Bölüm 2: İnsanlık

avatar
482 5

Tutulma - Bölüm 2: İnsanlık


Yaklaşık yarım saattir peşlerinde sürükledikleri çocuğu taşımaktan dolayı yorulmuş olan iki kardeş, havanın kararmasına yakın yaşadıkları köyü uzaktan görebilmeye başlamışlardı. Burada biraz dinlenmeye karar verip, çocuğu nasıl içeri sokabileceklerini tartışmaya başladılar. Aralarında yaptıkları küçük bir konuşma sonucunda, Saki’nin annelerine haber vermek için önden gitmesi gerektiğine karar verdiler. Sonuçta arkalarında getirdikleri hasta ve yabancı bir çocuk hemen köylülerin dikkatini çekecekti ve bu durumda çocuğu içeri sokmalar imkânsız olacaktı ama onlar çok iyi biliyorlardı ki anneleri hasta ve yardıma muhtaç birini dışarıda bırakmazdı. Ne yapıp edip, bir şekilde köylüleri ikna edeceğine emindiler. 

 

Önden giden Saki birkaç dakika koşturmanın ardından köye vardı. Köyü dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı korumak için ortasına kurulduğu iki tepenin arasına yapılmış olan tahtadan duvarı geçtikten sonra eski çürümeye yüz tutmuş tahtadan binaların ve onun bu acelesine anlam vermeyen insanların arasından, köyün arka taraflarına doğru koşmaya devam etti.  

 

Saki, ailesiyle birlikte köyün arka kısmınki bir tepenin üstünde bulunan, iki katlı, küçük, tahta bir evde yaşıyordu. Birkaç dakikada köy merkezinden çıkıp, tepeyi çıkan patikayı geçtikten sonra sonunda evine ulaşmıştı. Hızlıca kapıya doğru ilerleyip tıklattı ve kilitli olmadığını fark edip içeriye girdi. İçeride beyaz, uzun saçlı, uzunca bir kadın ocağın başında bir şeylerle uğraşıyordu. Kapının açıldığını fark etmesiyle arkasını dönmeden, yaptığı işe devam ederek konuşmaya başladı. 

 

“Saki sen misin kızım? Nihayet geldiniz. Az daha gelmeseydiniz peşinizden ormana gidecektim. Yaşlandım artık kızım, beni yormayı bırakın da çok...” 

 

Kadın, gelenin kızlarından biri olduğunu doğrulamak için arkasını döndüğünde hiç beklemediği bir şekilde terler içinde; sırılsıklam, nefes nefese bir halde olan Saki’yi gördü. Hem kızlarından birinin bu halde olmasından hem de diğer kızını görememiş olmasından kaynaklanan endişeyle Saki’ye doğru atılarak, telaşlı bir şekilde sorular sormaya başladı. 

 

“Saki ne oldu sana, iyi misin yavrum? Ormanda bir şey mi oldu? Haydutlar mı bir şey yaptı? Ablan nerde evladım, ablana bir şey mi oldu?” 

 

Bu kadar koştuktan sonra hiç soluklanmadan direkt içeri dalmanın ne kadar kötü bir fikir olduğunu daha yeni fark etmiş olan Saki, bir yandan içinden kendine söverken diğer yandan annesine durumu açıklamaya çalışıyordu. 

 

“Ablam iyi...  Geliyor arkada... Çocuk var hasta... Su! Su lazım!” 

 

Kızının zar zor konuşabildiğini fark eden doktor hızlıca mutfağa giderek tahtadan oyulmuş bir bardağa su doldurup Saki’ye getirdi. Saki suyu bir dikişte bitirdikten sonra az da olsa kendine gelmeyi başardı ve annesini daha fazla endişelendirmemek için olayı anlatmaya başladı. 

 

“Oh! Bu iyi geldi. Ne diyordum? Evet ablam... Ablam biraz geriden geliyordu. Aslında muhtemelen şimdiye köye varmıştır ama olay bu değil. Ormandan dönüş yolunda, kenardaki bir ağaca yaslanmış halde bayılmış hasta bir genç bulduk. İlk başta bulaşıcı bir hastalığı olabilir diye çok yaklaşmadık tabi ki. Uzaktan baktık sadece ama çocukta bildiğimiz hiçbir hastalığın belirtisi yoktu. Sadece göğsünden kafasına doğru yayılan kara lekeler vardı. Biz de sudan içmiş olabileceğini düşünüp, onu buraya getirmeye karar verdik. Köylüler içeri almamıza izin vermez diye de sana haber vermek için ben önden koşturdum. Sonuç olarak da bu haldeyim. Haaaaah! Bitti.” 

