Bölüm 17: Onur, Şeref, Hayal Kırıklığı...

avatar
81 0

Yıldızların Şarkısı - Bölüm 17: Onur, Şeref, Hayal Kırıklığı...


Milattan Sonra: 2565

 

 

 

 

‘’Uzay Kuvvetleri Kolonyal Haçı, savaş sırasında üstün hizmetlerde bulunmuş ve canını hiçe saymış kişilere verilir. Sen, Üsteğmen von Falkenmayer, Harlak Şehri yakınlarındaki çatışmada gösterdiğin üstün çaba ile biri yaralı beş arkadaşının geri çekilmesini sağladığın için Yüksek Komutanlık ve Uzay Kuvvetleri yönetmeliğince bu nişanı hak etmiş bulunmaktasınız.’’

 

Yaşlı, kısa boylu ve oldukça zayıf bir adam olan Erda Sefer Kuvvetleri Generali Korgeneral Şakir Altay, nişanı göğsüme takarken bunları söylemişti. Eğer ben çocukken bana bir Kolonyal Haça sahip olacağımı söyleselerdi sadece gülüp geçerdim. Ama şimdi bir tanesi göğsümde duruyordu.

 

Esaretten kurtuluşumdan bu yana otuz altı saat geçmişti. Benim tek istediğim başımı yastığa koyup uyumakken ne olduğunu anlayamadan on saat boyunca aralıksız sorguya çekilmiş (aklıma gelen her türlü yalanı söylemiştim bu süreçte), sorgulama sonrasında ise apar topar terfi almış ve kendimi üzerimdeki bu siyah-lacivert subay üniforması ile Federasyon’un en yaşlı ve rütbeli generallerinden birinin karşısında bulmuştum. Olayların kontrolüm dışında gelişmesinden nefret ettiğimi söylemiş miydim?

 

Başka bir nişanı alıp yanıma geldi, ‘’Bunun yanında, bu savaş sırasında ilk kez düşman tarafından yakalanan bir askerimiz sağ salim geri döndü. Bundan dolayı ‘Savaş Esirleri Nişanını’ da yine Yüksek Komutanlık ve Uzay Kuvvetleri yönetmeliğince hak etmiş bulunmaktasın Üsteğmen.’’

 

Savaş esirleri nişanı; üzerine pençeleriyle bir zinciri kıran bir kartalın olduğu gümüş renkli bir nişandı. Savaş sırasında düşman tarafından ele geçirilip de sağ salim dönmeyi başaran askerlere verilirdi. Biraz düşününce, Valher’deyken bir savaş esiri olduğum çoğunlukla aklıma bile gelmemişti...

 

‘’Buraya kadar seni yeteneğin ve talihin getirdi von Falkenmayer. Bundan sonrası ise kararlığına ve inancına bağlı. Talih seninle olsun.’’

 

‘’Sağ olun komutanım!’’ selam durdum.

 

‘’Çıkabilirsin.’’

 

Müsaadesiyle yavaş adımlarla ofisinden çıktım. Ofisini rahatsız edilmemek için karargahın en ücra köşelerinden birine yaptırmıştı. Bu nedenden ötürü buraya pek kimse girip çıkmazdı. Ben oraya gelirken de bomboştu, oradan çıkarken de. Gerçi bu izbe koridorlarda bu sefer yalnız değildim.

 

‘’Nasıldı?’’ diye sordu duvara yaslanmış çıkmamı bekleyen ‘’çok sevgili kardeşim’’

 

‘’Üstümdekilerden kurtulup uyumak istiyorum.’’

 

‘’O üniformayı giyme şerefine erişmek için canını verecekler var.’’

 

Kafamdaki subay şapkasını çıkardım, ‘’Ben onlardan değilim.’’

 

‘’Çok sıkıcısın. Çok az askerin sahip olduğu iki nişana sahipsin, terfi almışsın ,üstüne de ‘kahramansın’.’’

 

‘’Hiç de öyle hissetmiyorum.’’

 

‘’Yapma Konstantin, kardeşinin sana karşı samimi olmadığını mı düşünüyorsun?’’

 

‘’Senlik bir durum değil, bir şey yapmadım ki kahraman olayım?’’ ben bunu deyince bir süre sessizlik oldu.

 

‘’Bir sorun mu var?’’ diye sordu.

 

Cevabı çok bariz olan bu sorusu üzerine sessiz kalma hakkımı korudum, gerçekten hiç konuşacak halim yoktu. Hem uykusuzluktan hem de kafamın çok bulanık olmasından...

 

Her şey çok boş geliyordu...

