Güneş batmış, hava birazdan yağmur yağacağının habercisi olan kara bulutlarla doluydu. Yağmur bu topraklarda nerdeyse çölde olduğu kadar değerliydi ve doğal olarak insanlar tarafından sevinçle karşılanırdı. Pekâlâ bu durumun aynısı, şu an bir görev için yolda olan Pael ve adamları için söylenemezdi.
“Patron hava öyle gösteriyor ki birazdan yağmur yağacak. Bu havada aramaya devam etsek bile yağmur izlerin çoğunu silecektir ve biz de ıslandığımızla kalacağız.”
“Doğru söylüyorsun Gobi. Atlar da yağmurda huysuzlanacaktır zaten. Yağmur yağmadan evvel ıslanmayacağımızı bir yere geçelim. Bu günlük bu kadar arama yeter ekip. Bölgede bulunan kampa gidip biraz dinlenelim. Onlara çocuğu görüp görmediklerini de sorarız.”
Peşlerinde oldukları kişiyi aramayı bırakıp bölgedeki kampa doğru atlarıyla yola çıktılar. Beş, on dakika sonra kampa varmışlardı. Gözcüler tarafından hemen fark edilerek durduruldular.
“Hop! Kuzgunların kamp bölgesine girmek üzeresiniz kimsiniz? Necisiniz? Kendinizi tanıtın.”
“Sırtımdaki cübbeyi de mi görmüyorsun be adam. Bizi sorgulamayı kes de patronuna haber gönder. Ona Yardımcı Komutan Pael’in geldiğini ve onu görmek istediğimi söyle.”
Karanlıktan dolayı gelenlerin kim olduğunu tam olarak anlayamamış olan gözcü, önündeki adamın sırtındaki cübbeyi fark etmesiyle telaşa kapıldı.
“Yardımcı Komutan mı? Siz... Çok özür dilerim efendim. Karanlıktan dolayı fark edememişim lütfen beni affedin. Hemen patrona haber iletiyorum, siz de içeri geçebilirsiniz. Şu arkadaş sizi misafir çadırına yönlendirecektir.”
Telaşlı bir şekilde önce gösterdiği adama ne yapması gerektiğini anlatan gözcü, hızlıca Kara'nın çadırına doğru koşturmaya başladı.
Gözcünün gelenlerin kim olduğunu anlatmasıyla hemen harekete gecen adam, Pael ve ekibine önce seyise kadar eşlik etti ve atları bıraktırdı. Sonra onları misafir çadırına yönlendirdi ve hemen bir yemek servisi başlattı.
Pael servis edilenleri yiyerek birkaç dakika bekledikten sonra içeriye Kara girdi.
“Vay! Kimler gelmiş, kimler! Bunca yıldan sonra olan bu ziyaretini neye borçluyuz acaba, sorabilir miyim komutanım?”
“Buraya seninle laklak etmeye gelmedim Kara. Peşinde olduğum biri var.”
“Biri mi var? Ben de diyorum yüce komutan Pael’in bizim gibi küçük bir alt bölükle ne işi olur. Tabi ki de işi düştüğü için burada.”
“Dediğim gibi Kara buraya laklak için gelmedim. Pesinde olduğum kişi on yedi yaşlarında, yapılı ve sağlıklı görünen bir genç daha spesifik bir özelliğiyse saçlarının biraz kızıl olması. Adamlarına sor bakalım görmüşler mi?”
“Vay vay vay! Paşamız emirler de vermeye başlamış. İyi alışmışsın ha rütbeli olmaya. Bizi yıllar önce bırakıp gitmiş ve sonra haber bile vermemiş biri için fazla pişkin durmuyor musun karşımda?”
“Kara eskiden olan muhabbetimiz hatırına bir şey demiyorum ama haddini aşmaya devam edersen...”
“Uuuu! Nasıl korktum anlatamam. Gerçekten bak tir tir titriyorum.”
Pael’in iyice sinirlenmeye başladığını gören Kara, takındığı çocuksu tavırdan çıkarak sözlerine devam etti.
“Peki peki hemen sinirlenme yahu. Eski arkadaşımızla şakalaşamıyoruz bile. Sordurturum bizim çocuklara. İlla gören olmuştur. Ne demiştin kırmızı saçlı, on yedilerinde.”
Kara, Pael’le anlaştıktan sonra çadırdan çıkmaya yeltendi. Kapıdan dışarı çıkmadan önce bir an tereddüt ederek adımlarını durdurdu ve Pael’e doğru bakarak daha yeni yağmaya başlamış yağmur sesinin eşliğinde son birkaç kelime etti.
