Alex, gecenin geç saatlerinde kasabanın binlerce metre uzağında kalan uçurum üstüne kurulu köprünün yakınındaki iki katlı, yuvarlak pencereleri olan, giriş kapısının sağı ve soluna manolyalar ekilmiş evin önüne geldiğinde hava hâlâ aydınlanmamış hatta gün doğmaya bile başlamamıştı.
Bu duruma anlam veremeyen bakışlarla Win’e baktığı anda yarı insan adamın aklında geçeni okumuş gibi, “Gece gündüz döngüsü burada birer mevsim gibidir ancak sadece bir hafta sürer.”
“Neden böyle bir şey var?”
Win evin kapısını açtığı sırada, “Önce içeri geçelim,” dedi. “Artık gececilerin vakti.”
Alex, ev sahibinin isteğiyle evine girdiğinde kendisini yuvarlak bir odanın tam karşısında bulunan şömine ve şöminenin önündeki iki kişilik ufak masa karşıladı. Sol taraflarında hiçbir kapı olmadan diğer odaya geçtiklerindeyse duvarları ağzına kadar dolu kitaplıklarla kaplı salona geçtiler ama burada da sadece iki tekli koltuk dışında bir şey yoktu.
Win pencerenin her iki kenarında kalan tekli koltuklardan birine otururken eliyle diğerine de misafirinin oturmasını işaret etti.
Alex koltuğa oturdu ve ev sahibi önce camdan dışarı bakıp ardından yeşil güneşliği çekti.
“Zindanlardaki canlılar ikiye ayrılır; Gececiler ve Sabahçılar. Zindan da böyle döngüler olduğunda diğer taraf yuvasına çekilip dışarıya çıkmaz. Sadece döngünün değişeceği gün her iki tarafta zindandan çıkabilir.”
Alex başıyla söylenenleri onayladı.
“Demek o yüzden minotor mağarasına geri dönmüştü. E, şimdi ne yapacağım? Benim bir an önce üst katlara çıkmam lazım.”
Win bacak bacak üstüne atıp, “Benim için sıkıntı yok,” dedi. “Eğer görev almak istiyorsan dışarı çıkabilirsin. Sonuçta sen zindanın yerlisi falan değilsin. Ama Gececilerle konuşurken ve etrafta gezinirken çok dikkatli olmalısın. Baya tuhaf yaratıklar var aralarında.”
Alex gözlerinde oluşan ağırlığın etkisine daha fazla dayanamayıp, “Yatacak bir yer var mı?” diye sordu.
“A, tabii. Hemen şöminenin diğer tarafındaki kapılardan soldaki senin odan. Geç, dinlen.”
Alex hemen odaya geçip kendisini bir an önce yatağın üstüne attı ve kasları gevşerken hafif ağrılar çekse de rahatlayıp uykuya daldı.
Karanlık koridorun sonundaki kapının ardından gelen yoğun kan kokusu onun bile midesini bulandırıyordu.
“Gel… Buraya gel. En tepeye çıkmak için döktüğün terleri hissedebiliyorum. Neden böyle meşakkatli işlere bulaşıyorsun ki? Aç şu kapıyı. Ben sana istediğin her şeyi veririm.”
Alex derin bir nefesle gözlerini düz krem rengi tavana bakarken alnından akan oluk oluk terleri silip ayaklarını yataktan indirdi. Ve istemsizce odanın camına baktığında dışarıda yürüyen bir şey gördü ancak uykunun vermiş olduğu şapşallık yüzünden tam olarak ne olduğunu seçemedi.
“O kadar yıl Tanrıya ibadet ettim. Bir kez olsun ilahi bir rüya görmezken şimdi şeytani bir varlık beni mi çağırıyor?”
Dirseklerini dizlerine bastırıp avuç içlerine başını yerleştirdi.
“Tanrıçanın teklifini kabul ettiğim için bir kafir mi oldum? Peki… ölürsem ne olacak?” gözleri dolmaya başlayan delikanlı kapının açılmasıyla aniden ruh hali değişti.
“Efendim.”
Win, “Bayağıdır uyuyorsun,” dedi. “İyi misin diye bakmaya geldim. İstersen dışarı çık. Gece yaratıklarından düşen taşlar çok daha değerlidir. Ama bir kez çıkarsan gündüz olana kadar bu eve giremezsin.”
Alex umursamaz bir tavırla ayaklanıp kılıcını yerine astı.