 

Gittikçe karargahın daha işlek yerlerine gelince Konrad’a dönüp sordum:

 

‘’Ben burada değilken neler oldu?’’

 

‘’Olağandışı şeyler olmadı. Senin kaybolman uzun zaman sonra yaşanan ilk beklenmedik şeydi.’’

 

‘’Peki şimdiki görevim nedir?’’

 

‘’Hiçbir şey, bir hafta boyunca izinlisin.’’

 

‘’Bir hafta fazla.’’

 

‘’Herkes öyle der, en sonunda ise fazladan bir saat için yalvarırlar.’’ kendisini görüp (aslında ‘bizi’ görüp demek lazım çünkü eminim ki şu durumda onlardan daha rütbeliydim) selam veren birkaç askerin selamına karşılık verdikten sonra devam etti, ‘’Yarın akşama kadar kafana göre takıl.’’

 

‘’Yarın akşam ne var?’’ diye sordum, tek yaptığı elini sanki kadeh kaldırıyormuş gibi havaya kaldırıp ‘’Uzun zamandır yapmadığımız bir şeyler.’’ demek oldu. Tam arkasını dönüp gidecekken de ‘’O üniformayı daha çok giyeceksin, o yüzden iyi bak.’’ diye ekledi.

 

Kendisi gittikten sonra bir süre olduğum yerde boş boş bekledikten sonra odamın yolunu tuttum, etraftan geçenlerin selamlarına gelişi güzel bir şekilde karşılık vererek ilerledim. Şu noktada geçtiğim koridordaki insanların nelerle uğraştığı ama kim oldukları o kadar anlamsızdı ki...

 

En sonunda odama ulaşıp içeri girdiğimde ise gördüğüm şey masanın üzerindeki kalemlerle oynayan Paul oldu.

 

‘’Vik!’’ beni görmesiyle masadan atlayıp bana doğru koşturmaya başladı Paul. Bacaklarımdan başlayıp kafama doğru tırmanmaya başladı. O otuz altı saatlik süre boyunca benden uzak kalmıştı hayvancağız.

 

‘’Ben de seni özledim.’’ dedim onu kafasından tutup omzuma koyarken. Şu noktada onla oynayacak halim bile yoktu. Tek istediğim birazcık uyumaktı...

 

‘’Vik?’’ bir sıkıntım olduğunu anlamışçasına kuyruğuyla yüzümü dürtmeye başladı.

 

‘’Sorun yok, sadece biraz kafamı koymam lazım.’’ dedim onu omzumdan alıp tekrardan masaya koyarken. Ardından üniformamı çıkarıp kendimi yatağa attım. Sonunda kendimi uykunun kollarına teslim ederken aklımda tek bir düşünce vardı:

 

“Aliya acaba ne yapıyordu şu an?”

 

 

 

 

                            …

 

Fetih Takvimi: 554

 

 

 

 

‘’Temel savaş becerileri ortalamanın üzerinde, psikolojik ve ruhani durum dengede, akademik kariyer kusursuz...’’

 

Esmer tenli, gözlüklü ve uzun sakallı memur ‘’benim hakkında’’ olan notları iğneleyici bir tonla okuyordu.

 

‘’Durum buyken bu yaptığın, hiç de akıl karı değil. Sen de öyle düşünmüyor musun Bayan Aliya?’’ hiçbir şey demeden susmaya devam ettim.

 

Aslında olaylar oldukça basit bir şekilde gerçekleşmişti; Konstantin’le yaşanan malum olaydan sonra hiç vakit kaybetmeden teslim olmuştum. Sonrası ise... Tam bir karmaşa, ben daha ne olduğunu anlamadan kendimi askeri mahkemenin ortasında bulmuştum. Gerçi bu tam da beklediğim şeydi. Pişman mıyım? Bunun cevabını vermek zor olsa da Konstantin aklıma gelince bunun cevabı otomatikman belli oluyordu.

 

‘’Son kez soruyorum, elimizdeki evrakların aksine belli bir zihinsel veya ruhani bozukluğunuz olmadığına emin misiniz?’’

 

‘’Evet.’’ Dedim net bir şekilde.

 

‘’Peki herhangi bir zihin kontrol veya o tarz bir şeyin etkisinde olmadığınıza emin miydiniz? Terralıların böyle özellikleri olduğundan şüpheleniliyormuş?’’

 

‘’Hayır ve hayır.’’

 

‘’Anlamadım?’’

 

‘’O tarz bir şeyin etkisi altında kalmadım. Ayrıca Terralıların o tarz yetenekleri yok.’’

