Tapınağa doğru yürüdüğü sırada yağmur, sonbaharın ortasında
olduğunu hatırlatmak için atıştırmaya başladı. Ağaçlar yüzünden gün ışığını
almak zaten zorken bir de bulutların göğü kaplamasıyla orman gri bir tona bürünmüştü.
Birkaç adımın ardından yağmurdan korunabileceği güvenli bir çatının altında
olacaktı fakat içeride karşılaşacağı şeylerin durumuna göre tüm günü yağmurun
altında geçirmeyi de tercih edebilirdi.
Cesetlerin yanından geçerken giydikleri beyaz zırhlar aklına Yu’yu getirdi. O da Salderough’ta Meryu tarafından verilen beyaz zırhı giyiyordu fakat onun zırhı daha süslüydü, turnuvalarda görülebilecek türdendi. Lunaryenistlerin giydiği zırhlarsa basit ve amaç odaklı yapılmışlar, kısıtlı imkânlarla en iyisini çıkarmışlardı. Üzerlerine tarikatlarının sembolü olarak göğüs zırhlarını kaplayan, uçları kuzeye bakan bir hilal ve hilal aya saplanmış bir uzun kılıç işlenmişti.
Elde ettiklerinin savaşçı bir tarikatın mensupları adına güzel bir ölüm olduğunu söyleyebilir miydi? Onlara soracak olsaydı yataklarında yaşlı adamlar olarak değil, ellerinde kılıç ve dillerinde kan tadıyla ölmek istediklerini söyleyeceklerine emindi. Peki ya ölüm onlar için gelmeden hemen önce arzu ettikleri ölüme kavuştukları için sevinebilmişler miydi? Yoksa seçtikleri hayat tarzından ötürü pişman mı olmuşlardı?
Hiç zannetmiyordu. Savaşçıların istedikleri kılıçlı ölüm görkemli bir savaş meydanında yatıyordu. Onlarca, yüzlerce düşmanı öldürdükten sonra efsaneye dönüşür ve bir efsane olarak ölerek tarih boyunca hatırlanırlardı. Bugün ölen hiçbir savaşçıysa efsaneler gibi anılmayacaktı. Verdikleri mücadeleyi tarih hiçbir kitaba yazmayacak, isimleri unutulacaktı. Unutulmak savaşçı için korkunç bir sondu. Tüm hayatını kılıçla geçirenlerin hayal edebileceği daha korkunç bir cehennem yoktu.
Kılıç kuşanmalarının sebebi olarak birilerini korumayı, adaleti sağlamayı ve topluma faydalı olmayı gösterseler de tüm iddiaları en nihayetinde gerçekle örtülmüş yalanlardan ibaretti. On kişi kendine savaşçı diyorsa dokuzunun savaşma sebebi ölümsüzlük arzusunun dışavurumuydu. Yaşayabildiği kadar uzun yaşamak ve binlerce yılı devirerek ölümsüzlüğe ulaşmayı hayal etmeyecek insan yoktu. Tabii insan hayatı aşamayacağı limitlerle belirlenmişti ve belirlenen limitlerin geçilmesi imkânsızdı.
Yine de elinde bir kılıç varken vücudun limitlere yenik düşse bile ismin galip gelebilir ve sonsuzluğa ulaşabilirdi. Vücudun çürüyüp toprağa karıştıktan sonra geçen iki bin yıl boyunca senin yürüdüğün yolların üstünden yürüyenler adını anabilir, çocuklarına senin adını verebilirdi. Savaşçı için ölümsüzlük buydu, ulaşabileceği cennet buydu.
İselle’nin onlara vadettiği şey de bu olmalıydı. Kutsal kitapları ne derse desin her biri tek bir amaç uğruna buradaydı. Belki kişisel olarak isimleri yaşamayacaktı fakat kültlerini yaşatarak temel insan arzusunu yerine getirmeyi ummuşlardı. İsimlerini Lunaryen kültürüyle özdeşleştirmiş bu savaşçılar ölümsüzlüğe kendi isimleriyle değil Lunaryen ismiyle ulaşmayı denemişti.