“Çıkıyorum. Ama ondan önce yiyecek bir şeyler verir misin? Karşılığında şu bileklikteki taşları veririm. Tabii önce nasıl çıkarılacağını bilmem gerekiyor.”
Win kendi bilekliğini Alex’inkine değdirdi.
“İşte böyle. Taş Transferi.”
Aniden Alex’in gözleri önünde ufak mor parçalar bir bileklikten diğer bilekliğe geçerek yok olduklarında şaşkınlığını gizleyemeyen delikanlı, “Bunu nasıl yaptın?” diye sordu.
“Eğer birine bir ödeme yapmak istiyorsan ona benim yaptığım gibi yap ve ‘Taş Transferi’ derken kaç taş vermek istediğini hayal et. Gerisi kendiliğinden oluyor.”
“Ya fazla verirsem?”
Win omuz silkip, “Birisini öldürdüğünde tüm taşları otomatik sana geçer,” dedi.
Ve kapı eşiğinden geri adım atarak ayrıldı. Ardından küçük masasında duran bir
tabak tavuk çorbasını işaret ederek, “Buyur iç,” dedi. “Bu seferlik benden
olsun.”
Alex hızla çorbayı mideye indirdikten sonra teşekkürünü edip dışarıya çıktı ve adımını attığında arkasındaki evin artık orada olmadığını ve kendisini ucu bucağı görülmeyen surların devasa kapılarına bakarken buldu.
“Burası… neresi?”
Uzaktan gelen takırdamalara doğru kılıcını çekerek döndüğü sırada kendisine doğru iki ayak üzerinde yürüyen, ir altmış boylarında, bir deri bir kemik kalmış, soluk mavi derili, çenesi boyunca dudağı ve yanağı olmadan sadece büyük keskin dişler bulunduran, uzun tırnaklı, kel, siyah gözlü yaratıkları gördü.
Derin bir nefes alıp bakışlarını düşürerek kılıcını omzuna vurdu.
“Gelin bakalım.”
Bir yaratık karşıdan diğer ikisiyse yanlardan üzerinde doğru koşunca kılıcını bilek hareketleriyle kendi etrafında birkaç tur döndürerek kendisine doğru gelen pençe darbelerini savurup düşmanının dengesini bozdu. Ve karşısındaki yaratığın kellesini alıp parmak uçlarında dönerek solunda kalan yaratığın bedenini karın kısmından ikiye ayırıp kılıcının kabzasının ucundaki topuzu üstüne gelen yaratığın iki kaşının arasına geçirdi.
Yaratık acıyla inleyerek tökezlediğinde başının tepesine kaldırdığı kılıcı indirdi. Yaratık ikiye ayrıldı. Bedenleri toza dönmek yerine bulamaç olup toprak tarafından emildiğini görünce yüzünü hafifçe ekşitti ama taşlar otomatik bilekliğine geçince daha demin gördüklerini unuttu.
Ve yanağında hissettiği sıcaklık yüzünden refleksle başını göğe doğru kaldırdı ve göz bebeklerinden binlerce yanan okun yansıması yüzünden parlayan ufak yıldızlar gökten iniyormuş gibi görünüyordu.
“Lanet!..”
Hemen kılıcını omzuna vurup hışımla surun dibine doğru koşarken arkasına inen ve çıkardığı sesler gittikçe daha da yakından gelen okları duyunca tüm gücünü ayaklarına verip can havliyle kendisini öne doğru fırlattı.
Taklalar atarak surun diplerine geldiğinde ayağında saplanmış oku gördü ve hemen oku ortadan kırarak bir tarafa fırlattı.
Derin derin nefes alıp verdiği sırada, “Bunlar… amaçları ne?”
Savaş davulları ve borazanlardan gelen savaş naraları surun arkasından duyulmaya başlayınca yanan oklarla tutuşan çimenlerin aydınlattığı yerde beliren daha demin kestiği yaratıklardan gözünün alabildiğince kadarı dişlerini yan dişlerini tıkırdatarak tuhaf sesler çıkarıyorlardı.
Arkasındaki kapıya bağlı zincirler gerilerek ağır beton kapıyı yukarıya doğru kaldırdı ve kendisini ensesinden yakalayıp şiddetle içeriye çeken kuvvetle beraber dibinden akıp giden atlı ordunun giydiği gümüş zırhlara şahit oldu.