 

İlk gözaltına alındığım saatlerde ‘’isimsiz birinden’’ aldığım mesajda ruhsal problemlerim olduğu veya Terralının ‘’bana bir şeyler yaptığının’’ söylemem gerektiği yazıyordu. Burada mesaj basitti, bir şekilde ceza mı hafifletmek... Muhtemelen yaşanan olaylardan korkunç hızlı bir şekilde haberi olan babamın işiydi bu.

 

Babamın asla taviz vermeyeceği konulardan biri de adaletti, bu konuda gözü en yakınlarını dahi görmezdi. Ama yine de insanlar bazen ideallerini bir kenara bırakabiliyordu, özellikle bir ebeveyn için konu çocuğu olunca...

 

Ama ben böyle biri değildim, tüm bunları ‘’mental sorunlar’’ veya ‘’olmayan bir şey’’ yüzünden olduğunu söylemek kendime yakıştırabileceğim bir şey değildi.

 

‘’Demek ki söyleyebileceğin şeyler var Bayan Aliya, bunları bizden saklamanın herhangi bir yararı olmayacağına biliyorsun değil mi?’’

 

‘’Biliyorum.’’

 

‘’O zaman?’’

 

Yine sessiz kaldım, geldiğim noktada bir kurtuluşum olmayacağı aşikardı, bu yüzden elimden geldiğince dik durmaya çalışıyordum. Çünkü bunun için doğmuştum, bu bilinçle eğitilmiş, bu beklentilerle büyümüştüm... Davranış konusunda elbette...

 

Ve pek tabii Konstantin de bunu isterdi herhalde...

 

‘’Anlaşılan senle anlaşamayacağız.’’ dedi ve önündeki kağıda bir şeyler daha karaladı. Ardından devam etti:

 

‘’O zaman sanırım sizle ilgilenmesi için bizzat devletinizle konuşmam gerekecek, değil mi majesteleri?’’

 

 

 

 

                           …

 

Milattan Sonra: 2565

 

 

 

‘’Gerçekten hiçbir şey olmadı mı yani?’’ diye sordu Ayhan, sesinden hayal kırıklığına uğradığı belli oluyordu.

 

‘’Gerçekten, olsa anlatırdım zaten.’’ diye yanıtladım onu aksanlı bir Türkçeyle. Neredeyse tamamını uyuyarak geçirdiğim ilk günün sonunda bugün kafeteryaya inmeye karar vermiştim. Karşılaştığım ilk tanıdık kişiler ikizler olmuştu. İtiraf etmek gerekirse beni soru yağmuruna tutan Ayhan ve her ne kadar ciddiyetini korumaya çalışsa da merakını gizleyemeyen Aylin’i özleyemedim diyemezdim.

 

‘’Peki sizden ne haber? Ben yokken ne yaptınız?’’ diye sordum konuyu değiştirmek için, onları daha fazla geçiştirmek istemiyordum.

 

İkisi de gururlu bir şekilde üniformalarının üzerindeki küçük rozetleri gösterip konuştular, ‘’İkimizde artık tam anlamıyla YSM pilotlarıyız!’’

 

‘’Tebrikler!’’ yüzüme sahte bir tebessüm takınarak konuştum. Nedense onların bu lafıyla akademideki öğrenciler aklıma gelmişti, onlarda kendi YSM’lerine pilotluk etmek için eğitim alıyorlardı. Esaret atlında tutulduğum akademiyi düşünmek ister istemez ‘’o’’nu düşünmeme sebep oluyordu...

 

‘’Kosti?’’ diye sordu Ayhan.

 

‘’Pardon, başım biraz ağrıyor da...’’ deyip hemen geçiştirmeye çalıştım.

 

‘’İyisin değil mi?’’ diye sordu Aylin.

 

‘’Evet evet.’’ onu da hızlı bir şekilde geçiştirdikten sonra yine konuyu değiştirmek için sordum, ‘’Peki diğerleri nerede?’’

 

Bu soruyu sormamla omzumda bir el hissetmem ve babacan bir ses duymam bir oldu, ‘’Hepimiz sapa sağlamız evlat.’’

 

Çavuş Lane’in sesini duyunca gülümsedim, tokalaşmak için ayağa kalkacağım sırada beni yerime geri oturttu, ‘’Hiç gerek yok Konstantin, asıl bizim şu an sana saygıdan ayağa kalkmamız lazım.’’

