Azerel’in, yani Yu’nun elleri alev aldı. Dayanması imkansız olan başka bir acıydı. Kendi ağzını kontrol edemediği için acıya karşı tepkisini veremiyor, bilinci de sürekli açık tutulduğundan burada geçirdiği bir yıllık süreçte olduğu gibi acıdan kaçamıyordu.
Alevli yumruğunu zindanın çıkışına vurdu ve kapı tek seferde kırıldı. Maalesef bu darbe Yu’nun parmaklarını ve bileğini de kırmış, hatta parçalamıştı. Yırtılan damarlarından fokurdayarak fırlayan kan ise vücudundaki en ufak hasarın bile üzerini kapatıp iyileştiriyordu.
Karşısına çıkan ilk kişinin basit bir zırhı vardı, zincir gömleğin üstüne giyilmiş birkaç çelik parçasından ibaretti. Yu’nun alevli eli göğsüne girdiğinde ne çelik ne de kemik onun elini adamın sırtından çıkmaktan alıkoymuştu. Henüz adamın yüzünün neye benzediğini bile görmeden onu öldürmüştü.
“Ne yapıyorsun!” demek istedi.
“Dur!” diye bağırmak istedi.
Öldürmek istemiyordu. Günah işlemek istemiyordu. Çığlıklar atarak Azerel’i durdurmak istiyordu.
Ama başaramıyordu.
Azerel, Yu’nun elini adamın göğsünden çektiğinde Yu yeni kırıklara sahipti. Damarlarını patlatan kan hemen kırıkların üstüne akarak onu iyileştirse de acısını hissediyordu.
Acıyı hissetmekle ilgili bir problemi yoktu. Hissetmek istemiyordu, canının yanmasını istemiyordu ama günahlarından arınmasının yolu buydu. Günahlar ancak böyle yok olurdu.
Onun bir problem olarak gördüğü şey öldürmekti. Daha fazla günaha giriyordu. Günahlarından arınmış bir hâlde günahsız bir hayata başlamak istemesine rağmen, günahlarından arındıktan hemen sonra, tekrar günaha giriyordu.
“Günah değil,” dedi Azerel, Yu’nun vücudunu merdivenler boyunca yürütürken. “Onlar seni öldürmeye çalışacaktı, bu yüzden ölmeyi hak ettiler. Kendini savunman günah değil, çocuğum. Asıl günahkâr sana saldırma cüretini gösterenler.”
Onun rahatlatıcı sözlerine ne gibi bir cevap vereceğini bilmiyordu. Verebileceği bir cevap olsa da cevap verebilecek hâli yoktu. Konuşamıyordu. Düşünebildiğinden bile emin değildi. Sadece istediği ve istemediği şeyler vardı.
Masum insanları öldürmek istemiyordu. Ona zarar vermemiş ya da bunu yapmaya cüret etmeyen insanları öldürmek istemiyordu.
Ama bedenini kontrol eden Azerel, yosun tutmuş dar ve loş merdivenleri çıkarken önüne gelen her muhafızı onlar daha bir hamle yapmadan büyük bir zevkle öldürüyordu.
Öldürdüğü esnada uyguladığı güç Yu’nun kemiklerini sürekli kırıyor, kaslarını yırtıyor ve kolunu parçalıyordu. Sol kolu hissizliğini geri kazansa da sağ kolundaki acı hiç dinmeden sürüyordu.
“AŞAĞIDA BİR ŞEYLER OLUYOR!” diye bağırdı birisi. Ölen adamların çığlıkları merdivenlerin yukarısına kadar gitmiş olmalıydı.
Zaten adım seslerinin bile duvarlarda yankılanışını duyup da sesin yayılmayacağını zannetmek aptallık olurdu. Şimdi daha fazla kişiyle karşılaşacak ve daha fazla kişiyi öldürerek -her ne kadar Azerel bunun günah olmadığını söylese de- kendini daha fazla günaha sokacaktı.
Ölmek istiyordu. Ölmek istemiyordu. Ölmesi gerekiyordu.
“Aşağı gelin!” diye bağıran bir muhafız merdivenlerde önüne çıktı ve onun alevli ellerini gördü. Onun hemen ardında iki muhafız daha belirdi. Beyaz kumaşın üstünde kırmızı bir ejderha figürü giyiyorlardı, yani kraliyete bağlıydılar.
Bu da kraliyetin kontrol ettiği bir yerde olduğu anlamına geliyordu ama gerçekten umurunda değildi. İnsanlardan olabildiğince uzağa gitmeyi umarken onların başına geleceklere üzüldü.