Ve başarısız olmuşlardı. Kendilerinden önce başarısız olan yüz binlercesi gibi isimleri bu tapınağın içinde tarihe karışmıştı. Sivina’ya düşen savaşçıların başarısızlıkları adına üzülmek ve aynı senaryo tarafından kurban edilmemek için doğru tanrıya taptığına emin olmaktı. Çölün ortasında olsa bile kendini layık bir kul olarak kanıtlarsa Aqaera’sı kumları yarıp denizi ona getirir ve mucizelerini sunardı.
Tapınacak onca tanrı ve tanrıça arasında neden İselle’yi seçtiklerini de anlamıyordu. Olay savaşmaksa bir savaş tanrısı vardı, olay bir annenin şefkatini hissetmekse başka tanrıçalar vardı. İselle dışında herhangi bir ilah da kurtuluşa ermek için yol gösterebilir, ışık tanrıçası aydınlık hakkında onun öğrettiklerinden daha oturaklı öğütler verebilirdi.
İselle için kötü bir tanrı demeye cesaret edemezdi ama eylemlerinin saygı duyulamayacak korkunç sonuçlar doğurduğu açıktı. Diğer tanrıların aksine yalnızca yedi kul yaratmış, güçlerinin yarısını onlarla paylaştırarak hem insanlardan hem de elflerden daha üstün, tek başlarına ülkeleri yok edebilecek varlıklar yaratmıştı.
Azer de yalnızca iki varlık yaratsa ve yarattıkları İselle’nin çocuklarından güçlü olsa da Azer onları karısı olarak almış, yanında tutmuş ve kontrol etmişti. İselle ise onları dünyaya salmış, çok yakın vakitte de hata yaptığı anlaşılmıştı.
Çocuklarının güce yenik düşüp insanlar tarafından yedi günah olarak çağırılması Azer’in cennetten kovulmasını takip eden süreçte gerçekleşmişti ve yaratılmalarının üstünden bir asır bile geçmemişti. Çocuklar bir süre ortadan kaybolmuş, yüzyıllar sonraysa Oburluğun Bedivere’ü ortaya çıkarak tüm dünyayı tehdit etmişti. Onu durduran yine İselle’nin çocuklarından biri olan Galahad olsa da dünyanın yok oluşun eşiğine geldiği ve asla kapanmayacak yaralar aldığı gerçeği değiştirilmiyordu. En başta onları yaratmak yerine çoğu tanrının yaptığı gibi basit hayvanlar yaratarak görevini tamamlamış olsa dünya hiçbir zaman tehdit edilmemiş olurdu.
Özünde iyi biri olsa bile yaşananların görmezden gelinmesini anlayamıyordu. Tanrılar insanları affedebilirdi fakat insanların tanrıları affetme hakkı yoktu, yani bir tanrı kötü bir işle karşılarına çıktığında o iş o tanrının üstüne yapışır ve tarih boyunca affedilmezdi.
Ama tüm bunlar Sivina’nın öznel düşünceleriydi. Yerde yatan adamların içlerindeki imanı ve tanrılarına olan bağlılıklarını tahmin edemiyordu ama aralarında dini bir tartışma geçseydi her birinin kulağa geçerli gelecek sebeplerle kendilerini ve tapındıkları ay tanrıçasını savunacağı su götürmezdi.
“Beni buraya dileğimi gerçekleştirmem için göndermesiyle o şey delirmiş olmalı,” diye düşündü düşüncelerinin okunmadığını umarak. “Buraya girerek de ben delirmiş olmalıyım. Aqaera, sadece senden medet umuyorum. Lütfen yol göster, kuvvetini bana bahşet ki yaşamaya devam edeyim.”
Tapınakta yürüdüğü ana koridor boyunca cesetler yatıyordu. Kimisi yerdeydi, kimisi ölümünden önce sırtını duvara yaslamıştı. Kan her tarafa saçılmış, gökkuşağı renkli mozaik pencerelerden sızan ışıkla birlikte kırmızının göz kamaştırıcı tonlarına bürünmüştü.
