***
Celer şehrinin elli kilometre ilerisinde dev ağaçlarla dolu bir orman vardı. Dev ağaçlar on metre kalınlığa ve yüz metre büyüklüğe erişiyordu.
Bu ormanın iç taraflarında ki doğal güzellikler, cennet çıkmış gibi güzeldi. Dev ağaçların altında konaklayan Gökkuşağı Serçeleri hafifçe parlıyor, temiz ve saf gözüken Pura Gölünün etrafını renklendiriyordu. Üstelik gölünü etrafında düzenli olarak dizilmiş, Işık Çiçekleri gölün etrafını aydınlatıyordu.
Altair Pura gölünün önünde belirdi. Gümüş gözlerinde ki parlaklık yavaşça azaldı ve durgun gümüş renge bıraktı. Üzerinde ki kanlı kıyafetleri tek hamlede çıkardı ve soğuk göle attı. Ardından kendisi de suya daldı.
"Hm...." Altair oldukça rahatlamış bir şekilde kıyıya yaslandı. Kendini yüzeyde tutmak için yüzmesine gerek yoktu. Mana sayesinde istese suyun yüzeyinde dahi yürüyebilirdi.
"Nedense kalbime kötü bir his doğdu... Böyle rahatlayınca kendimi garip hissettim. Farkında olmadan bir şeyler mi yaptım acaba?" Altair'ın kalbine garip bir his indirgemişti.
Bu korku değildi ama tedirginlikte değildi. Bir şeyden korkmuyor, sanki ne olacağını biliyormuş gibi kendini geleceğe hazırlıyordu.
Bu his aniden geldiği gibi gitti ve Altair'ın rahatlamasına yardımcı oldu. Şuan da dışarıdan rahat gibi dursa da zihninde olasılıklar ve düşünceler birbirleriyle çatışıyordu.
'Önceki seferden farklı olarak bu sefer bazı şeyler farklı. Sadece ben değiştim diye başka şeylerde değişecek değil ya? Yok yok onlarda değişmiş olamaz...' Altair'ı korkutan bir düşünce zihninde belirdi. Kelebek etkisi denen şey gerçekten vardı. Ufak bir sapma dahi geleceği tamamen değiştirebiliyordu. Bu yüzden Altair çevreyi etkileyebilecek bir şey yapmaktan kaçınıyordu.
'Hayır, hayır. Hiçbir şey yapmadım ve onlara karışmadım. Hiçbir şey farklı gidemez. Her şeyi olması gerektiği gibi halledeceğim ve doğu kısmı tamamen düşene kadar kendimi tamamen belli etmeyeceğim.' Altair kafasını salladı. Aklında ki kötü düşünceler tamamen dağılmıştı.
Chirp!
Bir serçe sesi Altair'ın dikkatini çekti. Bu serçenin sesi diğer serçelerinkine göre daha robotikti. Doğallıktan tamamen uzaktı.
'Hm?' Altair şaşırdı ve sesin kaynağına baktı.
Güvercin boyutunda olan bembeyaz bir serçeydi. Ancak kanatlarında küçük sarı yıldırım arkları dolaşıyordu. Küçük kahverengi gözlerinde yıldırım arkları oluşuyor, yok oluyordu.
Altair onun türünün ne olduğu anladığında yüzünde gülümseme belirdi.
'Tek Gözlü Fırtına! Demek izcilerini buraya gönderdi... Yıldırım Serçesi bu bölgelerde olmaz. Bu yüzden tek ona ait olabilir...' Altair elini serçeye doğru çevirdi. Serçe dev ağaçlardan birisine konmuş, Altair'ı izliyordu.
"Felç."
Altair'ın eli hafifçe parladı ve serçeye doğru bir karaltı gönderdi.
Serçe tedirgin olduğu için hızlıca bulunduğu yerden kaçmaya kalkıştı.
Fakat...
Chirp!
Tap!
