Bölüm 4: Lun

avatar
353 4

Tutulma - Bölüm 4: Lun


Pael ve dokuz adamının tepenin yokuşunda yavaşça kaybolmasının ardından Mika, annesine döndü. 

 

“Ormanda onları bulamamalarına inanamıyorum. Kesinlikle yakalanacaklarını düşünmüştüm.” 

 

“Ben de öyle Mika. Markus ne yaptı da kendini de çocuğu da saklamayı başardı ki?” 

 

“Bilmiyorum ama bakmadan rahat edemem. Ben mezarlığa doğru gidiyorum anne.” 

 

“Beni de bekle abla geliyorum.” 

 

“Bir dakika bekle...” 

 

Mika ve Saki annelerinin konuşmasına izin vermeden ormana doğru fırladılar. Haydutlar patikadan geçtikleri için artık izlerin takip edilmesi mümkün değildi. Bu nedenle Markus’a seslenerek yerini bulmayı umdular. Dağılıp, birkaç dakika boyunca arandıktan sonra Saki, çağrılarına bir yanıt almayı başardı. 

 

“Pst. Pst Saki!” 

 

“He? Markus abi sen misin, neredesin?” 

 

“Yukarı bak Saki, buradayım.” 

 

Saki başını yukarı çevirdiğinde ağacın dalları arasında saklanmakta olan Markus’u fark etti. 

 

“Markus Abi ne isin var orada? Hem çocuk nerede, onu nereye sakladın?” 

 

Markus hiçbir şey söylemeden eliyle yukarıyı işaret etti. Bunun üzerine başını biraz daha kaldıran Saki aynı ağacın biraz daha yukarısında bulunan kızıl saçlı çocuğu zar zor seçebilmeyi başarmıştı. Gerçekten çok iyi bir gizlenme yerinde duruyordu ve Saki, orada olduğunu bilmesine rağmen onu seçmekte zorlanıyordu. 

 

“Abi sen harikasın. Çocuğu oraya çıkarmayı nasıl başardın?” 

 

“Eeee... İlginç olan şu ki ben başarmadım. O kendi çıktı.” 

 

“Kendi mi çıktı? He he! Şaka yapıyorsun herhalde abi. Daha bir saat öncesine kadar yataktan kalkamayan adam ağaca mı çıktı?” 

 

“Evet, inanmıyorsan kendisine sorabilirsin.” 

 

“Kendisine mi sorayım sen nede...” 

 

Saki’nin sözü yukarıdan gelen bir erkek sesiyle kesildi. 

 

“Selam. Şey Saki’ydi değil mi? Ben de Lun. Tanıştığıma memnun oldum ve  evet ayığım ağaca da kendim çıktım. Çok kolay olmadı ama hallettim işte.” 

 

“He sen? Sen ayıksın. Nasıl olabilir en az bir günden önce ayılmanın imkânı yoktu.” 

  

“İlk ayıldığında ben de şaşırdım ama sonra tek başına ağaca tırmanınca sorgulamayı bıraktım. Neyse önemli olan bu değil. Haydutlar ne oldu, size bir şey yaptılar mı?” 

 

“Haydutlar... Evet haydutlar. Gittiler ve Pael sağ olsun bize bir şey yapmadılar. Şu an köyün çıkışını tuttuklarından eminim. Sizi burada bulamayınca telaşla çıkışları tutmaya gittiler. Kesin daha fazla adam da getireceklerdir ama şimdilik ormanda kimsenin kalmadığından eminiz yani inebilirsiniz.” 

 

“Çok iyi, bir saattir burada durmaktan belim ağrıdı zaten. Sen yukarıdaki neydi ismin... Heh Lun kendin inebilir misin?” 

 

“Bi el atsan iyi olur be abi. Buraya bir şekilde çıktım ama hareket edecek halim kalmadı.” 

 

Lun, Markus’un da yardımıyla, zor da olsa kazasız, belasız ağaçtan inmeyi başardı. Onun ardından ağaçtan inen Markus , Saki’ye döndü. 