 

Yine bu kahramanlık hülyaları, buraya gelene kadar birkaç kişinin daha benzer söylemler kullandığını duymuştum. Bunun normalde bana gurur vermesi gerekiyordu ama... Nedense sadece rahatsız edici bir boşluk hissi veriyordu. Hiçbir şey yapmamıştım ki?

 

Çavuş’la birlikte Micheal ve Marya da gelmişlerdi. Micheal ve Çavuş benim yanıma geçerken Marya’da ikizlerin yanına geçmişti.

 

Marya, Harlak’ta yaşanan malum çatışmada ağır yaralanıp bacağını kaybetmişti. O ilk merminin ateşlenmesini (işin garip kısmı o mermiyi atan ‘’biriyle’’ muhtemelen hiçbir şey olmamış gibi konuşmuştum) ve kızın attığı acı dolu çığlıkla bacağının paramparça olması hala aklımdaydı.

 

‘’İyi misin Marya?’’ diye sordum.

 

‘’Evet, neden kötü iyi olmayayım ki?’’

 

‘’Yani seni son gördüğümde durumun pek de iç açıcı değildi de.’’

 

‘’Ha o olay, iyiyim ya. Ufak bir sıyrık işte.’’

 

‘’Bence o pek de ufak bir sıyrık değildi?’’

 

‘’Ben de ilk başta öyle düşünmüştüm, tabii doktorlar bir buçuk ay başka bir bacağı adeta bozuk bir parça yerine yenisini takıyorlarmış gibi takınca fikrim değişti. Artık sonucunda uzuvlarımı kaybetmekten korktuğum her şeyi yapabilirim.’’

 

Bu kızın umursamazlık seviyesi beni öldürüyordu...

 

‘’Bu kafayla çok yaşamazsın.’’ dedi Micheal.

 

‘’Öyle bir amacım olduğunu kim söyledi.’’

 

‘’Deme öyle Marya.’’ diye araya girdi Ayhan.

 

‘’Doğru, sonuçta Ayhan, seni ‘Yurtta Sulha’’ götüreceğine söz vermişti. Sözünü tutamadan ölürsen emin ol yıkılır.’’ Yurtta Sulh Yeni Anadolu’nun başkentiydi.

 

‘’Neyi ima ediyorsun be!?’’ Marya’yla Ayhan aynı anda yüzleri kızarmış bir şekilde bağırdılar. Aylin, ikisinin bu haline gülerken Çavuş ve Micheal da ortamı yatıştırmaya çalışıyordu. Hepsi kendince bir şeylerle uğraşırken bense... Bense sadece susuyordum...

 

Tek hissettiğim şey amaçsızlıktı, orada olan şeylerden sonra burada yaşanan konuşmalar ve dahası, bana çok... Yabancıydı. Nedense buraya ait değilmiş gibi hissediyordum. En azından bu durumda, bir şeylerin eksik olduğu bir durumda... Ve bunun nedenini çok iyi biliyordum...

 

‘’Evlat?’’ Çavuşun sesi ile düşüncelerimden uyandım. Masadaki herkes endişeli şekilde bana bakıyordu.

 

‘’İyi misin?’’

 

‘’Evet evet.’’ yerimden kalktım hızlı bir şekilde.

 

‘’Orada bir şey mi yaptılar sana?’’ diye sordu Micheal.

 

‘’Yok yok, alakası yok. Sadece... Hala biraz yorgunum sanırım. Siz takılın kafanıza göre.’’ başka herhangi bir cevap beklemeden hızlı adımlarla kafetaryadan çıktım, kimseyi umursamadan koridorda hızlı adımlarla yürürken kafamın içi yine düşüncelerle dolmuştu, orada yaşadığım şeylerin değil, tek bir kişinin düşünceleriydi bunlar...

 

Aliya, sen ne yaptın bana?

 

Yaşadığım duyguların karmaşıklığı (ve belki de ‘’aslını kabul etmenin’’ vereceğini düşündüğüm zavallılık hissi...) yüzünden yürürken hiçbir şeye dikkat edemiyordum. O ana kadar bir kişiye bile çarpmamış olmam bir mucizeydi.

 

Tüm bunların yanında Aliya’yla alakalı içimdeki şeyler sadece ‘’o’’ his değildi. Çok ciddi bir suçluluk duygusu da vardı içimde. Ondan belki de olabilecek en aptalca şekilde yardım istemiştim ve ona rağmen her şeyi riske atıp bana yardım etmesini sağlamıştım. Aliya’nın aptal biri olmadığı kesindi, belki de saftı, bilemiyorum... Ama kesin olan bir şey varsa o da hayatını benim için riske atmıştı. Şu an muhtemelen çoktan tutuklanmış ve hatta belki de idam... Hayır hayır! Aklıma getirmemeliyim bunları!