 

Aklındaki her şeyi bir çırpıda söyleyip kurtulan Saki, sonunda rahatlamıştı. Bir bardak su daha almak için mutfağa ilerlemeye başladı. Annesiyse az önce duyduklarını sindirmeye çalışıyordu. Çocuklarına bir şey olmadığını öğrenmesiyle rahatlamış olsa da endişelenmesi gereken başka bir durum ortaya çıkmıştı. 

 

“Ne diyorsun yavrum? Hasta çocuk, ablan, hem sudan içmiş de ne demek? Akli olan bir insanın o sudan içmesi mümkün değil.” 

 

“Biliyorum saçma geliyor ama eminiz. Sadece kara sudan içtiğinin belirtileri var. Bulaşıcı bir hastalık olduğunu düşünmediğimizden getirmeye karar verdik zaten.” 

 

“Of Saki of! Ablan nerde demiştin, köyün girişinde mi? Gel gidiyoruz. Köylüler o çocuğu hayatta içeri almazlar.” 

 

Doktor hızlıca cübbesini üzerine aldı ve dışarı fırladı. Saki elindeki bardakla arkada kalakalmıştı. Buraya kadar sahip olduğu tüm eforu kullanarak geldikten sonra bittiğini düşünmüştü ama şimdi geldiği yolu geri dönmesi gerekiyordu. Bir elindeki su içmekte olduğu bardağa, bir de aralarındaki mesafeyi hızla açarak ilerleyen annesine baktı. 

 

“Ahhh gene mi? Bugün yaşadıklarımızı ben belki kaldırabilirim ama temiz su stokumuzun kaldırabileceğini hiç sanmıyorum.” diyerek bardağı temiz su bulunan kovaya daldırıp, elinde su dolu bardakla annesinin peşine düştü. 

 

 Cildi yaşlılığın getirdiği kırışıklarla kaplı, kahverengi gözlere ve dağılmış, dalgalı ak saclara sahip yetmişlerinde olan bu kadın, yaşına hiç uymayan bir dinçliğe sahipti. Öyle ki daha on beş yaşında olan Saki bile hemen peşinden gelmesine rağmen, onu takip etmekte zorlanıyordu. Tabi bunda bir dünya yol yürümüş olmasının etkisi de büyüktü. İkili, köy girişine yaklaştıklarında anormal bir kalabalığın orada toplanmış olduğunu fark ettiler. Bu manzarayı gördükten sonra adımlarını hızlandırarak kalabalığa biraz daha yaklaştıklarında, aradan tanıdık bir ses seçilmeye başladı. 

 

“Ya neden anlamak istemiyorsunuz, çocukta sizi tehdit edecek bir şey yok. Hem onu bizim eve götüreceğim orası köyden uzakta, biliyorsunuz. İzin verin de geceyim” 

 

Mika, içeri girmesine izin vermeleri için umutsuzca köylülerle tartışırken. Köylüler onu çocukla birlikte içeri almamakta kararlıydılar. 

 

“Senin sözüne güvenecek değiliz. Daha kaç yaşındasın da doktorluk taslıyorsun? Hem diyelim ki dediğin gibi. Peşinde birilerinin olmadığı ne malum. Onu içeri alıp haydutları falan başımıza bela edemeyiz. Ya çocuğu bırakıp içeri girersin ya da orda kalırsın.” 

 

Bu sırada doktorla Saki oluşan kalabalığı yararak öne geçmişti. İkisinin geldiğini gören halkın dikkati onlara dönmüşken doktor, Mika’ya son cevap veren adama doğru hiddetle bakmaya başladı. 

 

“Hey! Kim benim çocuğumu içeri almıyormuş bakalım. Oğlun üç yaşında çiçek hastalığına yakalanıp ölmek üzereyken, onu kimin kurtardığını unutuyor gibisin Maer.”  

 

“Sana onun için hala minnettarım Kureha ama bu konu farklı. Mika’yı içeri almadığımız falan yok. Sadece çocuğu içeri alamayız. Bunun tehlikeli olduğunu sen de biliyorsun. Ormanın ortasında öylece yatan bir çocuk, muhtemelen haydutların elinden kaçıp o hale gelmiştir. Peşinde birileri olabilir ve onu buraya aldığımızı öğrenirlerse bu köy için hiçte iyi şeyler olmaz.” 

