"Mor göz bedenini iyileştir ve beni hafif bir şekilde mühürle! Gücümün sızmasını istemiyorum." Kırmızı göz karanlık dünya da belirdi.
Altair o belirdiğinde gözlerini kapadı ve yere düştü. Bilinci kapanıp, bedenine geri dönmüştü.
Birkaç saniye sonra gözlerini yavaşça açan Altair kan öksürmeye başladı. Tırnağından omzuna, göğsünden bacaklarına kadar siyah çatlaklar oluşmuştu.
Kırılmak üzere olan bir bardak gibiydi!
Ancak gözleri soluk bir şekilde parladı ve çatlaklar arasında ki boşluk kapanmaya başladı. Altair kafasını salladı ve Cennet gözünün gücüne hayran kaldı.
'Ben bir süreliğine kendimi iyileştirmek için kapatacağım. Kalan son gücümün %90'ını fotografik hafızayı sana aktarmak için kullanacağım. Bunu iyi kullanmalı ve hayatta kalmalısın! Dört ya da üç yıl boyunca tek başınasın. Görüşürüz.' Cennet gözünün yorgun sesi Altair'ın zihninde yankılandı.
"Demek artık yalnızım... Hm..." Altair yavaşça ayağa kalktı ve etrafı incelemeye başladı. "Kırmızı göz, en son denize atlayıp derinliklerine inmişti. Yani büyük ihtimalle Megalo denizinin altında bir yerlerdeyim... Aşk insana neler yaptırıyor... Ah ah!"
Bulunduğu yer eski taşlarla dolmuş eski bir mağaraydı. Ortalama on metre genişliğinde, yirmi metre yüksekliğindeydi. "Burası kitaplarda geçen zindanlardan mı? Hep böyle bahsederlerdi... Bulunmaması ve olmaması gereken yerlerde olurlar."
Altair yavaşça taşlarla dolu yolu takip etti. Etrafı aydınlatan ışık kristalleri vardı Bu kristaller, doğal ya da beşeri olarak oluşturuluyordu. Genellikle tüm evlerde olurdu.
"Mn? Işıkların rengi yavaş yavaş sarı rengine dönüyor." Altair ışık kristallerinin gittikçe sarardığını fark etti. Normalde ışık kristalleri beyaz renkli olurdu. Diğer renkler oldukça nadir ve pahalıydı.
Yavaş bir şekilde ilerlemeye devam etti ve zindanın girişi olarak düşündüğü yere geldi. Zindan girişi sarı ışıklarla kaplı dev gibi bir tahta kapıydı.
Zamanın gücü kapıyı yavaşça eskitmeye başlamıştı, muhtemelen bir kaç yıla kalmadan dökülmeye başlayacaktı. Altair tahta kapıya dokunup, tahtanın solmuş yüzeyini hissetti. "Bunun hangi ağaç olduğunu bilmiyorum..."
Yavaşça kapıyı açtı ve içeriye adımını attı. Gördükleri ve hissettikleri onu şaşırtmıştı...
Eskimiş mobilyalar ve her an yıkılacakmış gibi duran dev kütüphane... Sanki çağlardır dünyanın yükünü taşıyormuş gibi eskimişti.
Normal zindanlar canavarlarla dolu olurdu. Yıllar içinde birçok kahramana onları temizlemek için gider, ya ölürdü ya da muzaffer bir şekilde geri dönerdi.
Temizlemelerinin amacıysa patron odası olarak adlandırılan zindan merkezinde, kalıntılar olması sebebileydi. Bir kalıntı seviyesinde ki bir büyülü hazineden çok daha güçlüydü. Özellikle Antik Kahramana kalıntıları...
Şuan dünyada bulunan en yetenekli demirci bile Antik Kahraman kalıntısı yapamazdı. Sebebi yeteneksiz olması ya da materyal yoksunluğu değildi.