 

‘’Bay Konstantin!’’

 

Uzun zamandır duymadığım bu küçük ve tatlı bir kız sesiyle düşüncelerimden uyandım. Pervyy’ydi bu. Neden bilmiyorum ama Erdalılarla o kadar süre haşır neşir olduktan sonra onunla karşılaşmak garip hissettirmişti, o da bir ‘’Yarı Erdalıydı’’ çünkü...

 

‘’Konstantin! Döndüğünü duymuştum ama karşılamaya gelemedim, kusura bakma.’’ Pervyy’den sonra gelen Stella’ydı, yüzünde her zamanki gülümsemesi vardı.

 

‘’Yok ya ne kusuru, ben bile olanlara anlam veremezken bunun için canını sıkma.’’ ardından Pervyy’ye doğru döndüm, ‘’Sen nasılsın ufaklık?’’

 

Elini ve baş parmağını havaya kaldırıp konuştu, ‘’Çok iyi! Özellikle siz geldikten sonra daha iyi oldu Bay Konstantin! Bir daha bana resim çizemeyeceksin diye korkmuştum. Unutma, hala bana sözün var.’’ bu son sözünde istemsizce güldüm, çocuklar gerçekten de her şeyi çok basit düşünüyordu...

 

‘’Pervyy!’’ kızı yavaşça kendine doğru çekti Stella, yüzüne sahte bir kızgınlık ifadesi kondurmaya çalışsa da o da muhtemelen kızın masumiyetini komik bulmuştu. ‘’Çocuk işte’’ dedi bir yandan kızın saçlarını okşarken.

 

‘’Bazen onun gibilere özendiğin oluyor.’’ dedim.

 

Kıkırdadı, ‘’Kim olmuyor ki? Keşke onlar gibi hayata basit ve dertsiz bakabilsem.’’

 

Bizim bu kısa muhabbetimiz üzerine Pervyy kollarını buruşturup, çocuklar yapınca oldukça komik olan bir ciddiyetle, konuştu, ‘’Büyüklerin muhabbetleri çok anlamsız!’’

 

İkimizde gülmeye başladık bunun üzerine, ‘’Komik olan ne! Haksız mıyım?’’ diye çıkıştı bize, görünüşe bakılırsa onu ciddiye almamamıza sinirlenmişti.

 

‘’Hayır, tam aksine ben de öyle düşünüyorum.’’

 

Bir süre daha ayak üstü sohbet ettik, ardından ‘’o’’ his geri döndü, gitmem lazımdı.

 

‘’Nereye gidiyorsun?’’ diye sordu Stella, kafam o kadar gidikti ki adam akıllı bir şekilde görüşürüz bile diyememiştim.

 

‘’Dürüst olmam gerekirse kendimi pek iyi hissetmiyorum, biraz kafa dinlesem iyi olacak.’’

 

‘’Bay Konstantin! Bana ne zaman resim çizeceksin?’’

 

‘’Pervyy!’’ deyip kızı yine kendine çekti Stella. İkisinin arasındaki ilişki fazla şirindi itiraf etmek gerekirse.

 

‘’En yakın zamanda, ben sözümün eriyimdir.’’ dedim ve yine hızlı adımlarla oradan ayrıldım. İkisi arkamdan görüşürüz derken ben çoktan düşüncelere dalmıştım bile...

 

Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre aylak aylak dolaşmaya devam ettim. En sonunda saatime dönüp baktığımda Konrad’ın beni içmeye çağırdığı saatin yaklaştığını gördüm.

 

‘’En azından gidecek bir yerim var.’’ Diye söylendim kendi kendime ve ofisinin yolunu tuttum. Ve tam o sırada aklıma bir şey geldi, Theslaff’la yaptığım konuşmada onun zikrettiği bir isim vardı, onu Konrad’a sorabilirdim. Evet evet... Adeta canı sıkılırken bir anda aklına yapacak bir şey gelen bir çocukmuş gibi yüzüme aptalca tebessüm oturdu. Tabii bu bir anlıktı, çünkü ‘’o’’ his onu ve Aliya hariç hiçbir şeyi uzun süreli düşünmeme izin vermiyordu...