 

“Peki şimdi ne yapıyoruz?” 

 

“Önce bi ablamı bulalım da sonrasını konuşuruz.” 

 

Saki peşinde Markus ve Lun’la birlikte ablasını aramaya başladı. Birkaç dakika sonra buluştuklarında Mika’nın tepkisi de Saki’den farksız değildi. Lun’un ayaklanmış olması onun içinde sürpriz olmuştu ama konu üzerinde çok fazla duramadı.  

 

Lun la birlikte eve geri dönemeyeceklerinden dolayı Mika hep birlikte yamaçlarda bulunan gizli bir mağaraya gitmeyi önerdi. Bu mağarayı Mika ve Saki bulmuştu ve yerini anneleri dahil kimseye söylememişlerdi. Muhtemelen köydeki pek çok kişi bu yeri bilmiyordu, bilenlerse pek önemsemiyordu.  

 

Bu noktada Saki annesine olanları anlatmak için geri dönmeye karar verdiğinden yollarına üç kişi devam ettiler. Mika, Lun ve Markus arkalarında iz bırakmamaya dikkat ederek ormanın daha da arkalarına doğru ilerlemeye devam etti. 

 

On dakika kadar yürüdükten sonra ormanla yamacın birleştiği bölgeye gelmişlerdi. Biraz daha ilerleyip en yüksek noktalarında elli metreyi bulan bu dik yamacın dibine geldiler. Mika yamacın dibinde bulunan, gayet doğal bir şekilde gizlenmiş, dar bir gediğe doğru Lun ve Markus’u yönlendirdi. Bu gedikten girerek tavanındaki bir delikten gelen güneş ışığı sayesinde aydınlanmakta olan, beş metreye beş metre genişliğindeki bir açıklığa vardılar.  

 

İçeride pek bir şey yoktu. Oturmak için, oyulmuş birkaç kütük parçası ve yatmak için, içi ot ve yapraklarla doldurulmuş birkaç yastık koyulmuştu. Belli ki Mika ve Saki buranın çok üstüne düşmemişti. 

 

”Evet burada daha güvende oluruz. Lun’du değil mi?” 

 

Lun kafasıyla onayladıktan sonra devam etti. 

 

“Ben Mika ve bu da Markus Abi. Tanıştığıma memnun oldum.” 

 

Mağaradaki taşlardan birinin üzerine oturarak Lun’a elini uzattı. Lun bir süre baktıktan sonra Mika’nın elini sıktı. 

 

“Ben de memnun oldum. Ayrıca Markus abiden duyduğuma göre beni kurtarmışsınız. Onun için teşekkür ederim.” 

 

“Ah evet. Teşekkür edilecek bir şey yok. Sonuçta yerden baygın yatan hasta birini görmezden gelirsek kendimize nasıl doktor diyebiliriz değil mi?” 

 

“Hadi ama bunun doğru olmadığını sen de biliyorsun. Buraya geleli çok olmadı ama buralarda tanımadığı birine sebepsiz yardım edebilecek kişileri bulmanın kolay olmadığını biliyorum.” 

 

Mika, Lun’un sözlerinde bir noktaya takılmıştı. Meraklı bir edayla konuşmaya başladı. 

 

“Buraya geleli derken? Dışarıdan gelmiş olabilir misin?” 

 

“Evet şaşırtıcı olduğunu biliyorum zaten söylediğim herkes aynı tepkiyi veriyor.” 

 

Bu sırada Markus söze girdi. 

 

“Dışarıdan mı geldin? Hangi deli buraya gelmek ister ki? Düklük tarafından falan mı görevlendirildin diyeceğim ama hiç askere benzer bir halin yok. Kaleyi geçip nasıl geldin ki?” 

 

“Kaleyi geçmedim. Ben okyanustan geldim.” 

 

Lun’un sözleri üzerine Mika’yla Markus birbirlerine şaşkınca baktıktan sonra bir kahkaha patlattılar.  

 

“Ha ha ha ha ha! Genç adam eğer söylemek istemiyorsan seni zorlamayız, bize yalan söylemene gerek yok.” 