“Belki Alice’i sormak istersin diye peşinen söyleyeyim. Sen gittikten sonra daha fazla dayanamadı. Tepedeki eski mezarlığa defnettik. Belki görmek istersin.”
Birkaç saniye boyunca yağmur damlalarından başka hiçbir şeyin sesi duyulmadı. Hüzünlü bir sessizlik değildi bu daha çok pişman bir sessizlikti var olma nedeninden pişman bir sessizlik.
“Teşekkürler.”
En az ardından gelen teşekkür kadar pişman bir sessizlik.
Aynı gecenin sabahında, güneş daha yeni yeni havayı aydınlatmaya başlamışken İz köyünün arka taraflarındaki bir tepenin üstünde bulunan, iki katlı, tahta evin önünde bir adam, telaşlı bir şekilde kapıya vurmaktaydı.
“Doktor ben Markus. Hemen kapıyı aç! Önemli haberlerim var! Doktor!”
Markus heyecanlı bağrışlarını, kapının Mika tarafından açılmasıyla durdurdu.
“Ne oldu Markus abi sabahın köründe? Hasta biri mi var?”
“Köyün... köyün girişine Kuzgunlar geldi. Sizin evdeki hasta çocuğun peşindeler. Çocuğu hemen saklamamız lazım. Köylüler şu an onları oyalamaya çalışıyor ama çok uzun tutamazlar.”
“Ne? Ne diyorsun Markus abi? Sakince konuş. Önce bir içeri gel. “
“Sakin mi? Asıl sen ne diyorsun Mika? Haydutlar geldi diyorum. Hem de Kuzgunlar.”
Kapıdan içeri girdiğinde Hiluluk ve Saki’nin de kalkmış olduğunu fark etti. Hiluluk hemen araya girdi.
“Birilerinin çocuğun peşinde olmasını beklemiyor değildim ama kuzgunlar... Şu an neredeler Markus ve kaç kişiler?
“On beş kişi kadarlar ama sorun bu değil. Başlarında bir Yardımcı Komutan var. Pael’i hatırlıyor musun? Beş yıl önce ana kampa gitmişti hani. Yardımcı Komutan olmuş ve şimdi çocuğun pesinde.”
“Pael mi? Bizim Pael? Ne kadar onlara katılmış olsa da Pael iyi çocuktur. Şimdi de değiştiğini sanmıyorum. Yine de dediğin gibi çocuğu saklamak en mantıklısı olacak.”
Çocuğu saklamaya karar verdikten sonra Hiluluk ve kızlar hasta odasına girip hızlıca çocuğu taşımak için hazırlamaya başladılar. Bu sırada çocuğun ayılma belirtileri göstermeye başladığını fark etseler de bununla kaybedecek zamanları olmadığı için pek üzerinde duramadılar. Taşımak için Markus gönüllü oldu ve çocuğu sırtına alarak, ormanın içindeki eski bir barakaya gitmek üzere yola çıktı.
Markus evden ayrıldıktan birkaç dakika sonra, Mika evle köy arasındaki yoldan gelen on beş kadar adam fark etti. Bunların beşi köy halkındanken diğer onunun ellerinde tuttukları silahlar ve üzerlerindeki giysilerden kuzgun haydutlarının üyeleri olduğu belliydi. Gelenleri görmesiyle içeri girerek, çocuğun izlerini yok etmek için odayı toplamaya çalışan doktor ve Saki’ye haber verdi. Haydutların yaklaştığını öğrendiklerinde toparlanmalarını hızlandırdılar ve kapı tekrar sertçe çalınmaya başlayana kadar, hasta odasını yeni gibi yapmayı başardılar.
Kapının çalınması üzerine kızlara geride kalmalarını söyleyen Hiluluk, kapıya doğru yöneldi. Kapıyı açmasıyla, birinin sırtında kuzgun tüylerinden yapılma bir kaban olan, beş erkekten oluşan bir manzaraya karşılaştı. Hiluluk tam konuşmaya başlayacakken Pael önce davrandı.
“Selam doktor. Uzun zaman oldu ha?”
“Evet baya uzun zaman oldu.”
“İçeri gelebilir miyim?”
Hiluluk, Pael’in yanında bulunan dört adama baktı.
“İçeri girebileceğin çok bariz. Mühim olan içeri bir haydut lideri olarak mı yoksa eski bir arkadaş olarak mı girmek istediğin.”