Kahraman Kalıntıları asla demirciler tarafından dövülmemişti. Onlar tanrıların kahramanlara hediyeleriydi. En azından şuan da öyle biliniyordu.
Altair bir zindandan ziyade çalışma odasına benzeyen odaya baktı. "Burası bir zindan ama değil gibi de... Sanırım birisinin sığınağı!" kararı buydu.
İçeriye adım attı ve yavaşça dolaşmaya başladı. Gizli bir mekanizma tetiklemekten korktuğu için hiçbir şeye dokunmamaya özen gösteriyordu. Bir süre dolaştıktan sonra buranın normal bir zindan olmadığına emin olmuştu.
"Burayı bir insan yapmış ve burada yaşamaya karar vermiş. Dev kütüphaneyle eşyalara bakarsak büyük ihtimalle bir büyücüye ait. Her an yıkılacakmış gibi eski dursa da, hala içeride başka birisi olabilir." Altair koltuklardan birisine oturdu. Büyücü eğer koltuklara tetikleyici bir şey ekleseydi Altair onu alkışlayıp intihar ederdi. Kafasını arkaya yaslamış, prensesin durumunu merak ederken odada bir ses yankılandı.
"Meow~?!"
Kedi miyavlamasını duyan Altair kafasını kaldırdı ve sesin geldiği yöne baktı. "Meow mu? Neden Nyah ya da Nyan değil? Doğru ben japon değilim ve isekai olmadım..."
Sesin geldiği yerden altın sarısı gözleriyle simsiyah tüyleri olan bir kedi çıktı. Kedinin boyutu yetişkinliğine ulaşmak üzere olduğunu gösteriyordu. Alnında beş yapraklı bir çiçek işareti vardı. İşaret gözleriyle aynı renkte, yani sarıydı.
"Gel pisi pisi!" Altair kediye doğru ilerledi ve elini uzattı. Şuan da ihtiyacı olan en çok şey yalnız olmamaktı. Eğer böyle devam ederse hayatını hep yalnız olarak geçirecek, yalnız ölecekti.
"Meow?" siyah kedi kafasını eğdi ve Altair'a şaşkın bir bakış attı. Burada bir insanın nasıl olabileceğini düşünüyor gibiydi. Onun için sıradan bir hareketmiş gibi görünse de Altair oldukça garipsemişti.
"Beni anlıyorsan kafanı salla!" Altair bir umutla konuştu. Eğer yüksek bir zekası varsa da pek şaşırmayacaktı. Büyülü bir dünyadaydı.. büyük ihtimalle Ejderha bile olduğunu düşünüyordu.
Siyah kedi kafasını yavaşça salladı ve Altair'ın yanına gitti. Altair gözleriyle kediyi takip ederken, kedi bacaklarına sürtmeye başladı. Bir kaç kere sürtündükten sonra arkasını döndü ve Altair'a işaret etti.
Takip etmesini istiyor gibiydi...
Altair temkinliğini iki üç katına çıkararak onu takip etmeye başladı. Çünkü yapacak başka bir şeyi yoktu...
Kedi birkaç dakika boyunca kapıdan kapıya, deliklerden deliğe girdi ve sonunda durdu.
"Burası da neresi?!" Altair gövdesini ve bacaklarını delikten çıkarırken sordu. Odaya bir bakış attığında ortada büyük bir delik olduğunu gördü. Üzerinde ki tozu temizledikten sonra kediye bakmaya başladı.
Siyah kedi patisini kaldırdı ve bir yeri göstermeye başladı.
Altair kedinin patisini takip ettiğinde biraz şaşırdı. Çünkü gülümseyen bir yaşlı adam, tahta asaya sarılmış duvara dayanmıştı. Suratında ki gri sakallar ve gri saçları onu karizmatik gösterse de, duruşu yorulmuş bir kaplan hissi veriyordu. Sanki üzerindeki bütün yükler alınmış gibi rahattı.
