Kulakları ondan koparılıp derin bir boşluğa atılmış gibiydi.
Çığlık atıyor, boğazını yırtarcasına Yu’ya sesleniyordu fakat tüm gücüne rağmen
kendi sesini bile duyamıyordu. Elleriyle üzerinde durduğu boşluğu avuçlamayı
denedi fakat karanlığın içinde görünmez bir zemin tarafından engellendi.
Sırtında bir yük vardı, basıncı omurgasında hissediyordu. Göremediği ama onu sarmalayan bir denizin içinde gibiydi fakat su, bildiği deniz suyundan daha sıkıydı ve hareket edememesi için zorluyordu.
“Yu! Neredesin Yu!” Sessizliğin içine doğru bağırdı, kelimelerini duyamıyordu. “Seni göremiyorum! Yu! SESİMİ DUYUYORSAN BANA DOĞRU GEL! YU! YU!”
Ölüm fikrini başından atamıyordu fakat onu korkutan şey kendi ölümü değil, Yu’yu göremeyecek olmaktı. Böyle basit bir şekilde sonlanacağına inanmak istemiyordu. Yu’yu kaybetmek istemiyordu.
Hareket etmeyi ne kadar denerse denesin sadece yüzmekten yorulmuş bir çocuk kadar hızlıydı. Emekliyordu fakat bu hızda bir yere ulaşmayı umut edemezdi. Üzerinde hiçbir şey olmamasına rağmen hissettiği basıncın altında ezilmek üzereydi.
“Korkma.”
Sesi işittikten sonra hemen aşağıda bir pencere açıldı. Karanlığı yarıyor ve içine düşebileceği yeni bir boyut gibi ellerinin altında parlıyordu. Pencerenin içinde az önceki oda vardı fakat Sivina o odanın içinde değildi. Az önce olduğu yerde Yu’nun ve Meryu’nun baktığı bir boşluk duruyordu. Boşluğa elini uzatan kocasını parmaklarının arasına almak ve göğsüne bastırmak için uzandı fakat eli pencereyi geçememişti. Seslerini duyamasa da Yu’nun bağırdığını anlayabiliyor ve gözyaşlarını görüyordu.
Onun yüzünde daha fazla duygu görmek istemişti fakat korku, görmek istediği duygulara arasında değildi. Mor gözlerine yakışmıyordu, yakışıklı suratı korkuyla gerilmek için yaratılmamıştı. Sesini ona duyurmak, korkmamasını söylemek isterdi fakat kendi sesini bile duyamadığı için bunun da beyhude olacağı açıktı.
Başka pencereler de ardı ardına açıldı. Babasını gördü, ağabeyi Hector’u, küçük ağabeyi Henry’yi ve ondan sonra doğan ilk kardeşi Harry’yi. Yanlarında babasının şövalyeleri vardı, bir tepenin üstünde kamp kurmuş yemek yiyorlardı.
Rolderhelm için de bir pencere açıldı. Müşterileriyle uğraşan Lucia’yı ve yoğunluk yüzünden garsonluk yapmak zorunda kalmış Lucie’yi gördü. Elf bir zamanlar Yu’dan hoşlanmış ve başka maceralara yelken açmak için ayrıldığında ağlamıştı fakat şimdi mutlu gözüküyordu. Yüzündeki hoş gülümsemesi sayesinde elf güzelliğini tam anlamıyla yaydığı söylenebilirdi.
Virgo’daki malikânelerini de gördü, bir general orayı üssü olarak kullanıyordu. Temizleyemedikleri böceklerin başları kazıklarla şehir surlarına dizilmişti ve şehri süsleyen onların bakire sancağı değil, Yu Zao’nun kızıl ejderha sancağıydı.
Yürüdükleri tüm yollar, uğradıkları tüm duraklar pencerelerdeydi ve bazılarının Yu’ya anlatamayacağı kadar korkunç sonlarla karşılaştığını görüyordu. Vermia’dan kaçtıktan sonra uğradıkları köy artık boş bir mezarlıktı, sonraki birkaç köy de öyle. Salderough’a kadar yürüdükleri yerlere felaket tohumları ekmişlerdi. Salderough’ta şansları dönüyordu.
“Neden bunları görüyorum?” Artık sesini duyabildiğini fark etmiyordu. “Yu, görmem gereken tek şey o. Yu’ya dönmem gerekiyor. Beni buraya getiren her neyse-”
Sözleri başka bir ses tarafından bölündü. “Neden sen geldin?”
Duyabildiğini ancak kulaklarına ulaşan ağır kelimelerle anlayabilmişti. Ses karşıdan geliyor ama var olmayan duvarlarda yankılanıyordu. Başını yeterince kaldıramasa da gözlerinin ucuyla konuşan kişiyi görmeyi denedi.