Pael yanında duran adamlara dönerek dışarıda beklemelerini işaret etti. Adamlar bir an tereddüt etse de patronlarından gelen emre uyarak, kapının önünden çekildi ve dışarıda nöbet tutmaya başladılar. Bunun üzerine Hiluluk, Pael’in içeri girmesi için izin vererek önünden çekildi.
Pael bu evi biliyordu. Gözü hemen arka kısımda bulunan hasta odasını taradı. Kapıyı kapatan perde nedeniyle çok bir şey göremese de yatağın boş olduğu anlaşılıyordu. İçerideki koltuklardan birine oturdu ve etrafı incelemeye başladı.
“Gittiğimden beri pek bir şey değişmemiş gibi.”
Hiluluk onun karşısındaki bir koltuğa geçti.
“Yanılıyorsun Pael. Çok şey değişti, çok fazla şey.”
“Bak doktor Kara’nın da senin de beni gittiğim için suçladığınızı biliyorum. Size hak vermiyor da değilim ama beni de anlamanızı istiyorum. O günlerde Kuzgunlar iyice köyün üstüne geliyorlardı ve biz buna karşı bir şey yapamıyorduk ama onlara katıldığımdan beri ana kamptaki nüfuzumu kullanarak köyden uzak kalmalarını sağlayabiliyorum. En azından eskisinden çok daha az baskı kuruyorlar.”
“Ne yapıyorlar, bizden alamadıklarını civardaki başka yerleşim yerlerinden mi topluyorlar, bizim yükümüzü onlara mı bindiriyorlar? Ne yapıyorsun Pael, zamanında bize yaptıklarını başkalarına mı yapıyorsun? Bunu yaparken sana minnettar olmamızı mı istiyorsun? Kusura bakma sahte amacına saygım yok Pael.”
Pael’in kaşları çatılmıştı. Bu kadar sert bir tavır beklemiyordu.
“Beş yıldır sizin kıçınızı korumak için çektiklerime sahte bir amaç mı diyorsun doktor? Gittim ama davamızı terk etmedim anladın mı? Ben o pisliklerin içinde de olsa çabalamaya devam ettim ve şimdi sen bana bir yalan için mi çalıştın diyorsun doktor, senin gözünde bu kadar mı değerim var?”
“Davamız? Bizim ne zamandır bir davamız var da benim haberim yok. Senin dava dediğin şey Alice’in kalbindeki iyilikti yapmaya çalıştığımız tek şeyse bu cehennemin ortasında iyi kalmayı başarabilmekti. O bunu başardı. Görüp görebileceğin en temiz insan olarak ayrıldı bu dünyadan ve ben de bunun için çabalıyorum. Senin ne durumda olduğunsa buraya gelme nedeninden belli zaten.”
Pael öfkeyle oturduğu yerden kalktı.
“Ahh! Yeter artık doktor belki anlaşabiliriz diye konuşayım demiştin ama hala iyilik ve erdemler romantizminden çıkamamışsın belli ki. Onlar bu diyarda yok doktor, anla artık. Buraya gelme nedenime gelince, bildiğine göre çok uğraştırma da söyle bana, çocuk nerede?”
Hiluluk, karşısındaki adamın öfke dolu gözlerine baktı.
“Zamanında aşık olduğu şeye ona ulaşamayınca bok atmak... İnsanoğlu ne ilginç yaratık. Sana çocuğun yerini söylemeyeceğimi biliyorsun Pael yani şu iyi insan numaralarını oynamayı bırak da bize kaybolduktan sonra nasıl bir insana dönüştüğünü göster hadi.”
“Seni... Lanet olsun.”
Pael öfkeyle kapıya doğru ilerlerdi. Kapıyı açıp dışarıdaki haydutların üçüne evin tamamını araştırma emri verdikten sonra evin etrafını incelemekte olan kısa boylu, ince, hafif kamburu olan adama doğru seslendi.
“Gobi bir şey bulabildin mi”
“Evet patron yağmur sayesinde izler çok bariz. Buradan ormana doğru biri gitmiş ve sırtında bir şey taşıdığı da izlerin derinliğinden anlaşılıyor.”
“Ormana mı? Mezarlığın içindeki eski kulübe ha! Zekice doktor.”
Bu sırada evi arayan haydutlardan biri kapıdan seslendi.
“Patron ev boş. Bir şey bulamadık.”
“Bulacağınızı zannetmiyordum zaten. Siz burada kalıp evdekilerin bir yere gitmediğinden emin olun. Kalanımız ormanlık alana doğru, çocuğu aramaya çıkıyoruz.”