 

 

 

                             …

 

Fetih Takvimi: 554

 

 

 

 

Askeri mahkemeden daha kötü bir şey vardıysa o da ‘’politika mahkemesiydi’’. Çocukluğumdan beri politikadan ve politikacılardan nefret etmiştim. Politika benim için çok basit problemlerin bile kişisel ve ‘’grupsal’’ çıkarlar adına gereksiz karmaşıklaştırıldığı bir saçmalıklar tiyatrosuydu, politikacılarsa bu tiyatronun soytarıları. Ama insan için bir o kadar da gerekliydi bu tiyatro, sonuçta insanı insan yapan şeylerden biri de buydu, politika yapabilmek...

 

Askeri mahkemelerde seni yargılayanların samimiyetinden emin olabilirdin, onlar vatanları ve halkları için savaşmış kişilerdi, her ne kadar onlarda emirleri genelde ‘’yukarılardan’’ alıyor olsa dahi en azından verdikleri kararlara saygı duyabilirdin. Ama ‘’politikacılar’’ tarafından yargılanınca iş değişiyordu, en azından benim ruhum bu ‘’tembel’’ insanlar tarafından üstü kapalı aşağılanmayı kaldıramıyordu.

 

‘’Acınası, değil mi? İmparatorluğun ‘göz bebeklerinden’ birinin böyle bir olayda yer alması?’’ dedi Pelksin Beyi Vikan, yüzünde alaycı bir sırıtış ve iğrenç derecede iğneleyici bir ton vardı.

 

İmparatorluk Kurultayı, İmparatorluğun ana yasama organıydı. Kurultay, İmparatorun ‘’yeteneklerine ve eğitimlerine’’ göre seçtiği on kişi ve kendi içlerinde seçim yapan altı kişiden oluşurdu. Bunlar İmparatorluğu oluşturan seksen beş vilayetin en gelişmiş onundan seçilen on bey ve İmparatorun direkt müdahalesi olmadan Kurultayda bulunan yüksek kurum temsilcileriydi; Yıldız Kilisesi, İmparatorluk Muhafızları, İlim Birliği, Ticaret Konseyi, Ulusal Maden Arama ve İşletme ile Ulusal Güvenlik İstihbarat ve Emniyet Teşkilatı (veya kendilerine takılan lakapla Yıldız Teşkilatı).

 

Bu on altı kişinin yanında pek tabii olarak İmparator da vardı. Zaten kurultayın genel amacı genellikle İmparatorun ne yapıp ne yapmayacağı konusunda ona danışmanlık etmekti. Tabii babam genellikle kurultaya direkt olarak katılmazdı, söylediğine göre kendisi varken ‘’tam bir açık sözlülük’’ söz konusu olamazmış, şeffaf ve açık bir şekilde yönetilmeyen bir devlette pek tabii çökmeye mahkumdu ona göre. Ama yine de burada olup bitenlerden haberi vardı, hepimizde bunun farkındaydık...

 

‘’Bana sorarsanız kız dürüst değil.’’ yaşlı bir adam olan ve kendisinin söylediğine göre babam doğmadan önce bile kurultay üyesi olan Talin Beyi Oran konuşmaya başladı, ‘’Bize gönderilen dosyalara göre kızın kandırıldığına veya herhangi bir etki altında olduğuna dair bir belge yok. Ben Aliya’yı tanıyorum, eğer böyle bir durumda kalacak olsa gurur yapar ve inkar ederdi, tam da şu an olduğu gibi.’’

 

Oran Bey, bulunduğu yüksek konuma rağmen ben ve ağabeyim için bir aile dostundan farksız gibiydi. Küçükken ‘’Oran Amca’’ diyerek onunla oyun oynamak istediğimiz günleri hatırlıyorum, o da bizi kırmazdı genellikle. Babamın (ve dedemin) en yakınlarından biri olarak bizi adeta kendi hiç olmamış çocukları veya torunları olarak görürdü. Burada yaptığı da aslında barizdi, beni bu bataklıktan çıkarmaya çalışıyordu. Tabii ben yine de gerçek neyse onu söyleyecektim.

 

İtiraz etmek için ağzımı açacağım sırada araya boğuk bir kadın sesi girdi:

 

‘’Ne fark eder? Kızın yaptığı şeyin açıklanabilir bir yanı yok! İster kendi iradesiyle ister kendi iradesi dışında yapmış olsun, cezalandırılmalı!’’ giyimine bakılırsa bu Yıldız Kilisesinin temsilcisi olmalıydı, yüzü tanıdık geliyordu ama kim olduğunu çıkaramamıştım.

 

‘’O zaman niye buradayız? Aliya zaten hali hazırda bir ceza almayacak mı?’’ bunu soran Kurultayın en genç üyesi olan (benden iki yaş anca büyüktü) Arne adındaki bir oğlandı. Küçüklüğümden beri tanıdığım kişilerden biriydi kendisi. Her ne kadar kendiyle o kadar da yakın bir ilişkim olmasa da bu kadar kesin bir hüküm vermesini de beklemiyordum...