Karanlığın için başka bir karanlıktı. Onun bir ejderha olduğunu parlayan kırmızı gözlerinin yaydığı ışık sayesinde anlayabiliyordu. Yine de pullarını veya tüylerini göremiyordu, kanatları karanlıktaydı ve yüzü aynı karanlık tarafından örtülmüştü. Sadece bir siluetti ve emin olduğu bir şey varsa gördüğünün devasa bir yaratık olduğuydu. Bunu gözlerinin uzaklığı algılayabilmesine borçluydu. Yaratık ondan uzakta olmasına rağmen o kadar büyük gözüküyordu ki eğer Sivina’yı yiyecek olsaydı açlığını biraz bile yatıştıramazdı.
“Yu,” dedi korktuğunun farkında olmayarak. “Yu’ya ulaşmam gerek, kocama ulaşmam gerek. Lütfen, yalvarırım kocama geri gönder beni! Burada olmak istemiyorum, onun yanında olmak istiyorum!”
Başka bir canı kendi canından önce tutarak sergilediği fedakârlığın önündeki varlığı etkilemesi gerekir miydi? Aslında sorusuna cevap vermeden bir şeyler isteyerek onu kızdırmış bile olabilirdi. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu fakat Yu’nun yanında olmak istediğini bildiği için sonraki kelimelerini de buna göre seçecekti.
“Kendi isteğimle buraya gelmedim,” diyerek sorusunu cevaplamaya başladı. “Kocamla birlikte bir günlüğün içine konulmuş parşömeni bulduk, elimi parşömenin içine koyduğumda kendimi burada buldum. Yanlışlıklaydı, böyle olacağını bilseydim asla elimi sürmezdim. Yalvarıyorum beni Yu’nun yanına götür. Bir maceracı olarak karşılığında yapmam gereken bir görev varsa-”
“Buraya yanlışlıkla gelen ilk kişi oldun.” Sesi, Sivina’nın sesini bastırmakla kalmamış, hiç çıkmamış gibi yok etmişti. “Kocanı almaya çalışmıştım aslında, yapılan yanlışın talihsizliği yüz karartıcı bir utancı da beraberinde getiriyor. Belki de kuvvetimi daha sık kullanmalıyım ki pas tutmasın.”
Yu yerine buraya düştüyse en azından kocası güvende olduğu için mutlu olabilirdi. İkisinden biri zarar görmek zorundaysa Sivina kendini cesurca öne atardı.
“Hatamı telafi etmek için sana bir dilek hakkı vereceğim,” dedi karanlığın içindeki ejderha. “Benden ne diliyorsun?”
Sivina’nın dileği basitti. “Kocamın yanına dönmek istiyorum.”
“Evet, zaten dileğini diledikten sonra ‘tamam bunu yapacağım ama buradan gitmeyi dilemedin o yüzden sonsuza dek burada kalacaksın’ gibi bir şey diyerek sana kötülük edecektim.” Ejderhanın burnundan verdiği nefesi hissetti. Varlık yukarıda tuttuğu başını aşağı eğmişti. “Dilek hakkını düzgün bir şeyle harcamalısın. Yu zengin olsun, Yu süper güçlü olsun ya da bana tüm büyüleri kullanmam için güç ver gibi şeyler… İnsanlara ne dileyeceklerini söylemekten hoşlanmıyorum. En azından işine yarayacak bir şey dile ve seni geri göndereyim.”
Karanlık korkutucuydu, nerede olduğunu bilmezken ne olduğunu bile anlayamadığı birinin önünde duruyordu ve bilinmezlik karanlıktan da korkutucuydu ama trip atılmasını beklememişti. Ahmak gibi hissediyordu.
“Öyleyse,” dilek hakkıyla dileyebileceği tek bir şey biliyordu. “Kocam Yu Valarfin’in mutlu olmasını istiyorum.”
Ölü insanlar mutlu olamazdı, hastalanan insanlar mutlu olamazdı, zarar gören ve kaybeden insanlar mutlu olamazdı. Yu’nun mutlu olmasını dilerse hem hedeflerine ulaşacağına hem de onun sağlıklı bir insan olacağına inanıyordu çünkü Yu ancak bundan sonra mutlu olurdu.
“Hmm…”
Ejderhanın uzaktaki başı ona yaklaştığında mor pulları ve beyaz sakalları karanlığın içinden çıktı. Hâlâ yeterince göremiyordu fakat yaklaştıkça boyutunun fiziksel bir dünyada var olmasını imkânsız kılacak düzeyde olduğunu anlayabiliyordu. Çenesindeki sakalları Sivina’nın önüne düştüğünde tırnağının ucu kadar bile olamayacağını fark etti.
“Ne yapabileceğimize bakalım.”