 

Lun kahkaha atan ikiliye karşı başını öne eğmekten başka bir şey yapmadı çünkü bu burada geçirdiği süre boyunca başına çokça gelmiş bir durumdu. 

 

“İstediğinize inanın sizi ikna etmeye çalışmayacağım ama size yalan söylemem için bir neden yok bunu biliyorsunuz."

 

Lun’un söylediklerinde gayet ciddi olduğunu gören Mika gülmeyi bıraktı. 

 

“Sen... sen baya ciddisin okyanustan geldiğin hakkında.” 

 

“Evet hem de baya ciddiyim.” 

 

“Ama... ama okyanustan hiçbir gemi geçemez. Bunu herkes bilir. Okyanusun ötesinde birileri yaşasa bile buraya gelmek imkansız olmalı.” 

 

“Tam öteki tarafından geldim diyemem. Gerçi öteki tarafta da yaşayan birileri var biliyorum ama ben oradan gelmiyorum. Ben bir adadan geliyorum.” 

 

“Adadan geliyorsun? Peki neden buraya geldin?” 

 

“Nereye geleceğimi bilmiyordum. Bizim oralarda da sizin buralardaki gibi okyanusun geçilemez olduğuna dair efsaneler vardı. Ben de test etmek istedim ve sonuç olarak buradayım.” 

 

“Okyanusu tek başına mı geçtin?” 

 

Mika’nın sorusu üzerine Lun başardığı şeyden gayet gurur duyuyor bir halde “Evet” diye yanıtladı. Mika ve Markus bir süre önlerinde bulunan gururlu gence baktıktan sonra birbirlerine döndü Ardından Markus , Lun’a baktı. 

 

“Pekala diyelim dediklerin doğru ve okyanustan geldin... He bu arada ne zaman geldiğini sorabilir miyim?” 

 

“Kıyıya iki ay kadar önce gelmişimdir.” 

 

“Tamam iki ay önce kıyıya geldin sonra peki? Haydutlar falan nasıl dahil oldu?” 

 

“Uzun hikaye ama kısasını anlatmam gerekirse bunlar bir köyde ortalığı dağıtırken ben araya girip bunlara engel oldum. Sonuçta peşime düştüler ve yakalandım...” 

 

Mika araya girdi. 

 

“Yakalandın?” 

 

“Evet, baya baya beni paketleyip kampa götürdüler.” 

 

“Ölmemen büyük bir şans olmuş. Onlarla savaşanları esir almazlar.” 

 

“Aslında beni kendilerine katılmaya ikna etmeye çalıştılar. Muhtemelen kaçmasaydım işin sonunda öldüreceklerdi.” 

 

“Anlaşıldı, demek ki kaçtığın için peşindeler.” 

 

“Sadece kaçsam iyi, kampı birbirine katarak kaçtım. Zaten eğer yapmasam yakalanırdım.” 

 

“Eeee, peki ne oldu da seni bulduğumuz yere, o halde düştün?” 

 

“Kaçarken bir noktada kıstırıldım ve canımı kurtarmak için nehre atlamak zorunda kaldım. Suyun zehirli olduğunu bilsem de başka şansım yoktu. Sizin karşınıza çıkmasam şimdi o ağacın kenarında çürüyor olurdum herhalde o nedenle tekrar teşekkür ederim."

 

Lun daha sözlerinin yarısındayken Mika’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı ve söylediklerini akıl almaz bir şaşkınlıkla dinlemekteydi. 

 

“Sen... sen. Sen kara nehirde yüzdün ve yaşıyor musun? İmkansız. İmkansız, hayır kabul etmiyorum. Tüm tıbba aykırı.” 

 

“Yani suyun zehirli olduğunu biliyordum da bu kadar abartılacak bir şey mi?” 

 

“Sen deli misin!? O sudan bir yudum içmek bile birkaç saat içinde müdahale edilmezse ölüme yol açar. Sen içinde yüzdüğünü ve buna rağmen normalden daha hızlı iyileştiğini söylüyorsun. Tabii ki abartılacak bir şey.” 