Birkaç adamını, evdekilere göz kulak olmak için geride bıraktıktan sonra beş adamıyla birlikte, ormanın içine doğru izlerin peşinden yola çıktı. Pael bu yolun ormanın içindeki, eski mezarlığa doğru gittiğini biliyordu. Orada eskiden mezar bekçisinin kalması için yapılan bir kulübe vardı. Çocuğu muhtemelen bu kulübeye taşıdıklarını düşünüyordu.
Birkaç dakika ilerledikten sonra izlerde bir gariplik ortaya çıktı tek kişilik iz birden iki kişilik oluyordu. Buna ilk başta anlam veremeseler de sonradan baygın olan çocuğun, ayılmış olup kendi başına yürümeye başlayabileceği akıllarına geldi ve yollarına devam ettiler.
Birkaç dakika daha yürüdükten sonra mezarlığa vardılar ve ortasında bulunan kulübeye doğru ilerlemeye devam ettiler. İzler çok bariz bir şekilde kulübeye giriyor ve dışarı çıkmıyordu. Bunun üzerine üç adamına kulübenin etrafını sarmasını işaret edip ses çıkarmamaya özen göstererek kapıya doğru diğer iki adamıyla ilerlemeye başladı. Kulübeye doğru yaklaştıkça içeriden bazı sesler geldiğini fark ederek adımlarını hızlandırdı ve sert bir tekme vurarak kapıyı ardına kadar açtı.
İçeride bir kadın ve bir erkek yari çıplak bir şekilde yiyişiyordu. Kapını eli silahlı birkaç adam tarafından aniden açılmasıyla paniğe kapılan genç çift, çığlık atıp yerdeki kıyafetleriyle üstlerini örtmeye çalışarak köşeye sindiler. Pael gördüğü manzara karşısında afallayarak bir an ne yapacağını bilemedi içeridekilerin onun aradığı kişiler olmadığı barizdi.
“Ne oluyor lan burada. Lan orospu evlatları mezarlığın ortasında yapmaya utanmıyor musunuz?”
“Özür sileriz abi vallahi bir daha yapmayız lütfen bizi affet.”
“Terbiyesiz herif üstünü basını giy de öyle konuş. Size sormam gereken şeyler var.”
“Tamam abi tamam. Yalnız siz burada böyle bakarken...”
Genç adam vücut hatlarını eline geçirdiği birkaç parça kıyafetle saklamaya çalışan sevgilisine doğru işaret etti.
“Tamam çıkıyoruz. Senin kuru götlü sevgiline kalmadık.”
Pael ve adamları kulübeden çıkarak içerideki çiftin giyinmesine izin verdiler. Biraz sonra genç çift içeriden tedirgin bir şekilde çıkarak Pael’e doğru konuşmak için ilerledi. Birkaç saniye boyunca bir şey demeden mahcup bir şekilde durduktan sonra Pael sessizliği bozdu.
“Öhöm Öhöm! Dediğim gibi size sormam gereken bir şey var.”
“Buyur abi ne istersen. Yeter ki köydekilere söyleme. Eli’nin babası beni kuşbaşı doğrar valla.”
“Eli ha? Sen Mahmut abi... Ahh ne diyorum ben? Bana ne ki? Bak delikanlı biz buralardan gecen birini arıyoruz. Yanında hasta bir çocuk olması lazım gördünüz mü?”
“Hasta çocuk? Dün Mika’ların getirdiği çocuğu mu diyon abi? O doktorun evindedir ne işi olsun bu ormanlık yerde.”
“Orda değil aslanım. Biz bilmiyor muyuz oraya bakmayı? Sen burada gördün mü, görmedin mi onu söyle bırakıcaz sizi hadi.”
“Valla abi biz buraya geleli bir saat falan oluyor, bir şey görmedik. On dakikadır da kulübedeyiz işte malum yani biri geçse de göremeyiz.”
Çocuğun gevşemeye başladığını fark eden Pael bu sefer omzundan sertçe tutarak tehditkâr bir tonda tekrar sordu.
“Emin misin bir şey görmediğine? Bak şimdi, bu adamlar çevreyi arayacaklar eğer burada bir yerde çıkarsa aradığımız kişiler, Seni Eli’nin pederden önce ben doğrarım. Tamam mı aslan parçası.”
“A-a-a... Abi gözünü seveyim yapma! Vallahi biz bir şey görmedik kulübedeydik diyorum.”
“Peki öyle olsun bakalım.”
Elini neredeyse ağlamak üzere olan çocuğun omzundan çekerek adamlarına doğru döndü.