 

“Tehlikeli olduğunu tabi ki biliyorum ama sen de benim, hasta birini göz göre göre geride bırakamayacağımı biliyorsun. Eğer öyle biri olsaydım, bunu siz de çok iyi biliyorsunuz ki bir çoğunuzun çocukları ve hatta kendileri bile şu an hayatta olmazdı. Tamam hastalık için endişeleniyor olabilirsiniz. Onu köyün içinden geçirmeden, ormandan bizim eve götüreceğim. Peşinde birileri varsa da tüm sorumluluk bende. Siz hiçbir şey bilmiyorsunuz. Anlaştık mı?” 

 

Mika annesini gördükten sonra oldukça rahatlamıştı. Söylediklerinden sonraysa çocuğu buraya getirmesinin doğru karar olduğundan emin olmuştu. Köylüler ise Kureha’dan gelen teklifi aralarında konuşarak değerlendirmeye başlasalar da konuşmalar tartışmalara ve tartışmalar da kimsenin kimseyi anlamadığı bir karmaşaya dönüşmüştü. Tam bu karmaşa tekrar çığırından çıkacakken, kalabalığın arasından gür bir ses yükseldi. 

 

“Tamam sessiz olun. Sessiz olun. Sessizlik!” 

 

Aniden bağırmasıyla herkesin sakinleşmesini sağlayan adam, sözlerine devam etti. 

“Bakın burada hepimiz birbirimizi anlıyoruz. Benim de bu köyde bir karım ve çocuklarım var ve onların güvenliğinden endişe ediyorum ama bunu sağlamanın bedeli ne? Bu topraklar ve içindeki insanlar, yirmi yıldır hiç görülmemiş bir lanetle cebelleşiyor. Buralarda artık hayat eskisi gibi değil insan canı ucuz, yarına çıkabileceğimizin bir garantisi yok. Bu topraklarda vicdan yok. Peki bu bizim de vicdanımızı buruşturup çöpe atmamızı mı gerektiriyor? Kureha'nın dediği doğru. Burada çoğumuz onun bunca kötülüğe rağmen içinde korumayı başarabildiği bazı erdemler sayesinde yaşıyoruz. Bunu reddedemeyiz. Buna dayanarak ben, diyorum ki kapımızın önüne kadar getirilmiş hasta bir çocuğu dışarı atarsak, dışarıda yaşayan vahşi bir hayvandan veya o çok küfürler ettiğimiz haydutlardan ne farkımız kalır? Başımızda yirmi yıldır dolanan bu kötülüğe yenilmiş olmaz mıyız? Böyle bir durumda hala yaşıyoruz diyebilir miyiz? Ben pek emin değilim. Çocuklarımın böyle bir dünyada büyümesini ister miyim? Bundan da emin değilim.” 

 

Köylüler hiç beklemedikleri bir anda yüzlerine çarpan gerçeklerle afallamışlardı. Kalabalıktan tek çıt çıkmıyor herkes yirmi yıldır içten içe bildikleri ama kabul etmek istemediklerinden, sürekli kaçtıkları gerçekle yüzleşiyordu. Değişmişlerdi. Hem de çok değişmişlerdi bir zamanlar anne ve babalarının onlara öğrettiği erdemlerin hiçbirisini hatırlamıyorlardı artık, doğru olduklarına inanıp, uğurlarında savaştıkları hiçbir değeri hatırlamadıkları gibi. 

 

 Bu topraklarda yasayan insanların ebeveynlerinin çoğu, zamanında düklük tarafından insani olmayan şartlarda zorla çalıştırılan maden köleleriydi. Bundan otuz yıl önce bu insanlar onlara zulmeden bu güce karşı bir savaş vermiş Demir Dağlar’ın kuzey batısındaki BrackHill kalesiyle Muazzam Zirveler arasında kalan toprakları ele geçirmeyi başarmışlardı.  

 

Bundan sonra düklükle barış imzalayıp yeni kazandıkları topraklarda huzur dolu bir hayat sürmeyi düşünen bu insanların başına gelebilecek en korkunç şey gelmişti. Topraklarının ortasından akıp onlara hayat veren nehrin suyu, nedeni bilinmeyen bir şekilde siyah akmaya başladı. Bu kara suyun beraberinde kuraklığı ve hastalıkları da getirmesiyle daha kurulalı on yıl olmuş bu yeni devlet içten içe çökmeye başlamıştı.  