Ejderha kayboldu, karanlık yok oldu ve üzerindeki yükün kalkışıyla birlikte havalandı. Birkaç saniye boyunca gökyüzüne yükseldiğini düşünmüştü fakat düştüğünü fark ettiğinde çok geçti. Neyse ki konuştuğu varlık onu bulutların üstünden fırlatmayacak kadar insaflıydı. Birkaç karış yüksekten yeşil çimlerin üstüne düşmüştü. Acı vardı fakat biraz sağındaki çakıl taşlarıyla dolu yol yerine toprağın üstüne düştüğü için şükredebilirdi.
Ciğerlerine dolan hava ilk birkaç kalp atışında yaktı. Sebebi gittiği yerde havanın olmamasıydı ve nefes almadığını anlamamıştı bile. Burnundan çekip göğsüne yolladığı havanın ayrı bir tadı vardı.
Fakat bulunduğu yerin Yu’ya hiçbir şekilde yakın olmadığını anlamak için ayağa kalkıp etrafına bakmaya gerek kalmamıştı. Tabii yine de yerde yatmaya devam edemeyeceği için ayağa kalktı. Kılıcının belinde olduğundan emin olmak yaptığı ilk şeydi. Yanında bir kılıç varsa atacağı sonraki adımları kılıca göre belirleyebilirdi.
Çakıl taşlarıyla belirlenmiş yol ormanın içine doğru ilerliyor, ilerliyor ve sonra bitiyordu. İnşası yarım kalmış olmalıydı. İlk yarım saniye o yolu takip etmesi gerektiğini düşündü fakat arkasını döndüğünde yolun aslında ormanın içinde bitmediğini, orada başladığını anladı.
Dallar ve sarmaşıklar duvarların çevresinde kıvrılıp yavrusunu kucaklayan bir ana gibi gümüş renkle inşa edilmiş tapınağı sarmalıyordu. Her yer yosunluydu, iki kule yıkılmıştı ve tapınağın sonuna dek açılmış kapılarının üstünde büyük bir yazı vardı.
“Aklını kullananlar için bir ders vardır.”
Dersin ne olduğunu anlaması uzun sürmemişti. Burası tehlikeliydi. Kapının önündeki beyaz zırhların içinde iki ceset vardı ve tapınağın merdivenlerinden aşağı cesetlerden yayılan kırmızı kan akıyordu. Tapınaktaki tek cesetlerin onlar olmadığını anlamak için de girmesine gerek yoktu. Hisleri içeride korkunç bir şeyin onu beklediğini söylüyordu.
Ağaç yosunları her zaman kuzeyi gösterirdi. Çocukken babasından aldığı önemli bir dersti ve hem bir şövalye hem de bir maceracı olarak bu dersin kıymetini iyi bilmesi gerekiyordu. Tapınağın üstündeki ay sembolünü de Yu’nun bulduğu Lunaryen kitabında görmüştü ve Lunaryen tapınağının ormanın kuzeyinde olduğunu onunla birlikte okumuştu.
Yani ormanın kuzeyindeydi ve yosunlar sayesinde hangi yönün güney olduğunu anlayabiliyordu. Tapınağı arkasında bırakabilir ve güneye doğru koşarak Yu’yu bulmayı umabilirdi. Karşısında tehlike varken Yu’dan yapmasını beklediği şey bu olurdu fakat Sivina yapamazdı. Tehlikeyi görüp de bırakmak istese de bir şövalyeydi ve Yu’nun ‘görüyorsam sorumluluğumdadır’ mantığından etkilenmediğini söyleyemezdi. İçindeki görev arzusuyla kocasına ulaşma arzusu çakışıyor ve ne yapması gerektiğini anlamak için zamana ihtiyaç duyuyordu.
“Eğer beni öldürmek isteseydi öldüremez miydi?” diye sordu kendine. “Kan akmaya devam ediyor, kurumamış ve cesetler taze. Burada ne olmuşsa az önce olmuş. Beni buraya ölmem için göndermiş olamaz. İçeride ne dönüyorsa çözmemi istiyor ve bu Yu’yu mutlu mu edecek?”
Elbette ona bir kötülüğe son verdiğini ya da bunun gibi bir şey yaptığını söylediği vakit Yu mutlu olurdu ama böyle bir yerde onu mutlu edecek başka neyin olabileceğini anlayamıyordu.
“Anlamasam da devam etmeliyim.”
Merdivenlere adımını atarken güvendiği şey kendi gücü değildi, onu buraya yollayan varlık da değildi ama o varlığın ölmesini istediği takdirde kendisini hiç zorlanmadan öldürebileceğine güveniyordu. Yani içeride ne varsa gidip görmesi için buraya gönderilmişti. Ardından Yu’nun mutlu olacağı bir şeyle karşılaşacaktı. Dileğine göre böyle olması gerekiyordu, böyle olacağına inanmalıydı.
-------------------------
12.05.2023 – 23:00
Allah rızası için Kılıçdaroğlu’na oy verin.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..