Tüm Lunaryenler aynı hızlı ve merhametli ölümü tatmış değildi. Bazıları parçalanmış, ölmeden önce acı çekmişti. Cesetlere bakarak karşılaştıkları şeyin ya da şeylerin ne olduğunu da az çok anlamak mümkündü. Büyük bir ağzı ve dişleri vardı, sadece tek elinin pençesini kullanıyordu yani diğer elinde bir silah tutuyor olmalıydı. Zırhların deliniş şekline ve bazı yaraların açılış tarzına baktığında belki bir tırpan olduğunu söyleyebilirdi.
Genellikle savaşmak için toplanan köylülerin tercih ettiği bir silahtı. Ormanın yakınlarında yaşayan bir köylü kurt adama dönüşüp elindeki tırpanıyla katliam yapmış olabilirdi ama böyle olsa bile basit bir kurt adamın hayatlarını savaşmaya adamış erkekleri katledebileceğini düşünmek aklına yatmıyordu.
“Ayna vardı.” Vardığı farkındalıkla Yu’nun onu izliyor olabileceğini fark etti. “Yu, beni izlemeyi akıl ettiysen şu anda kuzeydeki Lunaryen tapınağındayım. Beni buraya gönderen varlık içeride işine yarayacak bir şey olduğundan bahsetti, onu arıyorum. Lunaryen tapınağına doğru gel fakat dikkatli ol, tehlikeli şeyler dönüyor.”
İzlendiğine emin olamazdı ve izleniyor olsa bile içeride onu bekleyen şeyin dikkatini erkenden çekmemek adına sesini alçak tutarak konuşmak zorunda kaldığından kelimelerini duyuramamış olabilirdi. Şimdilik olumlu senaryonun gerçekleştiğine inanacak ve Yu’nun onu işittiğini farz ederek hareket edecekti. Aynaya bakmamış olsa bile tapınağın güvenliğini sağlayıp burada beklemeye başladığında Yu elbet aynaya bakmayı akıl edecek ve buraya gelerek karısını bulacaktı.
“Duyuyorsan kendini salak saçma tehlikelere atma. Kahraman olmak zorunda değilsin, aklını kullanarak hareket etmen yeterli.”
Savaşlarda kana alıştığı için duvarlara ve koridora sinen metalik koku artık onu rahatsız etmiyordu fakat her ne kadar savaşlarda yine sık karşılaştığı bir durum olsa bazı insanların ölürken altlarına bırakmaları burnu için yürüdüğü yolu konforsuz hâle getiriyordu. Son yemeklerinin ne olduğunu bilemezdi fakat bazıları kesinlikle kan kokusunu bastıracak kadar kötü şeyler yemişti.
Yerdeki ölülerden birinin elinde tuttuğu kılıç, kabzası haricinde sıradan bir çelikten farksız gözükse de kana bulanmış kısımları haricinde gök mavisi kabzasıyla diğerlerinden ayrılıyordu. Sahibi saçları ve sakalları beyazlamış yaşlı bir adamdı. Ölmeden önce açık kalmış gözleri tamamen maviye dönmüş, boğazıysa yarılmıştı. Kılıcın çeliğindeki manayı hissedebilmişti. Büyülü bir özelliği olup olmadığını bilmesi mümkün olmasa da mana ile dövülmüş kılıçların en önemli özelliği sağlamlıklarıydı. Bu yüzden elindeki kılıcı kınına geri soktu ve artık ihtiyacı olmayan ölü adamdan yeni kılıcını aldı.
Kabzası bir kartalın kanatları şeklindeydi ve gagasından çelik uzuyordu. Elinde aile yadigârı önemli bir kılıç tutuyor olabilirdi, belki önemli bir statü sembolüydü ama ne olursa olsun bu kılıca ondan daha çok ihtiyaç duyan biri kalmamıştı. Hatta kılıcı buradaki tüm ölülerden daha iyi kullanacağına emindi.
“Fark etmemiştim ama tüm yüzler yaşlı insanlara ait.”
