesti!
Yarılmış göğsü şişmeye başladı; şişti, şişti ve en sonunda kemikleri ve eti daha fazla gerilemeyecek raddeye gelince göğsü patladı!
İç organları taş zemine dağılmıştı. Onları görebiliyordu. Ciğerlerinin parçalarını görebiliyordu. Kalbi birkaç parça hâlinde ciğerlerinden de uzağa saçılmıştı.
Ama ölmüyordu.
Nefes alamıyordu.
Konuşamıyordu.
Siyah kanı tüm odayı kaplamıştı.
Kalan tek gözü de şişerek patladı.
Kalan tüm kemikleri, tüm eti, vücudunda kalan her bir parça şişti ve patladı.
Sol kolu bile patlamış ve en sonunda vücut denilebilecek hiçbir şey kalmamıştı.
Sadece bir ruh ve iki Lütuftu ama yine de bir bilince sahipti.
Sesi olmayan bilinci çığlık atıyordu.
Gözleri olmayan bilinci ağlıyordu.
Yüreği olmayan bilinci çıldırmıştı!
Yu’dan kalan görülebilir tek şey birbirine çok yakın bir şekilde döndüğü için tekmiş gibi gözüken iki yıldızdı. Dünyayı ve dağılmış parçaları çekim kuvvetiyle yakaladılar ve çektiler. Tüm parçalar dağıldığı gibi geri birleşiyordu ama düzgün bir şekle sahip değildi; bir insandan çok lanetlenmiş bir yaratığı andırıyordu.
Ve birleşen parçalar tekrar şişti.
Bu sefer alev aldılar.
Tekrar nefes yoktu.
Tekrar çığlık yoktu.
Tekrar gözyaşı yoktu.
Akıl sağlığı yerindeydi, canı yanıyordu.
Alev alan ve şişen vücudu tekrar patladığında bu sefer tüm parçaları hissedebilir olmuştu. Midesinin duvara yapışmış küçük bir parçasını bile hissedebiliyordu.
Yanıyordu.
Ve devam etti.
Gövdesi insanımsı bir şekil aldığında kolları ve bacakları uzamaya başladı.
Önce küçüktü, siyahtı ve çıktığı gibi alev yüzünden eriyordu ama birkaç dakika sonra uzamayı başarmıştı.
Ama eski hâlini alamamıştı.
Sürekli ve sürekli şişip patladı.
Tüm vücudu için bu işkence devam etti.
İnsan şeklini almayı başardığında bile yandı, şişti ve patladı.
Vücudunun parçaları zindanın duvarlarına yapıştı.
Eğer gözyaşı akıtabilseydi ne kadar ağlardı?
Eğer çığlık atabilseydi ne kadar bağırırdı?
Eğer hâlâ Yu Valarfin olsaydı ne yapardı?
Devam etti.
Vücudu çığlık atma yetisini kazandığında kısa bir çığlık atıyor sonra tekrar patlıyordu.
Devam etti.
Devam etti.
Devam etti.
Devam etti.
Devam etti.
Ta ki Yu Valarfin’in şeklini alana dek.
Hâlâ bir günahkârın şekline sahipti ama…
Alevler sönerken, vücudu yavaşça iyileşirken ve saçları yavaşça uzarken bir şeyin farklı olduğunu hissedebiliyordu.
-Yu Valarfin, değişebilir miydi?-
--------------------------
31.10.2022 - 20:00
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..