"O ölü mü?" Altair kediye baktı. Kedinin kafasını salladığını duyunca yaşlı adamın yanına gitti ve onun çevresini inceledi. Ardından kurumuş kan izlerine rastladı ve onları takip etti.
Onlarca metre boyunca kuru kan izlerini takip ettiğinde, simsiyah saçları olan nefret dolu bir ifadeyle duran yakışıklı bir adam gördü. Yüzünde çirkin bir ifadeyle tüm dünyayı küçümsüyordu.
"Bu piçte kim?! Yoksa yaşlı adamı öldüren kişi mi?" Altair adamın bedenini incelediğinde gözleri adamın kalbinin üzerine takıldı. Orada bir boşluk vardı.
Kalbi olması gereken yerde değildi!
"Demek yaşlı adam onu da beraberinde götürmüş..." Altair kendisini takip eden siyah kediye baktı. Kedi yavaşça kendisine yaklaştı ve adamın omzuna çıktı.
Patisini kaldırarak sert bir şekilde adamın kafasına geçirdiğinde yere bir kolye düştü. Kolye kırmızı renkte bir kılıçla bağlıydı. Kılıcın üzerinde garip desenler ve semboller vardı.
Altair eğilip kılıca dokunduğunda kılıçtan garip bir ses çıktı.
"Hangi piç benim gibi asil bir kalıntıya dokunmaya cüret eder! Ryuu piçinden sonra birisi daha gelmesin, istemiyorum!" kılıçtan çıkan ses asi bir çocuğa aitti.
Altair garip bir şekilde kılıca baktı. Kılıç konuşuyordu?! "Pardon kimsiniz?!"
"Ben mi? Sen kimsin de benim ismimi bilmezsin?! Ben yüceler yücesi, kahraman kalıntılarının korkulu rüyası Kızıl Irmağım!" kolyeden kırmızı alevler çıkıp Altair'ı küle çevirmek istedi.
Ancak siyah kedi adamın omzundan atladı ve kolyenin üzerine bastı. Ardından usta bir şekilde patisine doladı ve yerden yere vurmaya başladı.
"Bekle bekle! Sen kimsin de bana dokunabiliyorsun?! Birkaç yıllığına uyudum diye kediler bile bana karşı çıkar olmuş!" kolyeden sinirli bir ses çıkarken, bir anda durakladı.
Bir kaç saniye durakladıktan sonra şaşkınlıkla dolu bir ses yükseldi. "Bir dakika! Sen de nesin lan?!"
"Kim?" Altair sordu.
"Tabi ki de bu kedi!" kolye aşağılayıcı bir ses tonuyla konuştu.
"Kedi işte?!"
"Hayır, değil. Farklı bir şeyler var bunda! Çabuk ona kanını içir!" kırmızı kılıç kolyesi çırpınmaya başladı. "Çabuk! Çabuk!"
Altair kediye baktı ve bir şey demediğini dörünce, dişleriyle parmağını yırttı ve kanayan parmağını kediye uzattı. Kedi diliyle Altair'ın kanını yaladıktan sonra altın renkli bir ışık onu sardı.
Altair ve kolye hiç ses çıkarmadan onu birkaç dakika boyunca izledikten sonra ışığın solmasıyla tedirgin oldular. Bir süre sonra hava da büyük bir kitap süzülmeye başladı.
Simsiyah olan bu kitabın kapağında altın renkli bir çiçek işareti vardı. Kitabın arkasında siyah bir kedi kuyruğu ortaya çıktı.
Kitap ortaya çıktığında Altair bir adım atarak kitaba dokundu.
"Bana bir isim ver!" garip bir çocuk sesi Altair'ın zihninde yankılandı.
Altair hiç düşünmeden "Miiyu" dedi.