 

Bir süre tartışmaya devam ettiler, en sonunda araya giren Ulusal Güvenlik İstihbarat ve Emniyet Teşkilatının (namı değer Yıldız Teşkilatının) başı olan Ruisha adlı kadın oldu:

 

‘’Bence hepiniz olaya yanlış yerden bakıyorsunuz.’’

 

Ardından herkes sustu, herkes yüzünde ‘’korkutucu’’ bir tebessüm olan ve göz altları mosmor (muhtemelen uykusuzluktan) kadına diyecekleri sanki kainatın en önemli bilgisiymiş gibi kulak kesilmişti. Herkesin kendisini dinlediğine kanaat getirince konuşmaya devam etti, ‘’Bence bu olayda sadece Aliya yok, tüm bu Terralı olayında Aliya’dan başkaları da var.’’

 

‘’Ne gibi?’’ küçümseyici bir tavırla sordu İlim Birliği Başkanı Toley.

 

‘’Öncelikle elimize gelen ilk bilgiler yakalanan Terralının ilk etapta ‘5. Araştırma Merkezine’ gönderildiği ile alakalı. Ama böyle bir Araştırma Merkezinin hiç var olmaması bir yana, niye böyle bir yalana başvurmuş olsunlar ki? Niye söz konusu varlık gerçek bir araştırma tesisine gönderilmek yerine orada tutuldu? Resmi emir kayıtlarına baktığımızda bunun net bir cevabı yok, Valher’de bile yok. Akademinin üst takımı bile bundan habersiz.’’

 

‘’Yalan söylemediklerini nereden biliyoruz?’’ diye sordu Vikan, yüzündeki alaycı gülümseme yerini karşısındaki kadının hepsini tekzip edercesine konuşmaya başlamasından sonra düşmüştü.

 

‘’Olaydan hemen sonra yapılan sorgulama kayıtları elimde. İnsanlar okunması kolay varlıklardır, ne zaman yalan söylediklerini veya söylemediklerini dikkatli bakarsanız anlayabilirsin.’’ ardından bakışlarını bana çevirdi, ‘’Ve Aliya kesinlikle yalan söylemiyor.’’

 

‘’Sonunda biri anladı.’’ diye söylendim.

 

Yine ortama bir sessizlik çöktü, ‘’O zaman ne olacak?’’ diye sordu Arne.

 

‘’Aliya cezalandırılacak, idam edilip edilmeyeceği kararı majestelerinindir, bununla birlikte soruşturmayı genişleteceğim. Bu işin altında birden fazla kişi olduğu kesin, Aliya kadar onların da cezalandırılması gerekli.’’

 

Bu sözleri içimde doğal olarak bir tedirginlik oluşturmuştu, şu noktada Yıldız Teşkilatının Konstantin’le konuşmuş herkesi hedef tahtasına oturttuğu aşikardı. Bu da ‘’tek suçlu’’ ben olsam bile birçok kişinin başının belaya gireceği anlamına giriyordu. İçimde ilk kez pişmanlık hissinin kırıntıları bu yüzden oluşmaya başlasa da ‘’Konstantin’e olan hislerimin’’ yanında solda sıfır gibilerdi. Ne illet bir şeydi bu... Asla kurtulmak istemeyeceğim bir illet...

 

‘’Sanırım bir itirazınız yok, o zaman Majesteleri İmparatorun kurultayındaki hizmetkarları olarak aldığımız kararları yıldızların şahitliğinde onaylıyoruz.’’

 

 

 

 

                          …

 

Milattan Sonra: 2565

 

 

 

 

En sonunda Konrad’ın ofisinin önüne gelmiştim, birkaç kez tıklattım kapıyı. Kısa süre sonra Konrad kapıyı açmıştı. ‘’Alışkanlıkların hala devam ediyor sanırım.’’ dedi alayla.

 

‘’Ne alışkanlığı?’’ diye sordum.

 

‘’Ne erken ne de geç geliyorsun, tam saat o anı gösterdiğinde.’’

 

‘’Öyle mi?’’ saatime baktım, gerçekten de öyleydi, fark etmemiştim bile.

 

‘’Neyse kafanı boş şeylere yorma, gel içeri.’’ fazla diretmeden içeri girdim.