 

Aç kalan halk isyanlar çıkartıp birbirlerine girmiş ve sonucunda tüm ülke kaosa sürüklenmişti. Böyle bir ortamda doğal olarak bir süre sonra kanun, nizam kalmamış güçlü olanın, güçsüz olanın elindeki her şeyi aldığı vahşi bir sistem hüküm sürmeye başlamıştı. Böylece bu insanlar, zamanında kendileri de çokça zulüm görmesine rağmen hayatta kalmak için bu sisteme ayak uydurmuş ve başkalarına zulmetmekten kaçınmamışlardı. 

 

Mika herkesin söyleneni dinleyip bir anda sessizleşmesine baya bir şaşırmıştı. Sekiz yaşından beri bu köyde yaşıyordu ve onun için bu insanların birkaç tanesi hariç hepsi duygusuz, bencil ve kötüydü. İlk geldiklerinde onları kabul etmemişler ancak annesinin bir doktor olduğunu öğrenmeleriyle onları içeri almaya karar vermişlerdi. Bundan sonra bile kendisine çok iyi davranmamışlar, sürekli laf atarak onu kendilerinden olabildiğince uzak tutmak istemişlerdi. Bunun nedeniyse Mika'nın lanetli olarak görülmesiydi.  

 

Mika, annesinin ona dediğine göre nehir kararmadan sadece bir hafta önce, onun o zamanlar yaşadığı köydeki köylüler tarafından nehirde bulunmuştu. Tabi nehir karardıktan sonra bazı insanlar bunun nedenini bebeğin lanetli olmasına bağlamıştı. Kara nehirle birlikte gelen kuraklığın ve hastalıkların artmasıyla birlikte bu görüş güç kazanmış ve bazıları tanrıların onları bağışlaması için onu yakmaya bile karar vermişti. Maki nehirde bulunduğundan beridir ona bakmakta olan annesiyse buna izin vermeyip ona sahip çıkmıştı. Bunun üzerine köyden kovulmuş ve yaşayacak başka bir yer bulabilmek için o zamanlar daha bu kadar kötüleşmemiş olan çorak toprakların içinde yola çıkmıştı. 

 

 Kovulduklarından birkaç gün sonra, köyde hiç bilinmeyen bir hastalığın peyda olup tüm köyü kasıp kavurmasıyla Mika'nın lanetli olduğu algısı tüm Çorak Topraklara yayılmıştı. Bu nedenle annesiyle beraber bu gariban ve doktora muhtaç köyü bulana kadar sekiz yıl boyunca köy köy dolaşmak zorunda kalmış olan Mika, bu toprakların ve üzerinde yaşayan insanların değişimine ilk elden şahit olmuş ve bundan nefret etmişti. Öyle nefret etmişti ki bir gün sahip olduğu her şeyi kaybetmek zorunda kalsa bile bu lanetin eline tek bir koz dahi vermeyeceğine, onun dönüşmesini istediği insana asla dönüşmeyeceğine yemin etmişti.  

 

Köy onları kabul etmesine rağmen Mika'yı asla sevmemiş ve onun hep lanetli olduğunu düşünmüştü. Şimdiyse Mika ona bunca çile çektirmiş bu köylülerin de içinde insana dair bir şeyler olduğunu görmesiyle şaşırmış ve onları affetmese de içinde onlara karşı bir sempati oluşmasına engel olamamıştı. 

 

İki tarafın da uzun süredir sürdürdüğü sessizlik Maer tarafından bozuldu. 

 

“İnsanlık ha? Tamam bu sefer senin dediğin olsun Kureha ama şunu bilin. Ben eğer insanlığımı bırakmışsam, bunu çocuklarımın karnını doyurmadığı için yapmışımdır.” 

 

Maer söylediklerinden sonra kalabalığın arasında kaybolup gitti. Köylülerin geri kalanıysa ses çıkarmasalar da belli ki Maer’le aynı fikirdeydiler. Bunun üzerine daha fazla orda durmayarak yavaşça dağılmaya başladılar. Ta ki bir tek hepsini susturan o konuşmayı yapan adam kalana kadar. 