 

Mika’nın heyecanlanmaya başladığını gören Markus araya girdi. 

 

“Tamam Mika sakin ol. Söyledikleri gerçek mi değil mi bilmiyoruz. Şimdiye kadar deli saçması dinliyormuşum gibi hissetsem de en azından Kuzgunları nasıl peşine taktığı kısmı tutarlı gibi.” 

 

“Nasıl sakin olabilirim Markus abi. Bu çocuk sadece bir yudum içmiş bile olsa, iki günden önce ayağa kalkamaması gerekiyordu ama bırak iki günü bir gün bile olmadan kalktı ve şimdi de nehirde yüzdüğünü söylüyor.” 

 

Lun kendi aralarında tartışmaya başlamış ikiliyi anlamaz bir edayla izliyordu. Şimdiye kadar söylediklerine şaşırmalarını anlıyor olsa da son söylediklerine şaşırmalarına anlam veremiyordu. 

 

“Aslında soyum nedeniyle çocukluğumdan beri normalden çok daha dayanıklıyımdır. Neden bu kadar şaşırdınız anlamadım.” 

 

“Soy mu?” 

 

“Evet. Bilmiyor musunuz? Ben sende de olunca biliyorsunuzdur diye düşünmüştüm.” 

 

“Ne diyorsun, ne varmış bende?” 

 

“Saçların işte. Bariz bir şekilde Chuma’sın. Gerçi gözlerin yeşil ama.” 

 

Mika, Lun konuyu saçlarına getirince elini onlara getirerek saçlarını incelemek için önüne aldı. Kendi saçlarına biraz baktıktan sonra gözü Lun’un saçlarına kaymıştı. Onun saçları da Mika’nınkiler gibi doğal olmayan bir renge sahipti. Tek farkı onunkilerin kırmızı olmasıydı. Mika bunu Lun’u bulduğu ilk anda fark etmişti zaten ve sormak için bir fırsat bekliyordu ama şimdi konu bir anda açılınca ne dikeceğini bilemeyerek saçlarını incelemeye dalmıştı. Markus, Mika’nın bu halini görünce konuşmaya dahil olmaya karar verdi. 

 

“Chuka falan ne saçmalıyorsun çocuk. Ayrıca soy da ne? Yine iyice masal anlatmaya başladın.” 

 

“Masal falan anlatmıyorum. Soy ne ben de çok bilmiyorum. Zamanında benim de saçlarımın neden kırmızı olduğuna dair sorularım olmuştu ama yaşadığım adada cevabı bilen kimse yoktu. Ta ki Ami abla adaya gelene kadar. Onun da benim gibi doğal olmayan bir renkte saçları ve gözleri vardı. O nedenle ona sormuştum.” 

 

“O da sana soy saçmalığını anlattı öyle mi?” 

 

“Kendisini görseydin böyle konuşamazdın da neyse. İşte o da bana soyları anlattı. Bulunduğumuz dünyada altı tane soy var. Benim ki Kaion, kırmızı olur ve bu soydan gelenler doğuştan itibaren daha dayanıklı ve güçlü olurlar. Senin soyun olan Chuma’dan gelenler ise gizlilik ve sessizlik gibi işlerde yetenekli olurmuş. Gerçi Ami’den sonra gördüğüm soy sahibi ilk kişi sensin.” 

 

Mika saçlarını kurcalarken Lun’dan duyduklarıyla ilgisi daha da kabarmıştı. Gerçekten de çocukluğundan beri saklanmakla ilgili doğal olmayan bir yeteneği vardı. İlk avını daha sadece sekiz yaşındayken yakalayabilmişti ve on iki yaşında avcılıktaki yetenekleri usta bir avcının seviyesine erişmişti bile. Bunun yanında ne kadar çalmayı sevmiyor olsa da gerektiğinde çok rahat bir şekilde hırsızlık yaptığı zamanlar da olmuştu.  

 

“Peki diğerleri? Altı soy var demiştin. Ayrıca başka şeyler de biliyor musun?” 

 

Lun daha cevap vermeye yeltenemeden bunların hepsini deli saçması olarak gören Markus araya girdi. 

 

“Hadi ama Mika. Söylediklerine gerçekten inanmıyorsun değil mi? Belli ki su çocukta kafa yapmış. Birazdan iblisler ve perilerden de bahsetmeye başlayacak.” 

 

“Siz burada onları da bilmiyordunuz değil mi? Öncelikle kendilerine öyle denilmesinden hoşlanmazlar. Onlara bu adı biz insanlar takmışız.” 

 

“Kimler, iblisler mi?” 

 

“Öyle seslenmemelisin, hoşlanmıyorlar.” 

 

“İblisler var ve kendilerine iblis denmesinden hoşlanmıyorlar. Öyle mi?” 

 

Lun, Markus’un bu sorusu karşısında başını sallamakla yetindi. Markus, Lun’a birkaç saniye boş gözlerle bakar ardından kıkırdamaya başladı. 

 

“Hı hı hı hı hı... hı ha ha ha ha ha! Boş versene Mika. Belli ki bizimle eğleniyor. Bırak ne hali varsa görsün. Biz üzerimize düşeni yaptık.” 

 

Daha Mika cevap veremeden Lun üzerine gelen suçlayıcı ithamlara cevap verdi. 

 

“Ne demek ya sizinle eğleniyorum. Şurada on dakikadır anlattıklarımın hepsine yok atma yok bizi mi yiyon çekiyorsun. Sizi kandırmak için bir nedenim mi var sanki. Dediğim her şey doğru. Siz buradan çıkamıyorsunuz diye tüm dünya buradan ibaret değil.” 

 

“Bana bak çocuk...” 

 

Markus’la Lun böylece bir tartışmaya girmişti. Markus Lun’un onlarla eğlenmek için yalan söylediğini iddia ederken Lun’sa onların dünyadan bir haber cahiller olduğunu söylemekteydi. Mika kenarda oturmuş iki erkeğin tartışmasını izlemekteydi. Birkaç kere araya girip onları sakinleştirmeyi denemiş olsa da onu görmezden gelerek tartışmaya devam etmişlerdi ve bu onu sinirlendiriyordu. Uzun yıllar sonra ilk defa kendiyle ilgili olan sorularını cevaplayabilecek biri karşısına çıkmıştı. Çok fazla sorusu vardı ve hemen cevap istiyordu. Onu bu cevaplardan alı koyan şeyse anlamsız, saçma bir tartışmadan başka bir şey değildi.  

 

Onları sakinleştirmeye çalışırken ki her görmezden gelinişinde öfkesi biraz daha artıyor, kendine hakim olmaktan bir adım daha uzaklaşıyordu. Bu süreçte her ne kadar o fark edemese de saçlarındaki mor kısımlar biraz daha ilerlemiş, gözlerindeki yeşilin içinde mor da belirmeye başlamıştı. En sonunda dayanamayarak şiddetli bir şekilde bağırdı. 

 

“Eeeeeeeh! Yeter be! Bir içinde bulunduğumuz duruma bakın bir de tartıştığınız meseleye. Periler ver mı yok mu? Perilere de iblislere de bacağım girsin oldu mu? Kesin şu tartışmayı da benim tepemin tasını daha fazla attırmayın.” 

 

İki adam hararetli bir şekilde tartışırken yanlarından gelen beklemedikleri etkiyle şoka uğradılar. Çünkü Mika’nın bağırması onları sadece şaşırtmamıştı aynı zamanda tanımlaması güç bir hisle de yüz yüze getirmişti. Öyle ki Markus bir anlığına da olsa ayakta duracak gücünün kalmadığını hissederek bir yere tutunma ihtiyacı duymuştu. Hissettikleri garip etkiyle beraber iki adam da Mika’ya dönse de bir değişiklik fark edemeyerek daha dikkatli incelemeye başladılar.  

 

“Ne bakıyorsunuz öyle? Neyse Markus abi sen buradayken bu iş olmayacak gibi. Lütfen çıkar mısın? Benim Lun’a sormak istediğim birkaç şey daha var.” 

 

Markus tam karşı çıkacakken birkaç saniye önce Mika’dan gelen garip hissi hatırlayıp “Ben girişte bekliyorum.” diyerek mağaradan çıkar ve Lun ile Mika’yı yalnız bırakır. 

 

Lun hala hissettiği şeyin etkisiyle Mika’ya bakmaktadır. Az önce deneyimlediği şey ona bir yerden tanıdık gelse de ne kadar düşünürse düşünsün çıkaramaz. Sonra aklına birine dik dik bakmanın pekte hoş olmadığı gelir ve kafasını iki yana sallayarak bakışlarını Mika’dan çeker ve tartışmanın hararetiyle kalktığı yerine geri oturur. Mika’da karşısına oturur ve aklındakileri sormaya başlar. 

 

“Şimdi soy falan bir şeyler demiştin, ne bunlar düzgünce anlatabilir misin?” 

 

“Açıkçası ben de tam bilmiyorum tek bildiğim nadir oldukları ve sahip olanlara bazı yetenekler verdikleri. Bundan fazlasını sormama rağmen Ami abla ileride kendin öğrenirsin diyerek anlatmadı ve yaşadığım küçük adada bilen kimse yoktu.” 

 

“Ah... En azından benden çok şey biliyormuşsun. Annemin söylediğine göre saçlarım doğduğumdan beri böyle değilmiş. İki üç yaşlarında başlamış ve yavaşça ilerleyerek sonunda bu hale gelmiş. Gerçi uzun bir süredir ilerlemiyor.” 

 

“Çok saf olmadığı sürece soylar doğumda hemen kendini göstermezmiş. Ayrıca söylemeyi unuttum ama adı üstünde zaten soy olduğu için aileden gelen bir şey.” 

 

“Yani doğal bir şey öyle mi? Lanet veya onun gibi bir şey değil?” 

 

“Lanet mi? Ha ha ha ha ha! Ne laneti lütuf bile diyebilirsin. Hatta Ami abla anlatırken bir çok kez tanrıların lütfu olarak bahsetmişti. Düşünsene direkt doğuştan gelen bir şekilde bir çok konuda yetenekli...” 

 

Lun soyların ne kadar yararlı olduğunu anlatmak üzere konuşmaya başlayacakken Mika’nın zümrüt yeşili gözlerinden gelen birkaç damla yaşı fark etmesiyle duraksadı. 

 

“Sen... sen ağlıyor musun?” 

 

“Ben... ben bilmiyorum.” 

 

Mika ne kadar bilmediğini söylese de içten içe neden ağladığının farkındaydı. Ağlıyordu çünkü eline kendini bildiği ilk andan beri üzerine yapışan lanetli suçlamasının asılsız olduğuna dair bir bilgi geçmişti. Daha önce ne kadar annesi ve kardeşinin desteğiyle bu düşünceyi zihninin derinliklerine gömmeye çalışsa da çocukluğundan beri karşılaştığı neredeyse herkes tarafından ona yakıştırılmış olan bu sıfatı görmezden gelmek hiç kolay değildi. Bir çok kez acaba doğru mu, acaba gerçekten yaşanan her şeyin sebebi ben miyim diye düşünmekten kendini alıkoyamamış. Bu güne kadar hep bu hisle savaşarak yaşamıştı. Şimdiyse karşısında onun gibi olan biri ona bütün bu düşüncelerin boş olduğunu söylüyordu.  

 

Lun yerinden “İyi misin, bir sorun mu var?” diye kalkarak Mikaya yardım etmek için harekete geçsede Mika, “Önemli bir şey değil oturabilirsin.” diyerek onu durdurdu.  

 

“Emin misin? Hala ağlıyorsun.” 

 

Mika istemsizce gözlerinden akan yaşları silerek devam etti. 

 

“Evet, bir sorun yok. Sadece söylediklerin benim için değerliydi. Teşekkür ederim.” 

 

“Pekala. Rica ederim.” 