 

Her zamanki ofisiyle aynıydı, tek fark masasının üzerine koyduğu bardaklar ve içki şişeleriydi, bir de aşırı eski model bir radyo ve kasetler vardı tabii. Kasetler, yüz yıllar önce insanların ses ve video kaydetmek için kullandığı bir şeydi. O dönemler bilgileri saklamak şimdiki gibi kolay olmadığından altın değerinde bir teknolojiydi bu, ama günümüz içinde bir o kadar anlamsız.

 

Ama kardeşimin kasetlere ilgisi vardı, daha lisedeyken birçok antikacıya gider, harçlığını çarçur ederdi bunlar için. Bu ilgi sadece kendisine özel olmayacak ki hala kaset müzik üretimleri devam ediyor, bu sayede de bu eski icat kardeşim gibi koleksiyoncular sayesinde yaşıyordu.

 

Konrad, ilginç ve soğuk kişiliğinin yanında kendisinden beklenmeyecek derecede basit hobilere ve ilgi alanlarına sahipti. Futbol, kart oyunları, içmek, bilardo (ofisinin ortasında kocaman bir bilardo takımı vardı), eski rock müzik grupları, arabalar...

 

Karşıma oturduktan bir bardak ve şişe aldı, ‘’Bu Yeni Osaka’da görev yapan bir arkadaşımın hediye olarak gönderdiği ‘sake’, ister misin?’’ kendisine bir bardak doldururken konuştu.

 

‘’Hayır.’’ dedim sadece.

 

‘’O zaman klasik viski verebilirim?’’

 

‘’Direkt içmiyorum.’’

 

 ‘’Aynı tas aynı hamam yani, çok sıkıcısın.’’

 

‘’Öyle sanırım.’’

 

‘’Somurtmayı bırak da, kasetlerden birini radyoya tak.’’

 

‘’Hangisini?’’

 

‘’Kafana göre.’’

 

Bunun üzerine gözüme ilk çarpan kaseti taktım. Kaset oynamaya başlayınca Konrad konuştu, ‘’Metallica’nın 1988 tarihli albümü. Güzel seçim.’’ Ardından bardağını kaldırdı, ‘’O zaman neye içiyoruz?’’

 

‘’Ona’’ demeden önce kendimi frenledikten sonra ben de boş bardağımı kaldırdım, ‘’Sen neye istersen.’’

 

‘’O zaman barışa.’’ bardakları tokuşturduktan sonra bir yudum aldı, ‘’Anlat bakalım,  görmeyeli nasılsın?’’ bu sorunun anlamı açıktı.

 

‘’Hiçbir şey olmadı.’’

 

‘’Hiçbir şey olmamış olmasına imkan yok, en kötü ihtimal onlarla konuşmuşsundur. Sonuçta bir tanesinin yardımıyla buraya geldin. Adı neydi ya onun? Ha, Aliya, değil mi?’’ Aliya’nın ismini zikretmesiyle istemsizce elimdeki bardağı sıktım.

 

‘’Ona rüşvet teklif ettim.’’ içim acıyarak söylemiştim bunu.

 

‘’Ne gibi?’’

 

‘’Bir şeyler işte, çok da önemli şeyler değil.’’

 

“Sana ele geçirilen bir Federasyon Kartalı verdiğine göre pek de önemsiz bir şey olmamalı.” dedi içkisinden bir yudum almadan önce. “Peki kaskın ve masken, onlara ne oldu?”

 

‘’Kızın bana güvenmesi için yüzümü görmesi lazımdı, kaskımsa kırılmıştı.’’

 

‘’Nasıl?’’

 

‘’Nukanenin biriyle dövüşmüştüm, o kırmıştı.’’

 

‘’Hassiktir lan.’’

 

‘’Ciddiyim.’’

 

Güldü, ‘’Her zamanki gibi berbat yalan söylüyorsun.’’ ardından yerinden kalktı, ‘’Ben sigara alana kadar enine boyuna düşün, birazcık mantıklı uydurursun.’’

 

Onu inandırmak gibi bir amacım yoktu, ağzıma ilk geleni söylüyordum. Tek amacım “o” hissin üzerimde yarattığı baskıdan bir nebze olsun kurtulmaktı.

 

İşte tam o sırada aklıma bir şey geldi:

 

‘’Bir şey sorabilir miyim?’’

 

‘’Tabii.’’ sigaralarından birini yakmakla uğraşıyordu o sırada.

 

‘’Yuri Templar diye birini tanıyor musun?’’






Giriş Yap

Site İstatistikleri

  • 44798 Üye Sayısı
  • 398 Seri Sayısı
  • 44158 Bölüm Sayısı


creator
manga tr