Serçe 'Felç' büyüsünden kaçamadı ve büyüyle temas etti. Temas etmesiyle yere düşmesi bir olmuştu.
"En. Lanet büyülerini kullanabiliyorum... 'Ceset İnfilakı' ve 'Uyandırmayı' da kullanabilirim. 'Tactus'u kullanarak veba yayabilecek kadar güçlü müyüm merak ediyorum. Mana'm yetmeyebilir.." Altair serçenin yere düşmesini umursamadan gölden çıkarken, kıyafetlerini de aldı.
Dışarı çıktıktan sonra elbiselerin ıslak olmasını umursamadan üstüne geçirdi.
"Anladım. Demek Tek Gözlü piç buraya geliyor. Tigris şehrini ele geçirdiler demek... Gerçi hâlâ gözünü kaybetmedi..." Altair serçenin yanına gitti ve hareket edemeyen serçeyi eline aldı.
Gözlerini kapattı ve serçenin içinde ki 'Ruh Bağlantısı'nı hissetti.
Ruh Bağlantısı; Büyülü canavarlarla antlaşma yapmak için kullanılıyordu. İki ruh birbirine bağlı oluyor, sürekli iletişim halinde kalıyorlardı.
"Hm... 250-300 kilometre ötede... Üç güne kalmadan ordusuyla buraya gelecek demek..." Altair serçeyi kaldırdı ve göz hizasına getirdi.
Ardından büyük bir gülümsemeyle serçenin gözlerine bakarak konuştu. "Ohom... Sizi burada bekliyorum. Ayrıca öncü birlikleriniz artık yok..." ardından elini sıktı ve serçeyi bir sünger gibi ezdi.
Elinde ki ölü serçeyi bir kenara fırlattı ve orjinal konumundan kayboldu.
***
Celer şehrinden üç yüz kilometre uzakta dört bin civarında asker Celer şehrine doğru ilerliyordu. En önde Fırtına Atı'nın üzerinde dimdik duran mor zırhlı sarışın bir adam vardı.
Sarı gözleri keskin bir şekilde önünde ki istikamete bakıyor, etrafa keskin bir aura yayıyordu.
Bu kişi Tek Gözlü Fırtına'ydı!
En azından Altair'ın söylediğine göre öyleydi.
Tek Gözlü Fırtına'nın asıl adı Clyde'dı. Şuan da Fırtına Tugayı ile Celer Şehrine doğru gidiyordu. Orayı da ele geçirirse, Pulchra'nın başkentine gidecek yolda hiç engel kalmayacaktı.
Altında ki Fırtına Atı'yla sakin bir şekilde ilerlerken aniden sarı gözlerinde bir karmaşa ortaya çıktı. Bu karmaşanın ardından ağzından kan geldi.
"Fulgur öldürülmüş... Üstelik o genç adam da kim? Öncü birliği nereden biliyor?" Clyde'ın ağzından kanlar gelirken, zihnine ulaşan son görüntüleri çözmeye çalışıyordu.
Altair serçeyi öldürdüğü anda Clyde'ın ruhuna son görüntüler gitmişti. Üstelik ortaklarından birisi öldüğü için kendi ruhu da hasar almıştı.
Clyde ağzında ki kanı sildi ve generallere yakışır bir şekilde toparlandı. Hızlıca soğukkanlılığını geri kazanmıştı. Arkasını döndü ve subaylarından birisine bağırdı.
"Arlo! Gözcülere ve öncülere ilet! 'Kimliği belirsiz birisi onları fark etmiş. Ölüm ve Yıldırım büyülerine karşı ekstra dikkatli olmaları ve dikkati elden bırakmamaları gerekiyor. "Gözcülere ve öncülere ilet! 'Kimliği belirsiz birisi onları fark etmiş. Ölüm ve Yıldırım büyülerine karşı ekstra dikkatli olmaları ve dikkati elden bırakmamaları gerekiyor. "
"Evet, efendim!" dedi subaylardan en güçsüzü. Ardından yüzüğünden yeşil bir taş çıkardı ve Clyde'ın dediklerini eksiksiz aktardı.
Clyde kafasını salladı. "Diğer şehirleri çok kolay bir şekilde aldık. Ayrıca bazı soylular taraf değiştirerek, Büyük Gloria'nın tarafına geçtiler. Gümüş Melek'in ordusunda ki binbaşı bize gerekli bilgiyi sağlıyor. Ama buna rağmen savaş kolay olmayacak. Yeni yetmelere söyle!"
Subayların hepsi gür bir sesle "Evet Lord!" dedi ve geri çekilerek takım kaptanlarının yanına gitti.
"Bu sefer fırtınanın kokusunu alıyorum. Çok kan dökülecek..." Clyde'ın sarı gözlerinde soğuk bir ışık belirdi ve öldürme niyetiyle doldu.
Atını mahmuzladı ve yoluna devam etti.
***
Elli kişilik bir takım Salis yolunda son sürat ilerliyordu. Arkalarında birkaç tane at arabası devrilmişti ve içinden kanlar akıyordu.
Bunlar General Fırtına'nın emrettiği şeylerdi.
'Önden gidin ve otları temizleyin. Oldukça gizli ve bilinmez olmalıyız..' emrini en iyi şekilde yerine getiriyorlardı. Celer şehrine giden herkesi öldürüyorlar, geldiklerinin bilinmesini engelliyorlardı.
Derken en önde giden takım kaptanı ipleri çekerek durakladı. Elini kaldırdı ve soğuk gözlerle etrafı izledi. "Yarbay Arlo'nun söylediği şüpheli olabilir. Dikkali olun..."
Salis yolu oldukça genişti. Çevresini temiz ve düzenli yeşil düzlükler kaplıyordu. Bu yüzden savaş için güzel bir yer haline geliyordu.
Takım kaptanı rüzgarla dans eden çimenleri izledi ve bir şey göremedi. Ardından iç çekti ve atını mahmuzladı. Bir kaç kilometre ileriyi daha kontrol etmeleri gerekiyordu. Mümkünse şüpheli kişiyi öldürmeleri gerekiyordu.
"Binbaşı Jack emirleriniz nedir? Devam mı ediyoruz yoksa geri çekilip generalle birleşiyor muyuz?" dedi Jack'ın arkasında ki askerlerden birisi... Jack aslında yüksek rütbeli bir subaydı. Ama Fırtına'nın güvendiği astlardan olduğundan yolu temizlemek için gönderilmişti.
Jack ona seslenen askere baktı. "Mecburen devam edeceğiz. Onların da gözcüleri olması gerekiyor. Onları öldüreceğiz ve yerlerine casusları yerleştireceğiz. En kötü 'Köle Mührü' yerleştiririz." dedi ve atını mahmuzlayarak ilerledi.
Savaşta onlara engel olabilecek her şeyi ortadan kaldırmaları gerekiyordu.
***
Bir saat geçti ve Jack'le takımı hızlıca geri dönüyorlardı. Hepsinin yüzünde görevi başarıyla tamamladıklarını gösteren büyük bir gülümseme vardı.
Altlarında ki atlar sıradan atlardan çok daha güçlü olduğu için rüzgar gibi ilerliyorlardı. Şüpheli kişiyle karşılaşmamışlardı. Bu yüzden rapor ettikten sonra gelen birliğe doğru gidiyorlardı.
Geldikleri yolu çok hızlı bir şekilde geri giderlerken, Jack soğuk terler dökmeye başladı. Uzun zamandır savaştığından dolayı içgüdüleri çok güçlüydü. Ve tüm güdülerinin ona söylediği tek bir şey vardı.
Kaç!
Jack hızla atın iplerini çekti ve atı durdurdu. Arkasında ki askerlerde o durakladığında onunla birlikte yavaşlamışlardı. Jack hızlıca atından indi ve askerlere bağırdı.
"Savaş düzeni al!"
Arkasında ki askerler neler olduğunun farkında olmasalar da Jack'in dediğini yaptılar ve gelecek olan saldırıya hazırlandılar.
Hepsi keskin ve soğuk bir aura yayıyordu. Tüm dikkatleri yakında gelecek olan savaştı.
Fakat...
Beklediler.
Beklediler...
Ve daha çok beklediler...
Savaş düzeni almış bir büyücü bıkkın bir şekilde konuştu. "Yanılmış olamaz mısınız? On dakika oldu ama kimse saldırmadı? Sürekli tetikte kalmanız yüzünden beyniniz size oyun oynamış olamaz mı?"
Jack kaşlarını çattı. On dakika olmasına rağmen kimse saldırmamıştı.
'Yanıldım mı?'
İç çekti ve atına tekrardan bindi. "Herkes atlarına binsin daha da hızlanıyoruz..."
"Evet efendim!" tüm askerler savaş düzenini bozdular ve atlarına bindiler.
***
On dakika daha ilerleyen takım giderek hızlandı.
Jack'in sinirleri gerilmişti. Şu ana kadar üç kere daha tehlike hissetmişti ama ortada bir şey yoktu.
'Neler oluyor?'
Şaşırmış ve korkmuştu. Bir şey ona tehlike oluşturuyordu ama o şeyin ne olduğunu bilmiyordu.
Fakat, bilmiyordu ki bir kilometre ötede gümüş gözlerle onu izleyen birisi vardı.
"Hm... Tuzaklara düşmeyecek kadar güçlü içgüdüsü var. Şahsen harekete geçmem gerekiyor..." Altair etrafında ki karanlıkla birleşti ve bir karaltı olarak Jack'e doğru ilerlemeye başladı.
Jack ve diğerleri görmemiş olabilirdi ama geçtikleri yolda; büyü dizileri ve tuzaklar vardı. Eğer içlerinden herhangi birisi temas ederse ya havaya uçacaklardı ya da önceden yerleştirilmiş büyü tuzaklarına yakalanacaktı.
Fakat Jack'in yüzlerce savaştan kazanılmış içgüdüleri sayesinde hiç bir zaman tuzaklara atlamamışlardı. Bu yüzden Altair onu azıcıkta olsa takdir etmiş, bireysel olarak harekete geçme gereği görmüştü.
Yerde ki karaltı Salis yoluna geldi ve Altair eski haline geri döndü. Elleri arkasında soğuk bir şekilde iki kilometre ötede tüccarları öldüren Jack ve takımına baktı.
'Bu yaptıkları şeyler onlara iki gün kadar bir süre kazandırır. Ama, Celer şehri bir ticaret şehri olduğu için üç gün içinde fark edeceklerdir. Her ne kadar savaşın alevlerinden faydalanıp, tüccarları korkutsanız da eğer abartırsanız Tüccar Odası sessiz kalmayacaktır.'
Altair iç çekti ve Jack'in son kılıç darbesine baktı. Tüccarın kafası vücudundan ayrılırken, tüm arabayı yağmaladılar ve tüm kanıtları ortadan kaldırdılar.
Böyle bir şey anca deneyimli hırsızlar ve haydutlar tarafından bu kadar hızlı yapılabilirdi. Jack bir asker olduğu için, böyle şeyleri ilk defa yapmadığı anlaşılabilirdi.
İhya!
Jack'in atı şaha kalktı ve Altair'a doğru ilerlemeye başladı. İşlerini halletmiş, geri çekilme zamanları gelmişti. Daha fazla ilerlemeye kalkar, kalkanın mesafesine girerlerse, fark edilip ordunun avantajının kaybolmasına vesile olurlardı.
Altair ona doğru gelen Jack ve takım arkadaşlarına baktı. Ardından dudaklarını yaladı. Gözleri siyah bir ışıkla parlarken, elinde siyah bir damga belirmişti.
Bu yüksek alemlerde ve dünyalarda tüm canlı ve cansız varlıkların korkulu rüyasıydı. Aynı zamanda Altair'ın bu kadar güçlü olmasının ana sebebiydi.
Jack ve takımı Altair'ı yüz metre mesafesine girene kadar fark etmedi. Ancak yüz metreye girdikleri anda bir gencin onlara doğru korkutucu gözlerle baktığını fark ettiler.
Atlarını dizginlemek için iplerini çektiler ve durmaya çalıştılar.
İhya!
Atlar sanki bir şeyin etkisi altındaymış gibi Altair'a doğru koşmaya devam ettiler. Jack ve takımı korkulu gözlerle atlarına bakıyorlardı. Şuan da çok hızlıydılar. Eğer atlarlarsa, vücutlarında ki Qi bile onları korumaya yetmeyebilirdi.
En sonunda hiç kimse tereddüt etmedi ve atlarının sırtından atladılar.
Altair yerde yuvarlanan askerlere baktı ve alaycı bir şekilde gülümsedi. Hâlâ ona doğru koşan atlara doğru elini uzattı.
"Ye."
Elinden uzaydan bile karanlık bir sis tabakası çıktı ve atları karşıladı. Atlar sis tabakasıyla temas ettikleri anda kanları çekiliyormuş gibi bağırmaya ve inlemeye başladı.
Derileri kurudu ve vücutlarında ki tüm yaşam gücü emildi. İçlerinde Mana ya da Qi'ye dair hiç bir şey kalmadı. Hepsi Altair'ın yeteneği tarafından emilmiş ve Altair'a aktarılmıştı.
Altair elli tane atı özümsedikten sonra yerde kuru üzüm gibi kurumuş atları umursamadı ve Jack'e doğru yürümeye başladı.
Jack ve askerler tecrübelerini gösterircesine savaş pozisyonu almışlardı. Her ne kadar korku içinde olsalar da, savaşmazlarsa hiçbir ihtimallerinin olmayacaklarını biliyorlardı. Bu yüzden savaşmak, buradan kaçmak zorundaydılar.
Büyücüler büyülerini söylemeye başladılar. Hepsi ortak bir büyü yaparak, bir büyü formasyonuyla dev bir kalkan yaptılar. Savaşçılarda ortak bir şekilde Qi'lerini saldı ve garip bir teknikle tüm Qi birleşip bir kanatlı süvari şeklini aldı.
Bu askerleri güçlü yapan şeydi! Bir Savaş Formasyonu'ydu. Aynı şekilde Savaş Formasyonu büyücülerde de vardı. Amaçları ortak bir şekilde birleşmek ve ortaya daha güçlü bir güç çıkarmaktı.
Bu güçle yüz adet Savaşçı aşamasında ki savaşçı, bir Büyükusta'yı mağlup edebilirdi. Tabi ki üstün bir takım çalışması gerektiriyordu. Ayrıca formasyonun içinden bir adam öldüğünde, formasyon için gereken adam sayısından eksilirse, formasyonun gücü yarısına düşerdi. Eğer formasyon zorla parçalanırsa, en iyi ihtimalle tüm askerler kan kusar, çekirdekleri karmaşaya sürüklenirdi.
Altair bu formasyonu tanımıştı. Önceden acemilik zamanında ordusunun kullandığı bir formasyondu. Sadece takımlara özel bir formasyondu. 50 kişi bu formasyonu oluşturmak için yeterli bir sayıydı. Asıl amacı başka formasyonlarla birleşip, 'Kanatlı Tanrı' adlı dev formasyonu oluşturmaktı. Böylece 1000 Savaşçı, bir Aziz'e karşı gelebilirdi. Ama bu formasyonu yapmak için gereken eğitim tüm savaşçılar dahi olsa bile, on gündü. Kusursuz bir çalışma gerektiriyor, yüksek bir anlayış gerektiriyordu.
Üstelik 'Kanatlı Tanrı' formasyonunun yirmi adet çekirdeği vardı. Bu çekirdekler, takımların kaptanlarıydı. Ölen her takım kaptanı; formasyonun gücünü düşürüyordu. Bu yüzden en çok korunan taraf, takım kaptanlarıydı. Onlardan birisi dahi ölse; 'Kanatlı Tanrı' savaş formasyonunun gücü düşüyordu.
'Sıradan bir BüyükUsta ya da Usta'ya karşı işe yarayabilirdi. Fakat, bu formasyonun geliştiricilerinden bile daha iyi kullanan bir ustayla karşı kaşıyasınız. Ayrıca karşınızda; en tehlikeli ve genç Yücü Büyücü var.'
Altair Jack ve takımını övgüye değer buldu. Eğer, bir hafta önce bu formasyonla karşılaşsaydı. Tek yapabileceği çekilmek olurdu. Ancak bu sefer bir Yüce Büyücü işin içindeydi. Eğer böyle basit şeylerle dahi başa çıkamazsa, Yücü Büyücü ünvanını bırak, Büyücü ünvanını almaya layık görülmezdi.
En azından bu üst alemlerde geçerliydi.
Altair elini salladı ve Ante elinde belirdi. Onu dev kalkana doğru çevirdi ve hafifçe mırıldandı.
"Yıldırım Mermisi!"
Bızzz!
Ejderha ağızlı büyü asasının ağzından 'Yıldırım Mermisi' çıktı ve kalkana indi.
Boom!
'Yıldırım Mermisi' kayaya çarpan yumurta gibi parçalara ayrıldı.
"..."
"..."
Askerler şaşırmışlardı. Güçlü sandıkları kişi kalkana etki bile edememişti. Ama hemen sonrasında bu şaşkınlıktan sıyrıldılar ve karşı saldırıya geçtiler.
"Tanrı kanatlarını açıyor!" 'Kanatlı Tanrı' kanatlarını açtı ve Altair'a doğru bir saldırıda bulundu.
Büyücülerde ortak büyülerini tamamlamışlardı. Aslarını Altair'a çevirdiler ve büyülerini söylediler.
"Tanrı'nın Gazabı: İhtişamlı Pelerin!" Büyücülerin üzerinde büyük bir ağ belirdi ve Altair'ın üzerini örtmek ve onu kapana kıstırmak için ilerledi.
Saldırılar dev kalkan çıktılar ve Altair'ın önünde belirdiler. Herkes büyük bir mutlulukla Altair'ın kapana kısılmasını, ardından 'Kanatlı Tanrı'nın' saldırısını yemesini bekliyorlardı.
Fakat, Altair'ın siyah gözleri parladı ve etrafını siyah bir sis sardı. 'Tanrı'nın Gazabı: İhtişamlı Pelerin' ve 'Kanatlı Tanrı' siyah sisle temas etti.
Woof!
Büyüler lava düşen buz gibi eridiler. Siyah sis tüm Qi'yi ve Mana'yı bir kara delik gibi emdi. Bir saniyeden kısa sürede ortada hiç bir şey kalmamıştı. Sanki hiç bir şey olmamış, Jack ve takımı hiç saldırmamıştı.
Jack kılıcını Altair'a savurmak üzereyken, 'Kanatlı Tanrı'nın' buhar olduğunu gördü ve korkuyla tereddüt etti.
"Hm." Altair kafasını salladı ve bir adım geri çekildi. Siyah gözleri sakin bir şekilde Jack'a bakarken, gülüyordu.
"Çal."
Ante'nin ağzından siyah bir ip çıktı ve Jack'i bir yılan gibi sardı. İp Jack'i sardıktan sonra hafif bir şekilde parladı ve Jack'in vücudunda ki tüm enerjiyi Altair'a aktarmaya başaldı.
"Argh!" Jack'in derisi kurumaya başladı.
Altair'ın Savaşçı çekirdeği, akan Yaşam Gücü ve Qi'yi özümsemeye başlamıştı. Yavaşça büyüyor, seviye atlıyordu.
Boom!
Altair'ın vücudundan büyük bir ses çıktı ve Orta Aşama Savaşçı seviyesine girdi. Sadece bununla kalmamıştı. Hâlâ artmaya devam ediyordu.
Altair sağ elini uzattı ve parmağını şıklattı.
"Yıldırım İnfilakı!"
Boom!
Büyücüleri koruyan kalkan içeriye doğru patladı. Büyücüler neler olduğunun farkına bile varmadan parçalara ayrıldı. Fakat, vücutlarından garip ışıklar yükseldi ve Altair'a doğru ilerlediler. Aynı anda yoğun bir Mana bulutu Altair'ın çekirdeğine girdi.
Boom!
Altair Orta Aşama Büyücü seviyesine ulaştı. Bununla kalmadı ve seviyesi artarak Yüksek Aşama Büyücü alemine adım attı.
Fakat büyücülerin seviyesinin yüksek olması sayesinde Altair'ın çekirdeği beslenmeye devam etti ve Yüksek Aşama'nın Zirvesi'nde durakladı.
Usta Aşamasına çok az kalmıştı!
Altair'ın Yüksek Aşama Savaşçı Seviyesine giren tek çekirdeği Mana Çekirdeği değildi. Aynı anda bir patlama daha olmuş ve Altair Yüksek Aşama Savaşçı seviyesine adım atmıştı. Vücudunda ki aura hızlıca artmaya devam ediyordu.
Çıt!
"Hm?" Altair şaşkınca vücudunda ki Mana ve Savaşçı çekirdeklerine baktı. Üzerlerinde hafif çatlaklar oluşmuştu. Biraz şaşırsa da, bu şaşırma çok uzun sürmemişti.
"Mana Çekirdeği'min dayanıklılığı çok düşük. Eğer böyle devam ederse büyük ihtimalle patlayacak ve ben parçalara ayrılacağım. En iyisi daha fazla beslenmemek. Bunun yerine Çekirdekleri onaracağım." Altair çekirdeğini güçlendirmekten vaz geçip, vücuduna akan enerjiyi iki çekirdeği de yenilemek ve iyileştirmek için kullandı.
Çekirdeklerin üzerinde ki çatlaklar yavaşça kapandı ve daha sağlam hale geldiler. Bu Altair'ı biraz sevindirmiş, Jack'i kurutma isteğini daha da güçlendirmişti.
"Ah... Bunun için gurur duymalısın Jack. Şimdi biraz anılarına göz atacağım. Malum, savaş var. Ayrıca Büyük Usta seviyesinde ki gücüne bakılırsa, güçsüz ve kıdemsiz birisi de değilsin. Adamların da en azından Usta seviyesinde..." Altair Ante'yi kapattı ve siyah ipliğin gücünü kesti.
Bunun yerine kendisi Jack'in yanına geldi ve kafasını kavrayarak havaya kaldırdı. Tek koluyla yüz kiloluk bir adamı kolayca kaldırmıştı. "Hm."
"Ruh Tarama..."
Altair Jack'in ruhunu taramaya başladı. Sanılanın aksine, 'Ruh' oldukça güçlü ve yüce bir şeydi. Zihinden silinen bir şey bile ruhtan silinmezdi. Bu yüzden 'Zihin' sanatları, 'Ruh' sanatları ile karşılaştırılamıyordu. Her ne kadar birbirine bağlı iki farklı kavram olsa da, Zihin burada Ruh'tan daha güçsüzdü.
Jack'in ruhunu tarayan Altair'ın yüzünde büyük bir gülümseme belirdi. 'Ruh Taraması'nı' sonlandırdı ve son bir güçle Jack'in ruhunu vücudundan ayırıp, gözüyle özümsedi.
"Oldukça ilginç..."
***
Epik Novel © 2017 | Tüm hakları saklıdır..