Azerel, Yu’nun bir elini havaya kaldırdı ve alevler önündeki üç askeri yakmak için üzerlerine sıçradı.
“Kaçın!” diye bağırmıştı biri, alevler tarafından sarmalanmadan önce.
Alevler onları hızla sararken merdivenlerden düştüler. Yu’ya çarpmalarına rağmen ne onun dengesini bozabilmiş ne de alevleri bulaştırabilmişlerdi. Onlar merdivenlerden aşağı doğru yuvarlanırken Azerel, Yu’yu merdivenlerin sonuna çıkarttı.
“Hatırladın mı?” diye sordu Yu’nun sesiyle.
Hatırlamıştı.
Burada sadece bir buçuk gün bulunmasına rağmen en ince detayına dek hatırlamıştı.
Sabah ejderhayı sürüşünü, ordu eşliğinde şehrin surlarından geçişini ve Yurine ve diğer arkadaşlarıyla birlikte kaleye girişini. O gün bayılışını da hatırlamıştı ve ertesi gün başı Sivina’nın dizlerindeyken huzur buluşunu da.
Nankör ve kıymet bilmez biriydi.
“Senin yerine ağlamak isterdim,” dedi Azerel. “Üzgünüm çocuk.”
Burası Vermilia şehri içerisinde yer alan ve şehrin sahibi olan Vermia ailesine ait kaleydi. Aynı zamanda bu kale şeytanların Yurine’yi ölümcül bir şekilde yaraladığı yerdi. Üzerinden geçen zamana rağmen hâlâ kalenin içerisinde kucağında Yurine ile kaçmaya çalışan kendisini görebiliyordu.
“Ne?”
Kalenin içerisindeki kraliyet askerleri zırhlarının üstüne kırmızı ejderha figürlü beyaz gömlekler giyiyordu. İki eli yanan çıplak bir adamı bir anda karşılarında gördüklerinde gözlerine inanamadılar.
Şaşkınlıkları o kadar büyüktü ki çoğu kılıcını çekmekte bile gecikmişti. Azerel, Yu’yu yürütmeye başladığında Yu kötü bir şeyin geldiğini hissetti. Artık onunla alakası olmayan kalbinde uğursuz bir tedirginlik vardı.
“Çanlar…” dedi askerlerden biri. Hepsi Yu’nun etrafındaydı fakat hiçbiri saldırmıyordu. Çan sesleri bir kez daha Vermia’yı sarmıştı.
“HEY!”
Salonun tepesine asılı olan beş metrelik altın süslemeli avizenin zincirleri kendiliğinden koptu ve hızla yere düştü. Avizenin cam parçaları patlayıp etrafa saçılırken altındaki birkaç asker anında ezildi. Kanlar da cam parçaları gibi saçılmıştı.
Adamların kalın sesleriyle bağrışları rahatsızlık vericiydi. Çanların sesi onda sahip olduğunu bilmediği bir hassasiyeti uyandırıyordu ve çan seslerinin eşliğinde gelen patlama seslerinin her biriyle hissedemediği yüreği hopluyordu.
Kırmızı görüşlü gözlerinden dışarı bakarken Azerel askerleri katletmeye başlamıştı bile.
Bugün bir ressamdı, bir dansçıydı. Ölümle dans ediyor ve tüm tabloyu kırmızıya boyuyordu.
Ne bir gün bunu yapacak kadar güçlü olacağını düşünebilirdi ne de bunu yapabilecek imkâna artık sahip olabileceğini. Hem şeytani eli hem de normal eli darbeleriyle çeliği eziyor, parçalıyor ve insanların canını alıyordu.
Yu’yu kontrol eden Azerel gelen birkaç kılıç darbesine karşı kendini Yu’nun normal koluyla savunduğu için birkaç defa elini ve kolunu kaybetmiş ama her seferinde fokurduyan siyah kan tarafından anında iyileştirilmişti. Kopmuş uzuvları yerde yanmaya devam ederken Azerel kalenin içinde gezerek gördüğü herkesi öldürüyordu.
“Siktir git ran buradan!” diye bağırdı bir muhafız. Gözlerinin çevresi kararmış ve yüzü dehşetle öylesine gerilmişti ki en ufak bir dokunuş onu gözyaşlarına boğacak gibiydi.