Önceden renskiz olan kitabın sayfaları altın sarısına döndü ve üstünde garip bir dilde yazılar ortaya çıkmaya başladı. Bu yazılar Orbis, Antik Şeytan ya da Elf dilinde değildi. Tamamen farklı bir dildeydi.
Altair daha önce böyle bir alfabe dahi görmemişti.
Tüm sayfalar altın rengine döndükten sonra kitap kapandı ve siyah kedi tekrar kendi haline döndü. O sırada Altair'ın zihninde garip çocuk sesi tekrar yankılandı.
"Kitabın ismi Çöldeki Çiçek! Şurada yatan yaşlı adamsa beni oluşturan kişidir. Ona saygılı davranıp, huzurlu bir şekilde gömsen iyi olur."
Kırmızı kolye Altair'a bir şey söyleme fırsatı vermeden ortaya atıldı. "Pardon pardon! Burada ne sikim sonik olaylar dönüyor?! O kedi az önce büyü kalıntısına mı dönüştü?! Ciddi misin? O artık bir kedi mi?"
"Hey, sende konuşabiliyorsun?! Asıl sen nesin?!" Altair Miiyu'nun başını okşarken kolyeye baktı. Miiyu sadece onun zihnine mesaj iletebiliyordu. Ancak bu kolyenin sesi dışarıya çıkıyordu.
Kırmızı kolye bir süre düşündükten sonra konuştu. "Hangi yıldayız?!"
"Orbis Takvimi 1788'in ikinci çeyreğindeyiz." Altair hiç düşünmeden konuştu.
"Ne?!"
"Ne?!"
Kırmızı kolye ve Miiyu aynı anda şaşkınlıkla bağırdı.
Miiyu iç çekerken Altair'ın zihninden konuştu. "Efendimin öldüğü zaman Antik Savaş Çağı'nın 10. yılıydı. Kılıç Kahramanı Ryuu ile Deli Bilge Astro olan efendim burada savaştı. Eğer Ryuu ani bir saldırı düzenlemeseydi efendim hâlâ yaşıyor olacaktı."
"Yani bu mağara otuz bin yıldan beri ayakta mı?!" Altair şaşırdı. Antik Savaş çağı iki çağ önceki zamandı. Onun arkasını Kahramanlar Çağı ve Büyük Magus çağı getiriyordu.
Şuanda Orbis Çağı, kıtanın yeni ismini almasıyla başladı. Ve çoktan 2000 yıla yakın zaman yıl geçmişti...
"Tsk! Kalıntılar yüz yıl sahip bulmayınca derin bir uykuya yatar. Bense direk yüzbin yıldan daha uzun süredir mi uyuyorum? Ryuu'nun sahipliğini kabul etmeliydim." kolye dilini tıklattı.
"Demek yüz bin yıldır uyuyorsun... Kalıntıların yaşı arttıkça güçlendiğini hatırlıyorum." Altair'ın yüzünde pis bir gülümseme belirdi.
"Ne?! Ne yapmaya çalışıyorsun?!"
Altair kolyenin ipinden tuttu ve gözlerinin önüne getirdi. Mor gözleri tatlı bir şekilde parlıyordu. "Benimle sözleşme yap."
"Hayır! Senin gibi bir sakatla asla sözleşme yapmam." kolye hızlıca karşı çıktı.
"Ho... Tamam, o zaman." Altair en başından beri bunu bekliyordu. "Bana yalan söylediğini biliyorum. Eğer sadece sahip bulduğunda uyansaydın, ben sana temas ettiğimde uyanmazdın."
"Ne?!"
Altair kolyeyi aldı ve yürümeye başladı. "Gelirken deliklerden birisi dünyanın sonuna gidiyormuş gibi derin gözüküyordu. Madem sözleşme yapmak istemiyorsun... O zaman bir-iki milyon yıl daha uyuyabilirsin. Merak etmene gerek yok. Asla yalnız kalmayacaksın..."
"Hey hey bekle! Yüz yıl boyunca karanlıkta kalmak istemiyorum." kolye karşı çıksa da bağırmıyordu. Yüz yıl tek kalmak onun için sorun değildi.
"Yüz yıl mı? Hahahaha!!" bu kelimeler Altair'ın hayatında gördüğü en komik şeydi. "Her yüzyılda burayı ziyaret edeceğim ve sana dokunacağım. Böylece asla uykuya dalamayacaksın..."
"Hahaha! Yüz yıl hayatta kalabilecek misin?!" kolye umursamazca güldü. Böyle bir aptalın birisini kızdırıp, yakın zamanda öleceğini biliyordu.
"Sorun değil. Seni bir canavarın g*tüne sokarım ve sürekli yaşayan bir canlıyla temasta bulunursun. Üstelik Kızıl Güneş Pandasının g*tüne sokacağım ki ömrün uzun olsun." Altair kolyeyi sallamaya başladı.
"Ben canavarı anında kavurmaya çevirebilirim."
"O da sıkıntı değil. Seni yanıma alırım ve yanımdan ayırmam... Gelecek neslime vasiyet olarak seni bırakırım ve binlerce yıl boyunca asla uykuya dalamazsın. Sana ölümden daha korkunç bir şey söylemek zorunda kalsam o yalnız olurdu. Binlerce yıl boyunca tek başınasın..."
"Etrafta on binlerce kişi var ve seni fark edemiyor, fark etse de seninle konuşamıyor. Ayayay~ Geleceğini düşündükçe içim acıdı."
"Sen.. bunu yapamazsın..."
Altair'ın gözleri parladı. "Yapabilirim.. Benden daha iyisini mi bulacaksın? Hem de tanrının unuttuğu bu yerde?" gerçekten ciddiydi. Eğer binlerce yıldır bu cesetler bozulmamışsa, yaşarken çok güçlü olmaları gerekirdi. Üstelik kolyenin kendisi Ryuu'nun teklifini reddettiğini söylemişti.
Ryuu, Astro'yu öldürmüştü.
"Hem sen beni kullanamazsın ki..." kolye sinirli bir şekilde söyledi.
"Sikimde değil. Ben bu kalıntıyı is-ti-yo-rum. Eğer kullanamazsam da yanımda dursun.." Altair'ın kullanıp kullanamaması sikinde bile değildi. Önemli olan değeriydi.
"Salak o anlamda değil! Senin savaş çekirdeğin yok! Normalde bu yaşına gelmeden önce Acemi Savaşçı ya da büyücü olmalıydın ama... Hm?!" kolye cümlesinin devamını getirecekken şaşırdı.
"Senin bedenin neden yüksek Acemi seviyesinde?! Bekle bekle... İzler yeni adım attığını söylüyor... Ancak Savaş Çekirdeği oluşturamayacaksın yani asla Kalfa olamayacaksın..."
"Savaş çekirdeği de ne? Herkes bana sakat diyor ama... ben hiçbir şey yapmadım ki?" Altair kafasını salladı.
Kırmızı kolye konuştu. "Savaş çekirdekleri Qi üretmeni sağlayan şey.. Mana çekirdeğine benzer ama farkı kendi başına da üretebilmesi..."
"Yani asla?" Altair'ın yüzü düşmüştü. Ölmemek için savaşçı olmak zorundaydı. Savaşçılar büyücülerden çok daha dayanıklıydı. Bu onu zehirlere vb. şeylere bağışıklığını artırırdı.
O sırada Miiyu'nun sesi zihninde yankılandı. "Endişelenmenize gerek yok. Büyücülüğe yeteneğiniz var.. Hemde yıldırım olması gerek... Ho? Ancak... Sadece orta derece de yeteneğiniz var. Üç yıla kalmadan mana çekirdeğinizi oluşturup, acemi aşamaya girebilirsiniz."
"Sikerim böyle işi..."
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..