“Sen de kimsin?”
Kısa kızıl saçlarının ardından büyük bir gülümsemeyle başucundan bakan güzel bir kadın gördü.
“Dilini mi yuttun yoksa?”
Kadın gözlerini hafifçe kısarak, “Eğer dilin yoksa ben sana yenisini dikerim. Merak etme,” dedi.
“Gerek yok! Anlık bir şok geçirdim, hepsi bu.”
Kadının bakışları gencin yaralı bacağına kaydı.
“Bizim oklardan birisi sana saplanmış olmalı.”
Aniden oka doğru eğilen kadın birkaç kez okun kokusunu ciğerlerine doldurup verdiğinde doğrulup adama baktı.
“Acemilerden biri olmalı. Neyse, önceliğimiz senin yaranı iyileştirmek olmalı.”
Alex bu tuhaf kadının bir meczup olduğunu düşünerek ses etmeyip sadece başıyla onaylamakla yetindi.
“Burası neresi?”
Kadın adamın kalkmasına yardım ederken, “Ayao Gulrek,” dedi. “İnsanların Dünyasındaki tek merkezi şehir. Yani… tek şehir.”
“Ya… Peki, şimdi nereye gidiyoruz?”
Kadın, adamın dar bir sokağa sokup yıpranmış beyaz duvarlı, eski bir evin önüne getirene kadar hiçbir cevap vermedi. Ardından kapıyı tıklatıp, “Benim evime,” diye yanıtladı.
Ve kapıyı kendisine çok benzeyen ama oldukça sakin bir mizaca sahip genç kız açtı.
“Hoş geldiniz.”
“Hoş bulduk Re. Yardım ette şunun ayağını iyileştirelim.”
İkiz kardeşler adamı evlerine alıp koridorun sonundaki sadece yer yatağı olan boş bir odaya yerleştirdiler.
Re, bakışlarını adamın üstünden çekmeyerek odadan çıkarken kendisine eve getiren kız, “Merak etme,” dedi. “Yabancıları pek sevmez.” Bir kahkaha patlattı. Gözleri ışıldıyor, heyecandan yerinde duramıyordu.
“Beni… neden bir anda kenara çektin?”
“Çünkü… buradaki insanlar seni yanlış anlayabilir. Seni Başıbozuk sanabilirler.”
Alex odaya giren Re’nin gözlerine bir saniye bakıp ardından tekrar kendisine gülümseyerek bakan diğer kıza döndü.
“Başıbozuk da ne?”
“Burada yaşamayı, kanunlara uymayı reddedenler işte. E, tek ayakta kalan şehir biz olduğumuza göre dışarıdan gelenler Başıbozuktur. Herkes böyle düşünür.”
Alex, “Sen… farklı düşünüyor gibisin,” dedi.
“Evet! B-ben… çok farklı düşünüyorum. Bence sen… bir meleksin. Benim meleğim.”
Alex’in yüz ifadesinden uğradığı şok gayet net anlaşılıyordu. Sözler boğazına düğümlenen delikanlı umutsuzca Ren’e baktı ve diğer kardeşin bakışlarındaki öfkeyi hissetti.
Yavaşça gözlerini çevirdiğinde kendisini derin bir öfkeyle süzen kızı görünce, “Bir… sorun mu var?” diye sordu.
“Hiç. Şu ayağını iyileştirelim. Ölürsen üstümüze kalırsın.”
İkiz kardeşler adamın bacağındaki oku çıkartıp dikerek bacağını dezenfekte edilmiş bezle sardılar.
Ren ayağa kalkıp kapıya yöneldiğinde diğeri de kardeşinin arkasından kapıyı kapatarak odadan çıktı.
Alex kılıcıyla beraber öylece yatar halde durunca başını yatağa gömüp ne yapacağını düşünmeye başladı.
“Zindanın gecelerinde değişmesi sandığımdan çok daha farklı bir şeymiş. Ama, nasıl oluyor da Minotorlar zindanın dışına çıkabildiler. Üstelik gündüz vakti olan boyuttaydılar. Buradakilerse yaşadıkları yeri bir zindan katından çok farklı bir Dünya olarak kabul ediyor. Yoksa… ben bambaşka bir yere mi geldim? Eğer öyleyse yaratıklardan neden taş düştü? Of! Sanırım buradan çıkmam sandığım kadar basit olmayacak. Daha nerede olduğumu bilmiyorum.”
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..