Fakat o dokunuş Azerel/Yu’dan gelince onu gözyaşlarına değil kızıla ve aleve boğmuştu. Muhafızın yüzünün gerginliği öldüğü esnada daha da artmış, Azerel’in tuttuğu başında oluşturduğu baskı adamın başını patlarak her yeri kemik ve beyne bulamıştı. Adamın cesedi alevlere bürünürken Yu arkasından gelen çatırdama seslerini duyabiliyordu. Tüm kale yanmak üzereydi.
“Arkanda hiçbir şey bırakmamalısın,” dedi Azerel. Tabii ki de ses Yu’nun ağzından çıkıyordu. “Başını çevirip baktığında geri dönebileceğin hiçbir yer olmamalı. Sana ait hiçbir şey kalmamalı. Sahip olduğun her şey gelecekte kalmadan hiçbir şey başaramayacaksın.”
Ona cevap vermesi için bir şans bile vermiyordu. Cevap vermesi için bir şans vermediği gibi düşünmesi için de şans tanımıyordu. Yu bunu yapmak istemiyordu ama Azerel kendi mantığını Yu’ya dayatıyor ve tek doğru olarak kabul ettiriyordu.
Oysa sıcak bir kucaklama alsa ve ona eşlik edecek birine sahip olsa arkasında ne olursa olsun yürüdüğü yolda asla başını çevirip geriye bakmazdı. Azerel sadece ona daha fazla pişmanlık yüklüyordu. Günahlar onun boynuna olmasa bile öyle düşünmesini sağlamak istiyordu.
Şehrin içinden patlama sesleri gelmeye devam ederken bir yandan da çanlar metalik seslerini sürdürüyor ve Yu’nun aklına sürekli Yurine’nin ölümünü getiriyordu.
Azerel önüne çıkan herkesi öldürmeye devam ettikçe eski düşüncelerini de hatırlıyordu. Öldürmenin, ölümden intikam almak olacağını düşünmüş ve Yurine’nin ölümümün üstesinden bu şekilde gelebileceğini zannetmişti.
Gelemediği yaşadıkları aracılığıyla ortadaydı. Öldürmek istemiyordu. İnsanların canını almaya hakkı olmadığını biliyordu.
“Zayıflığın seni ele geçirmesine izin verme,” dedi Azerel. Kalenin üçüncü katındaydı ve ilk iki kat alevler içerisindeydi. “Bu düşüncelere fazla kapılırsan öldürülen sen olursun ve daha kötüsü, senin yanında duranlar da öldürülür. Belki, öldürülmek karşılaşabileceğin en nazik şey olur.”
İlk iki katta sıkışıp da yanmak istemeyen insanlar üst katlara kaçıyordu ama burada da sonları belliydi. Azerel’in onları öldüreceği kesindi ama onun tarafından öldürülmeseler bile ateş onları öldürecekti.
“Şimdi, onların yanmasına izin vermek vicdanını rahatlatacak mı?” diye sordu. “Yoksa onları öldürmenin merhamet olduğunu ve yapman gerekenin bu olduğunu kabullenecek misin?”
Yangını başlatan Azerel’di. En başta bunu yapmasaydı acımasız merhametine hiç gerek kalmazdı. Mantık en başında çürüyordu ama Yu bunu dile getiremiyordu.
“Uzak dur!” diye bağırdı bir kadın. Katı sarmaya başlayan duman ve alevden korunmak için diğer herkesle birlikte pencerelerin kenarına sığınmıştı. Azerel, yani Yu onun üstüne gelirken insanları öne itip kendini gizlemeye çalışıyordu fakat başkaları da o arkaya geçtikçe onu öne itiyordu. Sonuç olarak arka sıralarda kalabilen pek yoktu ve insanların çoğu yerdeydi.
Azerel onlara doğru yürümeyi kesti ve ellerini kaldırıp yüzlerine doğrulttu. Ellerinden uzanan alevlerin kattaki tüm insanları sarması yalnızca saniyeler almıştı. Çığlıklar atarken tek bir mantıklı kelime bile söyleyemiyorlardı. Bazıları kendisini pencereden aşağı atarken bazıları oluşan arbedede ezilerek can vermişti. Yanarak ölmeye kıyasla bunun daha acısız olduğu şüphesizdi.
Ve Azerel yalan söylemişti.
Onların yanarak ölmesindense hemen ölmelerinin daha iyi olacağını söylemişti.
Ama hepsini yakmıştı. Hepsinin acı çekmesini sağlamıştı.
Derken Yu kendi sesini duydu.
“YALANCI!”
-------------------------
02.11.2022 - 20:30
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..