 

“Teşekkürler Markus sen olmasan işimiz çok zordu”  

 

“Teşekküre gerek yok doktor. Ben sadece kafamdakileri söyledim. Sen kızımı kurtardığından beri Mika’ya yaptıklarımız ve genel olarak bulunduğumuz durum hakkında çok düşünüyorum. Teşekkür edilmeyi hak eden biri miyim bilmiyorum.” 

 

“Öyle deme Markus abi bak. Tam burada ayıldığında sana kesinlikle teşekkür etmesi gereken biri yatıyor.” 

 

Maki’nin böyle demesiyle sonunda ortamdaki kasvet biraz dağılmıştı. 

 

“Öyle mi diyorsun küçük hanım. O zaman hadi bırak bana yolun sonrasında ben götüreyim de teşekkürümü tam hak etmiş olayım.”  

 

“Dur ben de yardım edeyim, zaten yol boyunca sürüklemişler çocukcağızı. Üstü başı çamur içinde kalmış” 

 

Doktor ve Markus sedyenin iki ucundan tutup çocuğu Maki’nin elinden aldılar. Yarım saattir peşinde taşıdığı hem psikolojik hem de fiziksel yükün kalkmasıyla Maki, bir anda ne kadar yorulmuş olduğunu fark etti ve dinlenecek bir yer için etrafa bakınmaya başladı. Bu sırada elinde bardakla bir köseye oturmuş olan kardeşini fark etti. 

 

“Aaaa! Ablasının gülü bana su mu getirmiş? Saki, biricik kardeşim benim. Seni ne kadar sev... AH!” 

 

Kafasına atılan boş bardak tarafından sözleri yarıda kalanınca kardeşinin suyu sadece kendi için getirdiğini fark edip konuşmasına öfkeyle devam etti. 

 

“Lanet olası kardeş seni. Hepsini kendin mi içtin lan suyun? İnsan ablasını da düşünür. Bu çocuğu tek başıma taşırken ne kadar zorlandım biliyor musun lan sen? Geberteceğim kızım seni.” 

 

“Sanki yapabilirmişsin gibi. Şu haline bir bak, ayakta zor duruyorsun. Hem asıl sen benim anneme haber vericem diye nasıl koştuğumu biliyor musun?” 

 

“Bittin lan sen! Gel buraya kaçma! Çok acıtmayacağım!” 

 

“Ha ha! Babayı yakalarsın kızım bu halinle.” 

 

Markus ve Hiluluk, sanki daha demin yorgunluktan ölmüyorlarmış gibi şu an birbirlerini kovalamakta olan iki kıza şaşkınlıkla bakıyordu. 

 

“Gençlik ayrı bir şey be doktor. Şunlara bak. O kadar yol geldikten sonra bile böyle koşturabiliyorlar.” 

 

“Konuşana bak görende kırklarında dede oldun sanır. Daha otuzlarındasın be Markus sen böyle diyorsan, ben ne yapayım? Neyse, onları beklersek işimiz yaş. Biz önden ilerleyelim, onlar bize yetişir.” 

 

“Peki gidelim o zaman.” 

 

“Kızlar biz önden gidiyoruz. Siz de çok oyalanmadan gelin hemen.” 

 

“Tamam anne şu ahlaksız kızına haddini bildirir bildirmez gelicem.” 

 

“Önce yakala da öyle konuş ablacım.” 

 

Hiluluk ve Markus çocuğu köyün içine çok sokmadan ormandaki bir patikayı kullanarak doktorun evine taşımaya başladılar. Beş, on dakika sonra eve varmışlardı. Çocuğu evdeki hastalar için ayrılmış olan odaya alıp yatağa yatırdılar. Doktor, hastayı bir de kendi muayene ettikten sonra, durumun gerçekten kızların söylediği gibi olduğuna emin oldu ve hızlıca tedaviye başladı. 

 

 Birkaç çeşit ilaç verip vücudunun daha fazla soğumasını engellemek için sıcak su kullandıktan sonra iyileşmesi için kendi haline bırakıp odadan çıktığında kızların eve gelmiş olduğunu gördü. Saki’yi son gördüğünde ablasının onu yakalayamayacağına dair atıp tutuyor olsa da yüzünün üzerindeki morluklar yakalandığını belli ediyordu. Buna rağmen aralarındaki sorunu çözmüş gibiydiler. 