En gencinin bile kanla kirlenmiş saçlarında beyaz teller vardı. İnsanlar haricinde yarı insanlar da aynı şekilde yaşlanmadan mustaripti. Bir elf cesedi de görmüştü, uzun sarı saçları kırmızıya boyanmıştı. Onun yaşlı olduğuna dair hiçbir belirti yoktu fakat en az buradakiler kadar yaşamış olduğuna emindi.
“Gençleri misyonerlik için dünyaya açılmış olmalı,” diye düşündü. “Yaşlılar da ormanın içindeki güvenli kilisede kalmak zorunda kalmış olmalı. Bazıları savaşmak için çok yaşlı gözüküyor.”
Tabii gençler dünyaya açılmak yerine kilisede kalmayı seçmiş olabilirdi ve kilisede kalmayı seçen o gençler bugün burada yatan yaşlılara dönüşmüştü. Eğer böyleyse ve dünyanın başka yerlerinde aynı tarikat mevcut değilse ki Sivina tarikatlarının ismini daha önce duymamıştı, mezhepleri burada son bulmuştu.
Kilisenin ormanın içine inşa edilmiş ve kimse tarafından bilinmeyen bir mezhebe göre oldukça büyük olduğu gerçeği de bir köşede duruyordu. En görkemli zamanlarında nasıl göründüğünü merak etti. Toplamda kaç mensuba sahip olduğunu öğrenmek, duvarlarda yankılanan kör kılıçların şarkılarını ve misyonerlik faaliyetlerinden dönenlerin anlattığı hikâyelere atılan kahkahaları duymak isterdi.
Koridorun uzunluğu eğer yalnızca bir hikâye anlatmak için değilse kesinlikle amaçsızdı. Koridor boyunca ne bir kapı vardı ne de yol bir ayrıma giriyordu. Renkli pencereler ve pencerelerin olmadığı boşluklarda da İselle hakkında işlenmiş motiflerden başka hiçbir şey yoktu. Dışarıdan baktığında içerisi olduğundan daha dolu gözüküyordu.
Motiflerden birinde İselle kollarını havaya kaldırmış, ellerinin arasında dolunayı tutuyordu. Tanrıça siyah saçlar ve içerisinde yıldızların parladığı gece mavisi gözlerle tasvir edilmişti. Ayın içinde tuttuğu bebeklerinse her biri farklı saç rengine sahipti.
O bebekler daha sonra sırasıyla Kibrin Lancelot’u, Şehvetin Florencea’sı, Açgözlülüğün Aezreal’i, Öfkenin Mordred’i, Tembelliğin Gawain’i, Kıskançlığın Galahad’i ve Oburluğun Bedivere’ü olarak anılacak yedi kardeşti.
Kahramanların Savaşı sırasında Aezreal ve Gawain, kardeşleri Bedivere’ün yanında savaşmış, diğer üç kardeş ise Galahad ve tanrı-karısı Rhaea’nın öncülüğünde Bedivere’e karşı dünyayı korumuştu. Yedi kardeşten Mordred ise neredeyse Öfke olarak anılmaya başladığı günden beri kayıptı.
Bedivere savaşın sonunda Galahad tarafından öldürülmüştü. Galahad ödül olarak karısıyla birlikte cennette yaşama hakkını kazanmıştı ve diğer kardeşlerin akıbeti belirsizdi fakat zamanında onların yanında savaşmış olanlar inzivaya çekildiklerini anlatmıştı. Bazıları da Aezreal ve Gawain’in intikam almak için döneceğini anlatan komplo teorilerinden bahsederdi. Ellerinden geri dönmemelerini ummak haricinde bir şeyin gelmemesi korkunçtu.
Koridorun sonunda yol ikiye ayrılıyordu. Yollardan geniş olanı onu aşağı doğru inen merdivenlere götürüyordu, dar olanı ise bir kıvrıma girdiği için onu nereye çıkaracağını bilmiyordu. Yine de yerde yatan cesetlere bakarak nereye girmesi gerektiğini anlamak zor değildi, merdivenlere yöneldi ve inmeye başladı.
-------------------------
18.06.2023 – 04:40
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..