“Civarı arayın bakalım. Yanında çocukla fazla uzağa gitmesi mümkün değil onu bulmadan gelmeyin. Siz de burada benimle kalıyorsunuz.”
Pael’in adamları iz sürücü olan Gobi’nin önderliğinde civarı yarım saat boyunca aradılar. Gobi izleri takip ederken bir hata mı yaptığını düşünerek geri dönmeyi düşünse de artık o izlerin üstünden altı kişi geçmişti ve yeniden takip edilmesi imkânsızdı. Yarım saat boyunca etrafı aradıktan sonra elleri boş bir şekilde Pael’in karşısına geldiler.
Pael gerçekten duruma anlam veremiyordu. İzler bariz bir şekilde kesilmeden buraya kadar gelmişti ama o izler bu iki gencin çıkmıştı. Onlara nereden geldiklerini sorduğunda belli bir yere kadar ormandan ilerledikten sonra yola girdiklerini söylemişlerdi. Pael’in burada düşünebildiği tek şey çocuğu taşıyan adamın bir şekilde bu iki gencin izlerini kullanarak onları yanılttığıydı. Bu durumda adamla çocuk onların gerisinde kalmıştı ve çoktan geri dönerek köyün dışına doğru yola çıkmış olabilirlerdi. Pael bunun olmaması için hızlıca köyün girişine geri dönmeye karar verdi.
İz köyü coğrafi olarak gerçekten ilginç bir bölgeye kurulmuştu. Köyün etrafı onu neredeyse 270 derece boyunca saran bir yamaçla çevriliydi ve köyün tek çıkışı önünde bulunan açıklıktı. Bu coğrafi oluşuma ilginç bir şekilde bu civarda çok rastlansa da çok alçak olduklarından sel ve su taşkınlarına elverişli olan bu bölgelere bir yerleşim kurulmazdı ama bu bölge dağ yamacında olduğu için hem sel ve su taşkınlarına karşı korunaklı hem de dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı korunaklı bir alan haline geliyordu.
Tuttukları çocukları bıraktıktan sonra adamlarıyla birlikte hızla geldikleri yoldan geri döndü. Doktorun evine vardığında çok bir olay olmadığını fark etti. Doktor ve kızlar adamlarına zorluk çıkartmamış ve oldukları yerde beklemişlerdi. Son bir kez konuşmak üzere Hiluluk’un önüne geldi.
“Doktor son kez soruyorum. Çocuk nerede?”
“...”
Aldığı cevabın sadece küçümseme dolu bakışlar olması Pael’in siniri bozmuştu. Ona göre kendisi bu köy ve içinde yasayan herkes için tam beş yıldır nefret ettiği insanların yanında çalışmak zorunda kalmış, onların ayak işlerini yapmıştı ve şimdi uğruna çalıştığı insanlar gelip ona küçümser gözlerle bakıyordu. Buna ne hakları vardı.
Öfkeyle elini kaldırıp doktorun boğazını kavramak üzere hamle yapmışken boynunda metalin soğukluğunu hissetmesiyle elini durdurdu. Hiluluk’un yanında duran Mika, o elini kaldırır kaldırmaz elbisesinin altında gizlediği bıçağı çıkartarak, inanılmaz bir hızda boynuna dayamıştı. Hemen önünde duran genç kızın böyle bir hareket yapmasını hiç beklemeyen Pael ise buna karşı hiçbir şey yapamamıştı.
Patronlarının boğazına bıçak dayanmasıyla haydutlar silahlarına davrandılar ama yine aynı sebepten dolayı pek bir şey yapamadılar. Onlar ne yapacaklarını düşünürken Pael, elini kaldırarak silahlarını indirmelerini işaret etti ve boynuna bıçak dayayan Mika’ya baktı.
“Neden durdun?”
Mika’nın gözlerinin içine bakarak birkaç saniye cevap bekledi.
“Madem öyle ben cevap vereyim. Durdun çünkü sonrasında ne olacağını kestiremiyorsun! Durdun çünkü değer verdiğin insanlar var! Durdun çünkü canımı almaktan sadece bir santim ötede olan bıçağın, omuzlarımdaki cübbeyle boy ölçüşemiyor!”
Tekrar Hiluluk’a bakarak devam etti.
“İşte gitmemin sebebi buydu. Bıçağım boyunlarına ulaşsa bile onları kesemiyorum doktor.”
Birkaç saniye Hiluluk’un gözlerine baktıktan sonra boynuna dayanmış bıçağı pek umursamayarak geri döndü ve adamlarını da peşine alarak ayrıldı.
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..