 

“Geldiniz mi? İyi hadi dün yakaladığınız tavşanı yahni yapmıştım tabi olaylar çıkınca biraz soğudu ama idare edeceksiniz artık. Markus sen de bizimle yemek ister misin, sana da tabak çıkartayım mı?” 

 

“Yok abla ben size yük olmayayım hem eşim evde beni bekliyordur şimdi.” 

 

“Evet Markus Abi, kapının önüne koymak için bekliyordur. Hasta çocukla bu kadar yakınlaştıktan sonra Emma Abla seni rahat iki gün içeri almaz. O yüzden otur masaya da ye bizle. Yarın aç kalıyorsun nasıl olsa.” 

 

“Evet abi otur hadi. Hem ne yük olması biz bu tavşanları gözümüz kapalı bile yakalarız sıkıntı yapma sen.” 

 

“Benden bahsediyor abi. Zira kendisine bir ok bir yay versen, bu mesafeden beni bile vurabileceğini sanmıyorum.” 

 

“Abart abla abart. Son zamanlarda çok geliştim hem bu tavşanı benim yakaladığımı hatırlatırım sana.” 

 

Ne kadar durumun gerçekte böyle olmadığını bilseler de ikili, tavşanları rahatça yakalamakla ilgili yaptıkları esprileriyle oldukça eğleniyorlardı. Karısının onu eve alıp almayacağından emin olmayan Markus’sa iki kızın ısrarları üzerine bu akşamlık yemeği burada yemeyi kabul etti. Espriler ve kahkahalar eşliğinde yemekler yendikten sonra Markus bir arkadaşında kalmak üzere evden ayrıldı. 

 

 Kızlar ve doktor yatmadan önce çocuğu son kez kontrol etmek için hasta odasına girmiş ve vücuduna sıcaklığın geri geldiğini fark etmeleriyle şaşırmıştılar. Tedavide bu sürecin başlaması normalde yarım gün kadar sürmeliyken çocuğun vücudu sadece birkaç saat içinde hastalıkla savaşmaya başlamıştı bile. Buna ne kadar şaşırsalar da çocuğun durumunda başka bir anormallik bulamadıkları için sıcak su torbalarını kaldırıp, ikinci set ilaçları çocuğa verdikten sonra yatmak için odalarına çekildiler.  

 

Onlar yoğun geçen günün verdiği yorgunlukla yataklarında mışıl mışıl uyurken, köyün birkaç kilometre uzağındaki ormanın içine kurulmuş yirmi otuz kişilik bir kampta gece, hiç olmadığı kadar hareketli geçiyordu.  

 

Telaşla koşuşturmakta olan bir haydut kampın ortasındaki büyük çadırın kapısından girerek içeride birkaç kadınla birlikte alem yapmakta olan adama doğru konuşmaya başladı. 

 

“Patron Kara böldüğüm için özür dilerim efendim ama önemli haberler var.” 

 

“Söyle” 

 

“Ana kamptan Yardımcı Komutan Pael geldi efendim. Sizinle konuşmak istediğini söylüyor.” 

 

“Pael mi? O yavşak Yardımcı Komutan mı olmuş? Vay be, bir de bizim şu halimize bak sürünüyoruz. Onlara bir iki dakikaya geleceğimi söyle ve misafir çadırına al.” 

 

Elinin altında iki güzel kadın ve önünde istemediği kadar yiyecek olmasına rağmen böyle tamahkar bir şekilde halinden yakınan Kara, kadınlara beklemesini söyleyip, üstünü giyindikten sonra misafir çadırına doğru yola çıktı. Çadıra girdiğinde eskiden tanıdığı bir arkadaşı olan Pael’i sırtında kuzgun tüylerinden yapılmış bir cüppeyle görmesiyle biraz şaşırdı. ‘Demek gerçekten Yardımcı Komutan olmayı başardın he. Kim bilir ne yalaklıklar yapmışsındır?’ diye içinden geçirerek söze girdi. 

 

“Vay! Kimler gelmiş, kimler! Bunca yıldan sonra olan bu ziyaretini neye borçluyuz acaba, sorabilirmişim komutanım?” 

 

Pael, Kara’nın son kelimelerini söylerken yaptığı kinayeli ses tonuna çok da aldırış etmeden cevap verdi. 

 

“Buraya seninle laklak etmeye gelmedim Kara. Peşinde olduğum biri var.” 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44793 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr