Kısım 1: Genel Bakış
Bölüm 3: Okuyucunun Okumak İstediği Kitaplar Yazın
Bir kitaba başlayan insanların yarısının bile ilk yüz sayfayı geçmediğini biliyor muydunuz? Bu sizin kitabınıza başlayan insanların yarısından çoğunun kitabın ortasına bile gelmeden okumaktan vazgeçeceği anlamına geliyor. Diğer yandan, tabii ki, okuyucunuzun yarısı 100. sayfaya kadar sabredecek.
Peki bu insanların ne kadarı sonuna ulaşacak?
Son zamanlarda yapılan bir araştırmaya göre roman okuyucularının sadece %38’i ne olursa olsun eline aldığı kitabı bitireceğini söylemiş. Bu şok edici.
Kitap fiyatlarının tarihin en düşük düzeyinde olduğu, kitaba, özellikle dijital, ulaşımın neredeyse sınırsız olduğu ve okuyucuların yeni ve bilinmeyen yazarlara şans verdiği bu devirde, bir yazar olarak göreviniz çok açık.
Okuyucuyu heyecanlandıran ve bağlayan kitaplar yazmak zorundasınız. Bunu başaramazsanız teker teker okumayı bırakacaklar.
Heyecanlı kitaplar yazacaksanız, ilk olarak okuyucuları durduran nedenleri anlamanız gerekmez mi?
Eh, bunda rol alan pek çok aday var. Okuyucular ana karakteri sevmemelerinin, kötü üslubun ve çarpık senaryonun bir kitabı bırakmalarında rol oynadığını belirtiyorlar. Yine de, bunlar okuyucuların vaz geçmesinde ana nedenler değil. Tüm bunların ötesinde öyle bir neden var ki diğer şartların hepsi harika olsa bile tek başına bu neden insanları okumaktan vaz geçirtiyor.
İnsanların okumayı bırakmasının en büyük sebebi kitabı sıkıcı bulmaları.
Bu yazarların kalbine yöneltilmiş bir hançer gibi olmalı. Sonuçta, bir okuyucu nasıl sizin yazdığınız bir metne sıkıcı diyebilir? Bu hikaye için kan terlediniz, karakterleriniz için sayısız saat kafa patlattınız ve hatta dünyanız ve üzerinde yaşayanlar hakkında özenle bir arka plan hikayesi yazdınız.
Okuyucularınız yanılıyor olmalı. Kitabınız sıkıcı olamaz…
Yoksa öyle mi?
Şey iste bir sır; bu muhtemelen sizin hatanız (ve de iyi niyetli edebiyat hocalarınızın).
Bunu bilerek yapmıyorsunuz ve muhtemelen bu size hiç söylenmedi ama şu anda sıkıcı bir kitap yazmakta olabilirsiniz.
Bana ‘Sevgili Gary’ diye başlayan hakaret dolu bir e-mail yazmaya başlamadan önce size açıklamama izin verin…
Sorun yazdığınız şey değil, yazış şekliniz. Yazarlar çoğu zaman kendilerini kitaplarının üslubuna(buna yapı diyeceğiz) değil, hikayesine(buna senaryo diyeceğiz) adarlar. Bunu tekrar söyleyelim, yazarların çoğu için senaryo, yapıdan daha önemlidir. Onlara ‘hikaye satar’ dendi, okuyucuların ‘iyi hikaye’ler aradığı söylendi ve hatta ‘yarışı hikaye kazanır’ denildi ki bunlar doğru şeyler, hikaye olmazsa olmaz ögelerden biridir. Ancak bunun problemi hikayeye %100 odaklanıp, yapıyı hiç düşünmemektir.
Peki formülü tekrar yazalım. Bir roman iki anahtar ögeden oluşur:
1) Hikaye - bu kitabınızın senaryosudur.
2) Hikayenin anlatım şekli - bu kitabınızın yapısıdır.
Şu ana kadar her şey basit, o zaman kitaplara bakışınızı değiştirecek taşlardan birini daha atalım.
Hikaye ve yapı birbirinden ayrıdır. Aynı hikayeyi sayısız farklı şekilde anlatabilirsiniz. Aynı temel hikayeyi farklı yapı yolları aracılığıyla okuyucuya faklı kapaklar altında sunmak mümkündür.
Peki bunun sıkıcı kitaplarla ne ilgisi var?
Görüyorsunuz, hikayeniz sıkıcı olmayabilir. Kitabınız sıkıcıysa, en muhtemel sebep hikayenizi anlatırken kullandığınız yoldur. Sizin kötü bir yazar olduğunuzu söylemiyorum. Söylediğim şey, size sıkıcı-olmayan kitaplar yazmanın en iyi yolunun öğretilmediği. Bu şeyler açık değildir; size doğru yöntemler gösterilmeden önce bilmeniz imkansızdır.
Hikaye anlatımı doğal bir süreçtir. Çocukluğumuzda masallarla büyürüz, hayatımız hikayelerle anlatılır ve beyinlerimiz öğrendiklerimizi hikaye ederek kodlar. Kısaca, bir hikaye anlatıcısı olmak doğaldır, bir yazar olmak ise yani bir anlayış gerektirir.
Peki bu Amazon incelemelerinin gerçek dünyasında ne ifade ediyor?
Harika bir hikaye anlatıcısıysanız, ancak kötü bir tekniğiniz varsa, sıkıcı romanlar üretirsiniz. Diğer taraftan, kötü bir hikaye anlatıcısıysanız ancak harika bir tekniğiniz varsa yine de sıkıcı romanlar üretirsiniz. Unutmayın, sıkıcı tanımımız okuyucunun bitirmeyi başaramadığı romanlar. Okuyucuyu bağlayacak ve ilham verecek bir roman yazmak istiyorsanız, hem hikaye anlatma hem de hikaye yazma yeteneğine sahip olmak zorundasınız.
Şimdi daha fazla iyi ve kötü haberim var.
İlk önce kötü haberler. Hikaye anlatısı olarak doğulur, yetiştirilemez (benim bakış açıma göre). İyi hikaye anlatma yeteneği sizin kemiklerinizden gelen bir şeydir. Eğer iyi bir hikaye anlatmayı başaramıyorsanız şimdi okumayı bırakın, ben sizin vaktinizi boşa harcıyorum. Ancak, bir roman yazmak aklınızdan geçtiyse, sizin de hikaye anlatma kemiğiniz var demektir.
Şimdi, işte iyi haberler… yazım tekniği öğrenilebilir.
Aslında, okuyucuyu bağlayacak bir şekilde yazmak size öğretilmediği sürece, karanlıkta yürüyeceksiniz. Hepimizin roman okumakla edindiğimiz gizli bir bilgi birikimimiz var. Ancak, yazma tekniklerinin arkasındaki prensipleri anlamadan, kör uçmaya devam edeceksiniz.
Bir insana kelimeleri etkili ve güzel bir biçimde kullanacağını öğretemezsiniz. Zaten yazabilen birisine daha etkili yazacağını muhtemelen öğretebilirsiniz. ve bir roman yazmak konusunda pek çok ipucu verebilirsiniz. Ancak hiç yazamayan ve kelimelerle arası olmayan birinden bir yazar yaratamazsınız. Bu mümkün değildir. – P.D.James
Şimdi... kısa bir dürüstlük vakti.
Prensipler aynı kalsa da pek çok roman yazma yolu var. Yıllardır, editörler yazarlar en iyi çalışma yöntemi hakkında tartışıp duruyorlar. Bazıları yüksek miktarda betimlemenin esas temel olduğunu söylüyor, diğerleriyse en basit açıklamaların bile gereksiz olduğunu savunuyor. Dahası, roman yazmanın ‘en iyi’ yolu olarak görülen şeyler zaman geçtikçe değişiyor.
Moby Dick’i, örnek olarak alalım. Kitap, haklı bir şekilde, yazılmış en harika romanlardan biri olarak kabul ediliyor. Ancak, şu anda aynı formatta yazılsa yayıncılar tarafından basılmak için kabul edilmesi çok zordu. Geçtiği yerler ve kullanılan teknik basitçe zamanı geçmiş durumda. Kitap sadece Melville’in balıkçılık vergisi hakkında düşünceleri ve geniş bir yelpazede verilen anlatıcı ‘ders’lerini değil aynı zamanda balinaların balık mı yoksa memeli mi olduğu hakkındaki tartışmaları da içeriyor(SPOILER - memeliler). Yine de bu, Melville’in harika bir hikaye anlatıcısı olduğunu değiştirmiyor. Ancak MOBY DICK bugün yazılsa, çok farklı bir roman olurdu.
Tüm bu söylenenlere rağmen, ne zaman yazıldığına bakılmaksızın tüm romanları birbirine bağlayan bir nokta vardır. Bir romanın amacı duygusal bir gerçeğe dokunmak ve insan doğasının bir kısmına ışık tutmaktır. Roman yazarları, birer sanatçı olarak, duyguları uyandırma işinin birer amelesidir. Sonuçta iyi bir romanın amacı evrensel bir gerçeği vurgulamak dışında ne olabilir ki? Bir romanı yazmak için en iyi yolu düşünürken, kendinize basit bir soru sormak zorundasınız – duyguları yansıtmanın en iyi yolu ne?
Okuyucuyu gerçekten ateşleyen ve dünyaya başka bir bakış açısından bakmasını sağlayan bir roman yazmayı hedefliyoruz. Duyguları bulma ve yansıtma yeteneği, kelimelerin bir seviye ötesinde, tüm romanların amacı olmalı. Okuyucuya nasıl hissettirirsiniz? Yazarlar her zaman kelimelerin ardındaki gerçeğe ulaşmaya ve okuyucunun duygusal dürüstlüğüne direk olarak dokunma çabasında olmak zorundadır. Bu olmadan roman yazmak bir ‘sanat’ olmaktan çıkar ve basit bir eğlence aracına dönüşür.
Peki bunu nasıl başarırız?
Bir roman formatında, duyguların aktarılabileceği üç yer vardır:
1) Konuşmalar.
2) Eylemler.
3) Okuyucunun zihni.
Şimdi bir anlığına bunun üzerine eğilelim. Konuşmaların nasıl duygu yansıtacağını görmek kolaydır. Ancak, kelimelerle yansıttığımız duygular karakterlerin hissettikleridir. Bu büyük romanların uyandırmaya çalıştığı derin ve evrensel duygu değildir. Farkı ayırt edebildiniz mi? Biz okuyucunun içerisindeki duyguları uyandırmaya çalışıyoruz ancak bu romanımızdaki karakterlerin duygularıyla aynı şey değil.
Örnek olarak THE COLOR PURPLE romanını alalım. Bu roman derin ve evrensel duyguları harekete geçiriyor. İnsanlığın özgürlük arzusunun ardındaki gerçeği okuyucunun düşünmesine neden oluyor. Bu evrensel bir duygudur. Derin bir gerçek. Peki bir yazar böylesi evrensel duyguları nerede bulur? Cevap, ironik bir şekilde okuyucunun zihnidir. Bir yazar olarak sizler yeni duygular keşfetmezsiniz, sadece onları okuyucunun içinde uyandırmaya çalışabilirsiniz. ‘Gerçek Yazarlık’ derken kast ettiğimiz şey budur, bu evrensel gerçekleri uyandıran bir yazma tekniğidir. Bir romandaki sözler ve eylemler bu hisleri serbest bırakan anahtarlardır.
Peki bu nasıl yapılır?
Bizim için, cevap Ernst Hemingway ile başlıyor. Bu büyük amerikan yazar Aysberg Teorisi dediği bir teknik geliştirdi. Bu yıllar içinde kurulmuş ve geliştirilmiş bir teori. Aynı zamanda bu kitapta öğreneceğinizin yazım tekniklerinin de temelini oluşturuyor. Aysberg Teorisi’nin üzerine kurulduğu varsayım evrensel duyguların var olduğudur. Bunlar okumayı bilen tüm insanlık tarafından paylaşılan derin ve gerçek duygulardır. Tüm okuyucular; üzüntüyü, sevinci ve arasında kalan onlarca duygu tonunu bilinçaltı düzeyinde anlayabilir. Yazarın amacı da bu duygulara dokunmaktır. Bu gerçek duygular ancak bilinçaltı tarafından anlaşılabildiği için, duyguları ‘tarif etmeye’ çalışan sözcükler en hafif ifadesiyle etkisizdir. Bunun yerine bir yazar bu derin hisleri okuyucusunun içinde depreştirebilmek adına romanındaki karakterlerin sözlerini ve eylemlerini kullanmalıdır..
Okuyucuya bu duygulardan kaynaklanan olayları, durumları ve konuşmaları gösterilir ve karşılığında bu duygunun okuyucuya tezahür etmesi sağlanır.
Bu kulağa aşırı idealist ve uygulanamaz gibi geliyor olabilir ancak sonuçları basittir..
Şu şekilde düşünün... hiç bir kitabı okurken ya da bir filmi izlerken ağladınız mı ya da en azından gözleriniz yaşardı mı? Bezelye büyüklüğünde bir kalbiniz yoksa cevabınız evet olmalı. eh, o kitap/film sizin gerçek duygularınıza dokunmuş ve sizin zihninizde o duyguyu yaratmış.
Peki bu kulağa karmaşık geliyor, değil mi?
İhtiyaç duyduğunuz teknikler, aslında bundan çok daha basit.
Enerjinizi ‘gerçek’ hareketler yapan karakterler geliştirmek için kullanmanız lazım. Bu şekilde yarattığınız karakterlerin hareketleri ve konuşmaları okuyucularınızın gerçek hislerini uyandıracaklar.
Kitabın ana teması bu olduğundan dolayı tekrar söylüyorum.
Okuyucuların karakterlerinize bağlanmaya zorlanacakları bir şekilde yazmalısınız.
Bunu karakterlerinizin yaptıklarını ve söylediklerini tasvir ederek yapacaksınız. Bunu yaparsanız okuyucular yazdığınız sahneleri kendi zihinlerinde tekrar kuracaklar. Beyin garip bir şeydir ve gerçeklerle düşünceleri ayırt etmekte ciddi sıkıntıları vardır. Bu nedenle, sahneleri okudukça, o sahnelerin uyandırdığı duyguları tecrübe ederiz. Sonuç olarak, olabildiğince çok anlatım(yada GÖSTERİM) yapmanız lazım. Bu da okuyucuya görmesi ve düşünmesi gerekenleri daha az anlatmanız ve olaylarla daha fazla şey göstermeniz gerektiği anlamına geliyor. ANLATMA eksikliği okuyucu ve roman karakterleri arasında bir ‘boşluk’ yaratır; burası duyguların kendi kendilerine büyüyecekleri bir boşluktur. Bu yaklaşımın güzelliği (işe yaraması dışında) hiçbir yeni ve komplike teknik öğrenmek zorunda OLMAMANIZ. Aslında, bu şekilde yazarken yapmanız gereken iş azalıyor, artmıyor. Basit bir kural dizisi öğreneceksiniz ve bunları uygulamanız Aysberg Teorisini hayata geçirecek.
Sonraki bölümlerde yazmanız gereken yola pragmatik bir bakış atacağız. Her bir ögeyi teker teker ele alacağız ve günlük yazma düzeninizde kullanabileceğiniz basit tekniklerden oluşmuş bir alet çantası oluşturacağız.
____________________________
Ratel Notu
Bu bölümü çevirmesi çok zordu, 3 novel bölümü devirirdim bu sürede. Gary Emmi yardırmaya başladı, bu bölüm kulağa baya felsefik gelse de ileriki bölümlerde getireceği örneklerle bu bölümde anlatılan şeylerin ne kadar gerçek ve uygulanabilir olduğunu göreceksiniz.
Takip etmeye devam, arada da bu garip çevirmene dua edin. Dördüncü bölümde görüşmek üzere...
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..