 

Bir süre ikisi de konuşmayınca Mika sessizliği bozdu. 

 

“Ah... benim ağlamam biraz tuhaf oldu değil mi? Kusura bakma. Neyse sen adadan geldim demiştin değil mi? Neden doğduğun yeri terk edip okyanusu geçmeyi denedin ki? Orası da burası gibi miydi yoksa?” 

 

“Burası gibiden kastın zehirli nehirler ve değişime uğramış vahşi hayvanlarsa hayır benim geldiğim yer buraya kıyasla oldukça sakindi. Ayrılmamın sebebiyse sıkılmam oldu aslında. Uzun süredir o adadaydım ve çıkmak istedim. Okyanusu geçmeye çalışmak adadan çıkmanın en güvenli yolu olmasa da adanın öteki tarafında neler olduğunu az çok biliyordum ama burayla ilgili sadece efsaneler vardı.” 

 

“Eeeee efsaneleri karşılıyor mu bari?” 

 

“Pek sayılmaz.” 

 

“Tahmin edebiliyorum. Pekala bundan sonra ne yapacaksın? Yani buradan çıkmayı başarabilirsen.” 

 

“Aqrada’ya gitmek gibi bir planım var.” 

 

“Aqrada üç haydut bölgesinin de dışında. Mantıklı bir seçim.” 

 

“Evet o da var ama sadece o yüzden değil.” 

 

Lun bir anlığına duraksar. 

 

“Pekala sonuçta siz beni kurtardınız sana söyleyebilirim. Beni esir aldıklarını söylediğimi hatırlıyor musun?” 

 

Lun’un değişen tavrına karşılık Mika daha dikkatli bir şekilde dinlemeye başladı. 

 

“Evet.” 

 

“Kamplarından kaçarken yüksek rütbelilerin konuşmasına kulak misafiri olma fırsatım oldu. Dağların arasından geçen gizli bir patikadan bahsediyorlardı. Sanırım buradan çıkmak sandığınız kadar imkansız değil.” 

 

Duyduklarıyla beraber şaşkınlıktan Mika’nın göz bebekleri büyümüştü. 

 

“Geçit mi? Demir Dağlardan mı? “ 

 

“Evet. Anlaşılan burada yetişen şu siyah çiçek var ya? Ona Düklükte çok talep varmış ama yasadışı bir madde olduğundan kalenin oradan geçiremiyorlarmış.” 

 

“Siyah çiçek... Gece Zambağı’nı mı diyorsun? O çiçek kara nehir akmaya başladıktan sonra yetişmeye başlamış. Annemle üzerinde araştırma yapmıştık ama ağrı kesici...” 

 

Mika’nın kafasında bir anda şimşekler çakmıştı. Gece Zambağı’nın ağrı kesici etkileri çok yüksek olduğundan kullanan kişiye de zarar veriyordu bu nedenle şimdiye kadar asla kullanmamışlardı ama bu derecedeki bir etken madde, tabiki uyuşturucu yapımı için çok elverişliydi. Ayrıyeten aklına birkaç sene evvel Kuzgunların gelip köydeki tüm gece zambaklarını topladığı bir anı da gelmişti. Bu düşünceleri birleştirince Lun’un söylediği şey daha da mantıklı gelmişti. 

 

“Tabi ya! Uyuşturucu yapıyorlar. Bu o gün neden tüm Zambakları topladıklarını açıklıyor.” 

 

“Ne yapıyorlar bilmiyorum ama buradan çıkan bir yol varsa orayı bulmam lazım.” 

 

“Yolla ilgili bilgi bulabileceğin en iyi yer de Aqrada. Asıl gitme amacın bu.” 

 

“Aynen öyle.” 

 

Mika’nın kalbi hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu. Daha dün ağaçların arasında hasta bir şekilde yatarken buldukları bu çocuk peşinden getirdiği belalar kadar umutta getirmişti. Mika’nın o an düşündüğü şey Lun’dan farklı değildi ‘Eğer buradan bir çıkış varsa onu bulmak zorundayım’ 






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44791 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr